Download Server Tanilli - Uygarlık Tarihi...
S e r v e r T a r d lli
Uygarlık Tarihi
alkım \
U y g a r lık T a r ih i / S e r v e r T anilii A L K I M / 148 • T a r ih - 1 2 1. b as k ı: 1981 11-21 b ask ı: ( 1 99 9 -2 0 0 5 ): A d a m Y a y ın la rı
K it ap Ed it ö r ü : Ali B e rk ta y K a p a k v e İç T a s a r ım : Er bil K a rg ı K a p a k res mi: O r o z c o , Zapatacılar
© A l k ı m Y ay ın ev i, 2 0 0 6 IS BN : 97 5 - 9 9 2 -0 4 4 - 1 22. Bas kı: Ma rt 2 0 0 6 ( 10 .0 00 ad e t ) 23. Bas kı: lîkiııı 2 0 0 6 ( 5 0 0 0 a de t)
Baskı: A l ’A U n i p n n l B a s ım Sa n. v e Tie. A .Ş I l.u lı mk oy A*.lallı ( >mrrlı k n y ı i M e vk ii 3 4 5 5 5 H a d ıı n k ö v - İslanbul İ r i O? 1.7 7 9 H 2H 10 • w w w . a p a . m m . t r
Alktın
Mii ln iu l. il t .id Nn ı Kültürümüzün kaynaklan 436 Kültürümüzün sorunları ve geleceği 448 (Okuma parçalan: H. Yavuz, M. Belge) VI TÜRKİYE'DE EĞİTİM VE ÖĞRETİM 457 Kimler eğitiliyor? Ne, nasıl öğretiliyor? 457 Eğitim ve öğretimin örgütü 464 (Okuma parçaları: İ. Selçuk, R. Serazatı) VII ŞİİR, ROMAN VE HİKÂYE 471 Şiir 471 Roman ve hikâye 482 (Okuma parçaları: C. Siireya, M. Ergiin) VIII TİYATRO, SİNEMA VE MÜZİK Tiyatro 495 Sinema 510 Müzik 524 (Okuma parçaları: S. Cılızoğlıı, A. Dorsay, A. Dino) IX MİZAH VE KARİKATÜR 537 Mizah 537 Karikatür 544 (Okuma parçası: Z. Oral) X MİMARLIK, RESİM VE HEYKEL 559 Mimarlık 559 Resim ve heykel 571 (Okuma parçaları: İ. Selçuk, B. Cömert) III
KAYNAKÇA EKLER Savunma Mahkeme kararı
583 589 595
ONSOZ Bu kitap, 1972-1975 yıllarında yazıldı. Am acı da, liselerden üniversite ya da yüksekokullara gelen öğrencilerin "kiiltiir açı ğı "ut giderm ekti. Gerçekten, böyle bir sorun vardı. Liseler, gençlere - hemen h em en - hiçbir şey verm iyordu. Tarih, felsefe, sosyoloji, edebiyat ve sanat gibi kültürün temel konularında, öğrencilerin kafaları na yalan yanlış, abuk sabuk, ipe-sapa gelm ez birtakım şeyler tı kıştırılıyordu. N e gerçekçi ve bilim sel bir yaklaşım, ne de bir bü tün olarak kucaklayış kültürü. Bir bölük-pörçükliik, bir dernıeçatm alık, bir keşm ekeş kısacası. Niçin böyleydi bu? Çünkü, Türkiye'de egem en sınıflar, özellikle 50'li yıllarla be raber, gençlerin uyanmasını istem iyorlardı. Öyle olduğu için de, daha liseden başlayarak, gözlerinin önüne bir "duman per d esi" çekip, içinde yaşadıkları çağa ve toplum a yabancılaştırı yorlardı onları. Yaman bir oyundu oynadıkları ve doğrusu m a haretle oynuyorlardı. Ü niversite ya da yüksekokullara bu du rumda gelen gençler de, oralarda izleyeceklerini gerektiği gibi izleyem iyor, öğreticilerle aralarında bir "kültürel d iy alog ” ku rulam ıyor, bir "kör döğiişii"dür gidiyordu özetle. Ne yapm ak gerekiyordu ? Liselerin düzeltilm esini beklerken, fakü lte ve yüksekokulların ilk sınıflarına bir "uygarlık tarihi" ya da "kültür tarih i" koya rak, gençlerin "kültür açığ ın ı" giderm ek! Böylece hem yüksek öğretim boyunca öğrencilerle öğreticiler arasında bir diyalog ku rulması olanağı yaratılm ış olacak, hem de gençlerin bir dalda uzman, am a temel kültürden ve dünyadan habersiz yaşam a atıl maları önlenm iş olacaktı. 1972-1973 ders yılm a girerken, İstanbul'da -so n ra fakü lte haline gelecek o la n - bir yüksekokul, Şişli İktisadi ve Ticari İlim ler Yüksek Okulu, uyanık yöneticisi Prof. Kıvanç Ertop'un öna yak olm asıyla, bu yolda ilk adımı attı: İlk sınıfına bir "uygarlık tarihi" dersi koydu ve öğretim i de bana verdi. 9
O turdum , bu kitabı yazdım ben de. D oğrusu, ummadığını bir ilgiyle karşılandı yazdıklarını. Ama arkasından yığınla tepki de çıkageldi: yargılanm alar, kurşunlanm alar; özetle, acılar, gözyaşları... Uzunca bir tedaviden sonra yurda dönünce, U ygarlık TarihVııi basm ak istediler. Yığınla eksiği de olsa razı oldum. Yurtdışında hastane koşulları içinde yapabildiklerim e şöyle bir çeki düzen verm ekle yetindim . 12 Eyliil'e değin olan gelişm eleri kap sayacak biçim de noktaladığını kitabı basım a verdim. Kitap çıktı ve kapışıldı. U ygarlık T a rih i'nin 5. basısı, 1981 yılının sonbaharında çıkmıştı. Arkasından bir yenisi, çok istendiği halde gerçekleşe medi. N edeni de şu idi: 12 Eylül rejimi, fa şist çehresini, ilerici, dem okrat ve devrim ci kurum ve yayınlara karşı kesin olarak be lirtm eye kalktığında, bu kitabı da ihmal etmedi. M illi G üvenlik Korıseyi'nin onu - hem ad da vererek- yasaklam asının arkasın dan, Türkiye'de üniversitelerin başına bela olan, o sıralarda dü pedüz faşizm in uşaklığına soyunm uş olan YÖK yöneticileri, ki tabın üniversite öğrencilerine -oku tu lm ak şöyle d u rsu n - tavsi ye bile edilem eyeceğine ilişkin bir karar verdi. Dahası, 1978 yı lında m ahkem e kararı ile aklanm ış eser hakkında yeniden dava açıldı ve ne hikm etse, ıızun yıllar bir türlü sonuçlanam adı. Özetle, kitap bir yasak çem beri içine alındı ve okuyucularından koparıldı. 12 Eylül rejim inin bin bir ayıbı arasında bu da var. 1991 yılında yarını yam alak bir affın arkasından gidip kitabı yeniden yayım ladık. Okurları her zam anki ilgilerini gösterdiler. 11. basısı da, şim di Adam Yaym ları'nda çıkıyor. Ancak okurlarım a da söyleyeceklerim var: Kitap, önceki ha liyle yayım lanıyor; kalem im den kaçm ış bir iki yanlışı düzelt m ekle yetindim ve bir de kitaplarım ın iç sergilem esinde gelip bağlandığını biçim i uyguladım , o kadar! A m a hatırlatm aya g e rek yok: Şu son yıllarda, dünyada ve Türkiye'de pek büyük de ğişiklikler oldu; okurlar, bu değişikliklerin -b ir bakım a- gü ncel liğini yaşadıklarından, onlardan nasıl olsa haberdardırlar. Son ra, kitabın bir temel kültür kitabı olm ası, aradaki bu boşluğun bir ölçüde doldurulm asında yardım cı olacaktır kanısındayım. Bir söyleyeceğim de şu: Bu arada, ben de değiştim elbette. K itap taki bazı düşüncelerle bugün savunduklarım arasında -k im i
10
n oktalard a-farklılıklar var. 1980'den bu yana yayınlarım ı izle miş bir okur, onları da görm ekte giiçliik çekm eyecektir. İnanıyorum , benden çok daha uzman kişiler, bu konuda, ileriki yıllarda kuşkusuz çok daha giizel şeyler koyacaklardır orta ya. A m a şu "ilkel" biçim iyle de olsa, bu kitaptan, okurlarım ın, çağdaş dünya hakkında genel bir fik ir edinebileceklerini sanıyo rum. A ncak bununla yetinm ez de, okum a ve araştırm aları daha ilerilere götürürlerse, içinde yaşadığım ız dünyanın ve toplu mun tablosu onlar için çok daha anlam lı çizgilerle donanacaktır. Bu kitabı hep arayarak yazarını hem onurlandırm ış hem de yüreklendirm iş olan okurlarım ın, özellikle de gençlerin önüne yeniden çıkm anın -a n la tılm a z - m utluluğu içindeyim. Bu yetiyor bana ve hep yetecek... Strasbourg /I O cak 1999 Server TAN İLLİ
Şim di de, U ygarlık T arih i'«/« 22. basısı Alkım Yayınları'nda çıkıyor... Server TA N İLLİ
11
I
g ir i ş
UYGARLIK NE DEMEKTİR? "U y g arlık " deyince, birbirinden farklı iki şey anlaşılır: Bir anlam ıyla uygarlık, "d o ğ al hal"in, "barbarlıksın karşıtı olan bir durum u anlatıyor. Bu anlam da, "u ygar m illet", "u y g ar halk" deyince, gelişm e yolunda hayli iler lem iş, ideal ölçülere pek yaklaşm ış bir topluluk anlaşıl makta. Kolayca fark edileceği gibi, bir "d eğer yargısı" taşım ak ta uygarlığın bu anlamı. Bir başka anlam ıyla uygarlık, bir halkı başka halklar dan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan, yaşayış bi çim lerinin, kullanılan aletlerin, çalışm a biçim ve yön tem lerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetle rin, siyasal ve sosyal örgütlenm e biçim lerinin bütünü. Ö rneğin tanınm ış bir ansiklopedi, M eydan-Laroıısse, bu anlam ıyla uygarlığı, "b ir m em leketin veya bir toplum un düşünce ve sanat hayatıyla m addi ve m anevi varlığına has niteliklerin tü m ü " olarak tanım lam akta. Bu anlam da, tarihöncesi insanı ya da A frika'da bugün de yaşayan - ö r neğin- H otanto'ların, İsa'dan önce 5. yüzyılda yaşayan A tinalılar ya da 20. yüzyıl A vrupa toplulukları gibi bir uy garlıkları vardır. U ygarlık, artık bir "d eğer hükm ü" taşım ıyor bu anla m ıyla. Ö yle olunca da, uygarlıklar arasında bir derecelenm eye gidilm eyecek, gidilem eyecek. G erçekten gidilem eyecek mi? Soruyu ilerde tartışacağız. Ancak, şu noktaya da dikkat etm eli şim diden: U ygarlı ğın ortaya çıkışı, insanlığın evrim inin belli bir aşam asında oluyor. "B arbarlık "tan sonraki bir aşam a olarak "u y gar lık", "k en t yaşam ı, devlet, yazı, kanun, m atem atik" dem ek özetle. Bu anlam da, tarihöncesi insanı ya da A frika'da bu 13
gün de yaşayan H otanto'ların bir uygarlığı olm asa gerek. "U y g arlık olay ı" hakkında biraz daha ayrıntılı açıkla m alara girişm eden önce, kelim e üzerinde duralım biraz. U YG A RLIK VE U Y G A R LIK LA R Batı dillerinin çoğunda, "u y garlık " karşılığı olarak, "c i v ilisatio n " kelim esi kullanılır. Şaşılacak olan şu ki, Batı d illerinin sözlüğünde -o ls a o ls a - ancak iki yüz yıllık bir geçm işi var bu kelim enin, 18. yüzyılın ikinci yarısından önce hiçbir yerde rastlanm ıyor ona. Fransız A kadem isi'n in ünlü sözlüğüne girişi çok sonraları -1 8 3 5 basım ın d a - olm uş. D 'A lem bert ile D iderot'nun A nsiklopedi'sin d e ise, kavram a değinilm em iş bile. "C iv ilisation " kelim esini ilk kullanan, -1 7 5 6 y ılın d a iktisatçı M arki de M irabeau oluyor. H ani, Fransız D evrim i'nin ünlü hatibi M irabeau var ya, onun babası. O ndan sonra gitgide yayılır kelim e, sözlüklere girer. İster istem ez akla bir soru geliyor burada: N için başka b ir yüzyılda değil de, 18. yüzyılda böyle bir kavram yara tılm ış ve karşılığında da yeni bir kelim e kullanm ak gerek sinm esi duyulm uş Batı'da? Ç eşitli nedenler akla geliyor: 18. yüzyıl, bü yü k tartışm aların yüzyılıdır Batı'da. Tartışm aların odaklaştığı konulardan biri de "toplu m sözleşm esi". Ne bu? İnsanlar, "d o ğ a l" bir halde yaşarken, bir sözleşm e ya pıp, "top lu m y aşam ı"n a geçm işler. "U y g arlığ ı" kabul et m işler daha doğrusu. A m a sonradan hüküm lerine u ym a yanlar çıkm ış sözleşm enin. Ö yle olunca da, yeniden yü rürlüğünü sağlam ak gerekiyor onun. A slında, m utlak hüküm darlıklara karşı m ücadelede ortaya atılm ış b ir kuram bu. D oğru ya da yanlış. A m a bir savaş silahı. İşte bu kuramda, "doğal yaşam ", "doğanın insanı", "saf ilkel" (bon sauvage) gibi kavram lar büyük yer tutuyor. D ü şünceler de -iste r istem ez- "uygar olm ayan" insanı da ta nımlamak zorunda bu kavram ları açıklam aya yönelirken. 11
Am a asıl neden şu olsa gerek: Batı A vru pa'd a 18. yüzyıl, R önesans'taki bü yü k u yanışın daha da bü yü k bo yutlar kazandığı bir yüzyıl. Bilim ler - o zam ana değin gö rü lm em iş- bir gelişm e içine girm iş, teknik buluşlar birbi rini izlem ekte ve yavaş yavaş da sanayiye uygulanm akta; Batı A vrupa, dünyaya açılarak yoğun ticaret ilişkilerinin m erkezi olm uş durum da. Ve bu arada burjuvazi, Batılı toplum ların en zengin sınıfı haline gelm iş. Bütün bu iktisadi ve sosyal gelişm enin, düşünceler üzerinde etkisini gösterm em esi olası mı? D üşünceler de geçm işle bağlılıklarını koparm ış, ileriye dönük bir tutum içine girm iştir. 18. yüzyılda felsefe, ana çizgileriyle, bir "ile rle m e fe lse fe si"d ir. İlerlem e: O zam anki kültür çevrelerinin baştacıdır bu ülkü. İşte Batı Avrupa'da, yaşamın ve düşüncenin vardığı bu aşama, yeni bir kelime ile anlatılm ak isteniyor. "Civilisation" (uygarlık), yeni bir yaşam görüşünün karşılığı oluyordu aslında. Bir noktaya dikkat edilsin ancak: U ygarlık denince, as lında belli bir toplum tipinin yaşayışı, yani Fransa gibi, İn giltere gibi B atı'nın belli bir aşam aya varm ış toplum larının yaşayışı kast ediliyordu. Bu anlam da uygarlık, dünya nın öteki bütün topluluklarından ilerde, onlara örnek ola rak sunulan bir şeydi. Bütün bu gelişm elerde önayak olan sınıf burjuva sınıfı olduğuna göre, örnek uygarlık da, son bir çözüm lem ede, "bu rju v azinin uygarlığı" oluyordu. Şu önem li sonuç çıkar bundan: A vrupa uygarlığı, Batı uygarlığı gibi deyim ler soyut deyim ler değildir aslında, olam azlar da. A vrupa uygarlığı, daha yaygın bir terim olarak Batı uygarlığı, A vru pa'd a tarihin belli bir dönem in de ortaya çıkıp gelişm esini yapm ış belli bir sosyal sınıfın, "b u rju v a s ın ıfın ın u y g arlığ ı"d ır. İşin gerçeği bu! Daha sonra önem li gelişm eler olur dünyada. 19. yüzyılda, Asya halkları, özellikle Hint, uygarlığıyla çarpar Batı'yı. G örm ediğini görür, duym adığını duyar Ba tı onda. Kendi uygarlığından kuşkuya düşm üştür burjuvazi. 15
19. yüzyılın sonlarından başlayarak, özellikle I. Dünya Savaşı'nd an sonra A vrupa'nın iktisadi ve siyasal üstünlü ğü sönm eye yüz tutar zaten. Hele İkinci D ünya Savaşı'ndan sonra, tüm Latin A m erika ve A frika halkları sah neye çıkm ıştır. Bütün bunlar, tek uygarlığın Batı uygarlığı olduğu dü şüncesinin yanlışlığını ortaya çıkardığı gibi, Batı uygarlı ğının üstünlüğü söylencesini de yıkıp atar. Sosyoloji ve etnoloji alanındaki araştırm aların, özellik le 20. yüzyılda kazandığı büyük yoğunluk ve derinlik, "u ygarlık ların ço k lu ğ u " gerçeğini daha da doğrular. Ö yle am a, Batı'nın yüceliğine, onun uygarlığının örnek uygarlık olduğuna bugün de inananlar yok mu? Var. Ancak, Batılılaşm anın, giderek Batıcılığın bir tek anla mı kalm ıştır bugün: Batıcılık, geri kalm ış toplum lardaki aydınların, kendi toplum larının geriliği gerçeği karşısın da, ilerlem iş toplum lara bakarak aşağılık duygularını ha fifletm ek için yapıştıkları bir hayal, bir toplum sal sakatlı ğın aydınlar arasında nükseden bir belirtisidir. H ele sos yalist açıdan bakınca, Batıcılık, başı sonu belli olm ayan anlam sız bir kelim edir. İslam cılık gibi, O sm anlıcılık gibi, Türkçülük gibi... H içbir yerde gerçekleşm em iş, son bir çözüm lem ede ge riciliğe yarayan bir bireyci aydın ütopyasıdır Batıcılık.1 Bir başka gerçek de bu! K onunun başka bir yanına değinelim şim di. U YG A RLIĞ I Y A PA N N ELERD İR? U ygarlıklar ne denli çok olursa olsun, her insan toplu luğu da uygarlığa yol açm ıyor. Bir topluluğun uygarlık aşam asına vardığını söyleyebilm ek için, kendisinde bazı koşu llan ve nitelikleri toplam ış olm ası gerekiyor. N edir o koşullar ve nitelikler? H er uygarlık, belli bir iktisadi yapının biçim lendird i ği bir değerler sistem idir. Bir uygarlığa, kendine özgü bir nitelik kazandıran en önem li öğelerden biri, belki de birin cisidir "iktisad i yapı". 1 Nİvm/İ I V ı k e s , T ü r k IV i ş ü n ü i H İ r K ıllı S u n im i, A n k a r . ı , 1475, s. 2 9 5 .
Iı,
Ne anlaşılır iktisadi yapı deyince? iktisadi yapı, insanların "d o ğ a " ile m ücadelesini ve o m ücadelenin ortaya çıkardığı " iliş k ile r i" içine alıyor: İn sanlar, yaşam ak ve bunun da ötesinde, -h ay v an lard an farklı o la ra k - "d o ğ ay ı a ş a b ilm e k " için çalışıp üretm ek, bunun için de birtakım üretim araçları kullanm ak, üretim deki çalışm alarını da örgütlendirm ek zorundalar. İşte, insanların üretim faaliyetinde kullandıkları m ad desel araçlar ve teknik, bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bütün bunları kapsayan "ü retim b iç im i", uygarlıkların tanım ında önem li rol oynuyor. İnsanın belli bir toplum içindeki varlığını, bilincini etkileyen ve m ülki yet kavram ını, bireylerin ya da grupların toplum içindeki görevler bakım ından farklılaşm asını, başka bir deyişle "so sy a l sım f"la rı yaratanlar da bunlar aslında. Ö yle olunca da, toplum lar, giderek uygarlıklar, bu "üretim ilişkileri"nin çevresinde oluşuyor her şeyden ön ce. Toplum ları ve uygarlıkları anlayabilm ek için de bu ilişkileri incelem ek şart. Doğal kaynaklardan yararlanm a koşullarım , belli bir çağdaki üretim araçlarının gelişm e durum unu ve insanlar arasındaki işbölüm ünü yani. Üretim ilişkilerini oluşturanlar işte bunlar. Am a, insanların doğaya karşı m ücadelesinin biçim ve tekniği elbette aynı kalm ıyor, değişiyor: Yeni kaynaklar bulunuyor, araçlar gelişiyor, işbölüm ü yeniden düzenle niyor; bütün bunları kapsayan "üretim biçim i" değişikliğe uğruyor giderek. Ve bütün bu gelişm e, uygarlıkları da etkiliyor ister is temez. Nasıl? H em en bütün ilkçağ uygarlıkları, D oğu'da olsun Batı'da olsun, " k ö le c i" üretim biçim inin biçim lendirdiği uy garlıklardır. O uygarlıkların birçok kurum lanın, bu köleci üretim biçim ini ve o üretim biçim i içinde yer alan sosyal sınıfları bir yana bırakarak anlayam ayız. Batıda, ortaçağdaki H ıristiyan uygarlığını ise, "feo d al" üretim biçim i biçim lendirm iştir. Yine Batı'da, ortaçağın sonlarına doğru başlayan "k a pitalist" üretim biçim i, yeni bir uygarlığı, bugünkü Batı 17
uygarlığını doğurm uştur. G erçekten, Batı uygarlığının -d ü n ü ve bugünü ile - hem en hem en hiçbir belirtisini, ka pitalizm i ve onun sınıfı burjuvaziyi bir yana bırakarak açıklam ak olası değil. O uygarlığın kurum larm a ve o uy garlıktaki ilişkilere öylesine dam galarını vurm uşlardır ka pitalizm ve burjuvazi. Bugünkü sosyalist uygarlık için de söyleyeceğiz aynı şeyi. Sosyalist uygarlığa da -h em en bütün k u ru m larıy ladam gasını vuran, başta, belli bir üretim biçim i, yani "so s y alist" üretim biçim i değil de nedir? İktisadi yapı, üretim faaliyetinde kullanılan m addesel araçlar ve tekniğiyle, üretim ilişkileriyle, sonuçta bütün bunları kapsayan üretim biçim iyle, insan topluluklarının, giderek uygarlıkların "tem el y ap ı"sın ı oluşturuyor. Ne var ki, bir uygarlığı oluşturan yalnızca bu değil. U y garlık, aynı zam anda, bu tem el yapının üstüne kurulan, -b ir yerde onun biçim lendirdiği, onu y an sıtan - bir "d e ğerler siste m i"d ir de. N eler giriyor bu değerler sistem inin içine? Siyasal ve hukuksal kurum lar, din, ahlak, felsefe, ede biyat, sanat, özetle bir "k ü ltü r"ü oluşturan bütün öğeler... Örneğin, her uygarlığın belli bir siyaset felsefesi ve belli bir siyasal örgütlenme biçimi vardır. Bazen bu felse fe ve örgütlenme, bir uygarlığın başka uygarlıklardan ay rılmasında ölçülerden biri de olabiliyor. Eski Yunan uy garlığı bir "site uygarlığı" idi; ilkçağ Doğu uygarlıkları nın -hem en h em en- hepsi "despotik" yönetimli idiler. Ve bu yönetim biçimleri, o uygarlıklarda sosyal yaşa mın birçok belirtisine başka bir görünüş vermiştir. Bunun gibi, bugünkü Batı uygarlığıyla sosyalist uy garlığı birbirinden ayıran farklardan biri de "demokrasi"y e verdikleri farklı anlamlar değil midir? Batı uygarlığı dem okrasiyi, "parlamentarizm" ve "çok partili" bir rejim biçiminde anlar ve uygulamaya ça lışırken; sosyalist uygarlık onu, işçi sınıfının ülkülerine hizmet eden “tek partili" bir rejim biçiminde anlamakta ve uygulamaya çalışmakta. IH
Din, bir uygarlık yaratır m ı? A m a dinin, uygarlıklarda önem li rollerden birini oyna dığı da gerçek. Hiç olm azsa bugüne değin böyle olm uş. G erek eski uygarlıklarda gerek bugün yaşayan u ygar lıklarda, dinin yeri, oynadığı rol küçüm senem ez. Fransız tarihçisi Fustel de C oulanges, antik toplum u dinle açıkla m aya kalkar, "İsrail'in eski tarihi bir kutsal tarih tir" der ken, dinin o uygarlıkta gerçekten oynadığı büyük rolü be lirtm ek ister aslında. M odern çağda, özellikle Batı'da, ağırlığı gitgide artan bir "laik leşm e" olayı o uygarlığın niteliklerinden biri ol m uştur. A m a her şeye karşın, bugün bile, örneğin İtal ya'd a K atolikliğin, İn giltere'de ve Birleşik A m erika'da ise Protestanlığın etkisi göz önüne alınm adan, o toplum ların bazı olayları açıklam asız kalır. M üslüm anlığın yaygın olduğu ülkelerde, uygarlık, he m en hem en bütünüyle, aslında bir dinin, İslam lığın dam gasını taşım ıyor mu? Bu ülkelerde uygarlık, bugün de bir bakım a bir "İslam u ygarlığı"d ır. Son olarak, düşünce ve sanat yaşam ve faaliyetleri, bir uygarlığın en anlam lı belirtisi belki de. D üşünce ve sanat faaliyetlerinin biçim ve içeriği, uygarlıkları birbirinden ayırm ada -ç o k k e z - başta gelen ölçülerden biri oluyor. U YG A R LIK LA RA RA SI ETKİLER VE U Y G A R LIK LA R IN EVRİM İ H içbir uygarlık türdeş (hom ojen) değildir. Bir uygarlık, başka uygarlık ya da uygarlıklarla ilişki içindedir m utlaka. Böyle bir ilişki doğar doğm az da, o uy garlık değişm eye başlar. İnsanlık tarihi, uygarlıklar arasın daki bu tür ilişkiler ve onların sonucu ortaya çıkan değişik liklerin tarihidir bir yerde: İlkçağda A surlular, Babil uygar lığına kondular. Rom a uygarlığı, aslında Yunan uygarlığı nın bir yetiştirm esidir. Haçlı savaşlarında karşılaşan, yal nız ordular değil, aynı zam anda iki ayrı uygarlığın, İslam uygarlığı ile Hıristiyan uygarlığının tekniği idi. 19
Ve bu karşılaşm anın Batı uygarlığının doğusundaki payını kim yadsıyabilir? Yaşadığım ız çağda haberleşm e ve ulaştırm a araçların daki dev gelişm eler, bugünün uygarlıkları arasındaki alış verişi ve karşılıklı etkilenm eleri çok daha büyük boyutlara ulaştırm ış bulunm akta. Tepkili uçakların bütün m esafeleri hem en hem en anlam sız hale getirdiği, televizyonun dün yanın birbirine en uzak noktaları arasında anında ilişkiler kurabildiği, m akineleşm enin hem en her yana kök saldığı, giyim kuşam ın enlem ve boylam ları aşarak yeknesaklığı sağladığı bugünkü dünyada, som ut uygarlıkların üstünde, -m ad d esel planda da o ls a - dünya çap ında b ir u ygarlığın -d a h a şim d id en - oluşm aya başladığını söyleyenler var. U ygarlıklar, yaşayan her canlı varlık gibi, zam an içinde değişiyorlar. Bu değişiklikte, b ir uygarlığın her öğesi kuşkusuz aynı ritim le değişm iyor. D eğişm eye karşı direnen kurum lar oluyor. Bazen de geçm işin kalıntıları -esk in in dinsel n ite likteki m askelerinin günüm üzde karnavallarda kullanıl m aları g ib i- ilk zam anlardaki anlam ve rollerini yitirerek yaşam larını sürdürüyorlar. Son olarak, her canlı varlık gibi, bir uygarlık da ölüyor. Tarihte böyle göçüp gitm iş nice uygarlıklar var. G ünü m üzde, örneğin Batı uygarlığının da "ölü m e m ahkûm " bulunduğunu söyleyenler var. U ygarlıkların -b iy o lo jik bir b e n z e tm e y le - doğuşu, yükselişi ve ölüşü, tarihçilerin özellikle filozofların dikka tini çekm iştir öteden beri. Bunların tüm ünü sergilem enin yeri burası değil. G erekli de değil bu sergilem e. Çünkü büyük A rap filozofu İb n i H ald u n 'u n (1334-1406) dışında çoğu nesnel gerçekliği bir yana bırakarak, m etafizik dü şünceler ileri sürm üşler bu konuda. K im ine göre, insanların tarihi "T an rı'n ın iradesiyle" yönetilm ekte; Tanrı nasıl istem işse öyle olm uştur ve bun dan sonra da öyle olacaktır. K im ine göre ise, "büyük ad am lar", bir başka deyişle "üstün düşü nceler" yön et m ektedir insanların tarihini. Bu büyük kişiler nasıl iste m işlerse öyle olm uştur ve bundan sonra da öyle olacaktır. Bu m etafizik yaklaşım , zam anım ızda daha da "h asta lıklı" biçim lere bürünür. İkisi de 20. yüzyıldan olm ak üzere iki örnek verelim : 20
O sw ald S p en g le r ile A rnold T o y n b ee. Bunlar, göklere çıkarılm ış iki örnektir aynı zam anda. - Batının Çöküşü adlı eseriyle I. Dünya Savaşı öncesin de büyük yankılar uyandırmış olan Oswald Spengler'e (1880-1936) göre, insanlık tarihinde "sekiz orijinal kül tür" var olmuştur: Babil, Mısır, Hint, Çin, Yunan, Arap ve Meksika kültürleri ve son olarak da Almanya'nın kuze yindeki ovada (Prusya'da) doğan Faust kültürü. Kültür lerin her birinin, 500 yükselm e ve 500 de alçalma yılların dan oluşan "biner yıllık" ömürleri var ona göre. Yine ona göre, her kültürün yok olmasının nedeni, "soylu sınıfın yok olması ya da soysuzlaşması. Bu, güçlü lük ve yiğitlik üzerine kurulu aristokrasinin yerini, kentler de türeyen para burjuvazisinin alışıyla olur. Burjuvazi devleti ele geçirince, görünüşte eşitlikçi ama aslında zorba lık olan demokrasiye gider. Batı uygarlığını, demokratik ve sosyalist düşünceler çökertecektir. Çünkü demokrasi, canlılığı ve medeni cesareti ortadan kaldırıyor ona göre. N edir Batı'yı çökmekten kurtaracak olan? "Faust kül türü"! Peki, işin içine ırk karıştırılmış olmuyor mu? Spengler'e göre, insanlığın gelişmesinde ekonominin ve tekniğin rolü ikinci plandadır zaten. Tarihte gelişme ırkların eseridir. - Ingiliz Arnold Toynbee'ye (1898-1975) göre, tarihin konusu uygarlıklardır gerçi. Ne var ki, uygarlıklar, kişisel karakterin, bölgesel ve siyasal niteliklerle birleşmesinden oluşur. Irksal özellikler de rol oynar bu birleşimde. Tarihte ilerleme yoktur. Dünya tarihi, büyük iniş ve çıkışlar biçi minde kendini gösteren "döngüler" içinde hareket eder. Ve Batı uygarlığı çöküntü içindedir bugün. Kurtuluş? Tanrı'da ve Hıristiyanlıkta!
N e var ki, bütün bu hezeyanlar; ipe sapa gelm ez dü şünceler Spengler ile T oynbee'n in tekelinde değil. Çağdaş dünyanın Sorokin, D anilevski, Berdiaeff, Schw eitzer, Kroeber gibi başka ünlüleri de, ötekiler gibi tutarsız ve bu la nık kafalar aslında. Bu m etafizik tarih felsefelerinin dışında, tarihin ve ta rih felsefesinin gerçek kurucusu, Alm an düşünürü K ari 21
M arx'tır. M arksizm le tarih, tarihsel gelişim bilim sel bir açıklam aya kavuşur. Tarihle beraber uygarlıklar da kuşkusuz. Bu konunun ayrıntılarına ileride M arksizm i anlatırken gireceğiz. Bir başka önem li noktaya değineceğiz şim di. "Ç ağ d aşlık " konusuna. U Y G A R LIK VE Ç A Ğ D A ŞLIK Reform cu Padişah III. Selim, 1789'da tahta çıktıktan son ra, "dışarda esen rüzgârlar" hakkında kendisini aydınlat m ası için, - o zam anlar "reisülküttap" d en ilen - Dışişleri Ba kam A tıf Efendi'den bir m uhtıra ister. Büyük Fransız Devrim i'nin üstünden birkaç yıl geçm iştir henüz. A tıf Efendi'nin hazırlayıp padişaha sunduğu -v e m etni bugün de elimizde b u lu n an - ünlü m uhtırasında -ö z e tle - şunları söyler: "Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem et mek, bütün dinleri kaldırmak, cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlar dır. Aslında fitne ve fesattan başka bir şey olmayan bu düşünceler -frengi hastalığı gibi- halkın beyinlerine işle miştir. İşin garip yanı, halk da rağbet etmektedir bu tür düşüncelere. İşte, bunların etkisinde kalanlar, birkaç yıl önce, bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya çalışmış lar, bununla da yetinmeyip -her yerde kafadarlar sağla yarak- İnsan Hakları dedikleri isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip, milletleri hükümdarları aleyhine kış kırtmışlardır."2 18. yüzyıl "Aydınlıklar felsefesi"nin -adları önünde bu gün de en derin saygılarla eğildiğim iz- büyük temsilcilerini, "zındık", yani allahsız deyip -a k lı sıra - küçüm seyen ve kış kırtıcılıkla suçlayan, insanlık tarihinin dönüm noktalarından 2 Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler (hazırlayanlar: Sadi Irmak, B. K. Çağlar), Cilt 1, İstanbul, 1973, s. 464-466.
22
biri olan Büyük Fransız Devrim i'ni de "fitne ve fesat hareke ti" olarak niteleyen A tıf Efendi'nin kafası nasıl bir kafadır? K uşkusuz, "çağ d ışı"! 1789'da, burjuvaziye karşı soyluları, onların düzenini -y a n i feo d alitey i- tutm ak çağdışı idi. Peki, ya bugün em ekçilere karşı burjuvaziyi tutm ak? Sosyalizm e karşı kapitalizm i, m illi bağım sızlığa karşı em peryalizm i, laikliğe karşı üm m etçiliği, dem okrasiye karşı diktatörlüğü, giderek faşizm i tutm ak? N asıl bir hüküm vereceğiz böylesine bir görüş, böylesine bir kafa hakkında? "Ç a ğ d a ş" mı, "çağ d ışı" mı yoksa? Konu hayli önem li, görülüyor ki... A caba bugün, özellikle Türkiyeli bir insan için, çağdaş olm anın, giderek çağdaş kafa taşıyor olm anın "asg a ri" öl çütleri nelerdir? Salt, belli bir zam an çerçevesi, 20. yüzyıl içinde yaşıyor olm ak mı, başka şeyler m i yoksa? Şuradan girm eli konuya: N asıl bir çağda yaşıyoruz? Ç ağım ızın anlam ı nedir? İnsanlık tarihinde her çağın bir anlam ı olduğu gibi, ya şadığım ız çağın da bir anlam ı var: Çağım ız, -e n genel ve belirgin çiz g ileriy le- "k ap italizm d en sosyalizm e geçiş" çağıdır. Bizim kişisel özlem ve yeğlem elerim izin dışında, nesnel bir olgudur bu. İstesek de istem esek de, hoşum uza gitse de gitm ese de, bu geçişi yaşıyor insanlık; onun so runlarıyla yüz yüze. İşte çağdaşlığın, çağdaş bir kafa taşıyor olm anın başta gelen ölçütü, bu nesnel olguyu kabul etm ektir önce. G erçekten, 1917 yılına değin, salt kapitalizm in egem en liği söz konusuydu yeryüzünde. Batı'nın sanayi toplum larında siyasal iktidarı elinde tutan bu rju va sınıfı, tüm dün yayı egem enliği altına alan bir düzen kurm uştu. Bu düze nin, ileri A vrupa ü lkeleriyle Birleşik A m erika dışındaki halklara dönük yüzünü em peryalizm ve söm ürgecilik oluşturuyordu, 1917'de ilk kez kapitalist dünya çatlar. R usya'da patlayan devrim , yeni bir güç odağı yaratır yeryüzünde. Burjuva sınıfının iktidarına karşı, tarih, ilk kez em ekçilerin iktidarının kuruluşuna tanık olur böylece. 23
O günlerden bu yana sosyalist dünya gittikçe büyüdü; koskoca Çin, devrim ini gerçekleştirdi. Bu gü n bir m ilyarı aşkın insan kapitalizm in karşısına geçm iştir. K apitalizm in egem en olduğu çoğu ülke ise, içindeki sosyalist m uhalefe tin gelecekteki iktidarına gebe. O sosyalist m uhalefet, F ransa'd a iktidara da geçm iştir bugün. K apitalizm in vak tiyle söm ürdüğü ve bu gü n de çeşitli yollarla söm ürüsünü sürdürm eye çalıştığı dünya halkları da, em peryalizm e her gün yeni bir darbe indirerek, onu geriletm ekte. M illi bağım sızlık savaşlarıyla çalkalanıyor çağım ız. A syası, A frikası, Latin A m erikası ile dünya halkları, em peryalizm e karşı bağım sızlıklarını elde etm enin kavga sını veriyorlar. B ü tün bu gelişm eler, düşünce dünyasını da etkilem ez olur m u? Etkilem iştir elbette. 19. yüzyıl ortalarından başlayarak, düşünce dünyasına yeni bir görüş, yeni bir dünya görüşü doğar: M arksizm . Ve yanı sıra, yeni bir "d üşün m e y ön tem i" de getirir. N asıl, M odern Ç ağ'a girerken, düşünce dünyasında, -D e sca rte s'ın öncülük e ttiğ i- bir "y ö n tem k avgası" yapıl m ışsa, M arksizm in ortaya çıkışıyla da, insanlık, "d oğru düşünebilm enin y olu " üzerine b ir kez daha eğilir. V e b u gün, M arksizm in önerdiği düşünm e yöntem inin özellikle çağım ızın sorunlarını anlam akta ve onlara gerçekçi çö zü m ler getirm ekteki değerini, artık bü tü n aklı başında olanlar kabul ediyorlar. Bu düşünm e yöntem ine sırt çevi rerek tarihsel ve toplum sal araştırm alar yapılam az, gide rek bilim yapılam az denm ektedir. V aroluşçuluğun bü yü k tem silcilerinden olan J. P. Sartre, son bü yü k eserlerinden birinde, D iyalektik Aklın Eleştirisi'nde şunları söyler: "Tarihte Descartes ile Locke'un dönemi olmuştur; Kant'ın ve H egel'in dönemi olmuştur. Son olarak -içinde yaşadığım ız- M arx'm dönemi gelmiştir. Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşünceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor. Daha önce söyledim, şimdi de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yo 24
rumu diyalektik m addeciliktir." "V e çünkü -y in e Sartre'a g öre- gerçekliğin kendisi M arksisttir ve Marksizm -h iç olmazsa çağımız için - aşılmaz durumdadır".
Böyle söylüyor J. P. Sartre, hem de bir bu rju va filozof olarak böyle söylüyor. Biz ne yapm ışız? Ve ne yapıyoruz bu gü n de? Bizde M arksizm öteden beri bir "zabıta vakası"dır; M arx'in arkasında polis, ceza kanunu ve savcılar vardır. İnsanlığa yeni bir düşünm e yöntem i öneren kişiyi böyle karşılar olm uşuzdur ülkem izde. "K ö k ü dışarda ve zarar lı id eo lo ji" denilerek küfredilir kendisine ve kovuşturu lur. A m a bu arada, -"m illiy e tç ilik " de içinde olm ak ü ze r e - hem en bütün düşünce akım larının bize dışardan gel diğini unutm uşuzdur. Ve bir şeyi daha unutm uşuzdur: İnsanlık eğer yeni bir düşünce biçim inin gereksinm esi içine girm işse, bu nu n ya salarım M arx ya da Engels olm asa bir başkası bulacaktı. G izli kalm asına olanak var m ıydı bunların? A slında sanayileşm em iş ve -e n b a ş ta - o yüzden çağı nın gerisinde, giderek dışında kalm ış bir toplum un dra m ıdır bu. A m a Türkiye sanayileştikçe, onun toplum sal, si yasal, gid erek ideolojik sonuçları da -iste r istem ez - kendi ni kabul ettirecektir. K açınılm az bundan! G ericiliğin ve yobazlığın bugünkü karanlığından, çağı m ızın aydınlığına da o zam an çıkacağız. K apitalizm den sosyalizm e geçiş çağında, Türkiyeli bir insan olarak, çağdaşlığın şu üç "asg ari" ölçütünü de u nu t m am alı: M illi bağım sızlığa inanm ak, laik olm ak ve dem okrat olm ak. Bunlardan birinin eksik olduğu bir kafa, çağdaş değil dir, giderek uygar değil. Bir şeyi daha unutm am alı: Çağdaşlık, birtakım erdem leri kendisinde toplayıp, sonra da bir kenara çekilip olup biteni "tem a şa " etm ek dem ek değildir. Çağdaşlık, çağdaş lık uğruna verilen kavgaya katılm ayı da içine alıyor. Sö m ürülen, ezilen ve horlanan insanlar için daha güzel bir 25
dünya, daha insanca bir düzen yaratm anın yolu buradan geçiyor çünkü. Söm ürüye ve em peryalizm e karşı direnm ek, özgürlük ve bağım sızlık uğrunda m ücadele etm ek. Ç ağdaşlık bu kısacası! Büyük Fransız şairi ve yazarı Paul V aléry, u ygarlıkla rın ölüm lü oldukları gerçeğini I. D ünya Savaşı'nın sonun da söylediği şu özlü sözlerle bir kez daha dile getirir: "B iz uygarlıklar, artık ölüm lü olduğum uzu biliyo ru z." Am a nasıl bir ölüm dür bu? Y üzyıllar ve binyıllar süresince, çeşitli uygarlıkların, kireçli topraklardaki kaynaklar gibi uzun süre kaybold uk tan sonra -b ir ö lçü d e - yeniden ortaya çıktıklarını görüyo ruz. Ö rneğin tarihçiler, "K elt u y g a rlığ ın ın hâlâ yaşayan kalıntılarına rastlıyorlar. Siyasal kopuşlar, bü yü k felaketler ve kesiklikler ötesin de, uygarlıklar, zam anda ve m ekânda -b ir yığın etki ve tepki ile - varlıklarını sürdürürler: Ö rneğin, Batı A vru pa'd a R önesans adı verilen "u y an ış", uzun süre ölm üş bi linen bir uygarlığın, Yunan ve Rom a uygarlıklarının tek rar ortaya çıkm asından başka bir şey değildir. Gerçi 15. ve 16. yüzyıllarda bir Y unan ve Rom a uygarlığından söz ed i lem ez: O yüzyıllarda A vru pa'd a uygarlık, bir İtalyan uy garlığıdır, bir Fransız, bir İngiliz, bir İspanyol... uygarlığı dır. Am a yine de antik kaynaklardan beslenm ektedir bü tün bunlar. Bunun gibi, yeraltı göm ütleri zam anındaki H ı ristiyanlığın, bir 18. yüzyıl H ıristiyanlığıyla ya da bu gü n kü H ıristiyanlıkla benzeşm ediğini söyleyebiliriz. Ama hepsinde b ir sürekliliğin bulunduğu da açık. Tarih bilim i, öteki bilim lerin de yardım ı ile, yakın ya da uzak geçm işi araştırm a yöntem lerini geliştirdikçe, çeşitli uygarlıklar arasındaki derin bağlılık daha açık bir biçim de ortaya çıkm akta. Şunu da belirtelim ki, ulaştırm a araçlarının hızlanm ası, düşünce ve sanatı yaym a yollarının artm ası (radyo, sine ma, televizyon...), teknik ilerlem enin gitgide bütün dün yaya yayılm asıyla, bugünkü uygarlıkların "tek bir u ygar lık" halinde birleşm eye doğru gittiğine, bir "D ü n ya U y 2(>
garlığı"nın doğm ak üzere olduğuna inananlar, ulusal ge leneklerin, dil ayrılıklarının, ekonom i, sosyal yapılar ve dinsel inanışlar yüzünden beliren farklılaşm aların ne den li bü yü k bir engel olduğunu da hesaba katm alıdırlar. ★ İçinde yaşadığım ız dünya, çeşitli uygarlıkları barın d ı rıyor. Sayıları hakkında herhangi bir tartışm aya girm e den, bunların en belli başlıları şunlar: Batı uygarlığı, Latin A m erika uygarlıkları, Sosyalist A vrupa uygarlığı, İslam uygarlığı, Hint uygarlığı, Çin uygarlığı, Japon uygarlığı, Kara A frika uygarlıkları. Ne var ki, yaşadığım ız dünya, uygarlıklar planındaki bu bölünüşten çok daha başka, çok daha köklü bir bölü nüşü barındıran ve onun sorunlarını yaşayan bir dünya. İktisadi, sosyal ve giderek kültürel gerçekler bakım ından, üçe bölünm üş durum da dünyam ız: Batı dünyası, Sosya list dünya ve Ü çüncü D ünya diye adlandırılıyor bu bölü nüş. Tem eldeki bölünüşü bunlar tem sil ediyor. U ygarlıklar arasındaki bölünüş ise, bu tem eldeki bölü nüşün üstüne kurulu bir başka gerçek. A çıklam alarım ızı bu üçlü tablo üzerine kuracağız biz de. T ü rkiye'yi ise, -b u tablo içindeki yerini belirledikten so n ra - ayrı bir bölüm de inceleyeceğiz. OKUM A Y A M Y A M LIK M A SA LI Bundan bilemediniz yirmi yıl öncesine kadar Afrika, çoğu muzun kafasında insan eti yiyen ilkel ve vahşi insanların yaşa dığı büyük bir kara parçasıydı. Sömürgeci düzenin sürdürül
mesi amacıyla tezgâhlanıp sunulan bir yamyamlık masalını, sanırım çoğumuz anımsarız. Jomo Kenyatta, Kenya'da bağım sızlık savaşı açtığında, gazeteler M au-M au'ları insan eti yiyen yamyamlar diye göstermişlerdi. Uygarlıkla ilişkisi olmayan bu 'yam yam 'ları, eski deyimle 'zaptürapt' altında tutmak gereki 27
yordu. Yiyip içip sömürgecilere dua etmeliydik: Bu vahşiler gü nün birinde öteki kara parçalarına da atlayıverirlerse halimiz ni ce olurdu? Bir kazanda haşlanmamak için, Afrika'nın sahipleri nin orada kalması zorunluydu. Geçenlerde Güney Amerika'da bir uçak kazasına uğrayıp sağ kalarak And Dağları'ndaki kuş uçmaz kervan geçmez bir bölgeye düşenlerin, kurtarılmayı beklerken kazada ölenleri ye mek durumunda kaldıklarını okuyunca bu 'yam yam lık' masalı geldi aklıma. Önce, "Kim bilir, belki de insan eti yiyen bu kaza zedeler arasında, Kenyatta'nın yamyamlığına inanmışlardan bi ri de vardı" diye güldüm. Sonra düşündüm: İnsanoğlu, doğa karşısındaki savaşını, bizim uygarlık düzenimizin sınırları dı şında sürdürmek durumunda kalınca nasıl da değişiyor. And Dağları'na giden kurtarma ekipleri biraz daha geç kalsaydılar, ölü insan etini yiyip tüketen sağlar, en güçsüz olandan başlaya rak birbirlerini öldürüp yiyeceklerdi belki de. Buradan, VVilliam G olding'in o büyük ve seçkin rom anı Lord o f the Flies'ı [Sineklerin Tanrısı] anımsadım. Roman, tatile giden bir grup il kokul çocuğunun, bir uçak kazası geçirerek ıssız bir adaya dü şüşleri ile başlar. O, hepsi de seçkin ailelerin ince, uygar, çıtkırıl dım çocuklarının, doğanın ilkel yaşam koşullan karşısında bar barlaşmaları; doğa yasası gereği gürbüzün zayıfa karşı giriştiği kaba, aman vermez ve korkunç zorbalık anlatılır. İlkokul çocuk larının ıssız adadaki yaşamlarını düzenlemek için örgütlenişleri ilkel bir kabile düzenindedir; avlama, barınak kurma vb. ile ilgi li işbölümünün yapısı ve totem ayinleriyle tam bir kabile yaşa mıdır bu. Bizim uygarlık ölçülerim iz, içinde bulunduğum uz toplum yapısını belirleyen ilişk ilerin ulaştığı düzeye bağlıdır. Afri ka'daki Bororo kabilesine bağlı bir insanın dünyayı yansıtışı, el bette bizimkine benzemeyecek. Ama bu benzemezliği ölçü alıp onları 'geri'likle nitelem ek geçerli sayılabilir mi? Fransız top lumbilimcisi L. Levy Bruhl, Bororo kabilesi insanının kendisini hem bir papağan hem de bir buğday tanesi saymasına bakarak bir genellemeye varmış, bu ve buna benzer toplulukların insan larının ilkel bir m antaliteye sahip olduğunu söylemişti. Bruhl, 'bizim ' uygarlığımızın mantığının "b ir şey hem kendisi hem de başka şey olam az" ilkesine başvurarak bu sonuca varıyordu. Gel gelelim, sömürge çağının bilimi de değişiyor bugün. Çağı-
2H
rmzın büyük düşünürlerinden biri olan Lévi-Strauss, " ilk e l" toplumla "uyg ar" toplum arasında bir ilerilik ya da gerilik ayrı mından söz edilemeyeceğini ortaya koymuştur. Ona göre, Bruhl'ün 'ilk e l' dediği insanlar, en az bizim kadar uygardırlar; d eğişiklik, her iki uygarlıkta düşüncenin birbirinden farklı sem boller sistem iyle dile getirilm esindedir. Montaigne'in de diği gibi, "aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz yamyam lara ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz." Söz Montaigne'den açılmışken, "Yam yam lar Üstüne" adlı denemesindeki çok sevdiğim bir bölümü buraya aktarmadan edemezdim. Kral Charles çağında Fransa'nın Rouen kentine ge len üç yamyam kralın önüne çıkarılır: "Kral uzun ıızıın konuş tu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel şehir örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en çok neyi beğendiklerini sordu. Yamyamlar üç şey söylediler; iiçüncüsünü ne yazık ki unutmuştum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir kra la bekçilik, uşaklık ettikleri, niçin bunlardan birinin kral seçil mediği olmuş. İkincisi, kendi dillerinde bir tek bedenin, eli, ko lu, parçaları, birbirinin yarısı olarak anlatılan insanlardan kimi lerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif sürüp de birçokları nın dilenciler gibi kapılarda açlık ve perişanlık içinde yaşadıkla rı olmuş." Yamyam aklı işte, ne olacak! (Hilmi Yavuz, "Yamyamlık Üstüne", Yeni Ortanı, 10 Ocak 1973)
SO RU LA R 1. Uygarlığın kaç anlamı vardır? Bunlar içinde bilimsel olanı hangisidir? 2. "Civilisation" kelimesi, Batı'da hangi yüzyılda ve hangi anlamda ortaya çıkıyor? Nedenleri? 3. Batı uygarlığının tekliği ve üstünlüğü söylencesinin sona ermesinin nedenleri nelerdir? 4. Bir uygarlığın öğeleri nelerdir? Bu öğeler içinde, bir uygar lığın gelişmesini en çok etkileyen öğe sizce hangisidir? 5. 'Türdeş bir uygarlık olabilir mi? Olamazsa niçin? 29
6. Uygarlıkların evrimi hakkında ileri sürülen görüşler neler dir? Bunlar içinde bilim sel olanı sizce hangisidir? Niçin? 7. Bugünkü dünyada “teknolojik" gelişmeler, uygarlıklar arası etkilenmeler bakım ından ne gibi bir rol oynuyor? Bunun gelecek için olası sonuçları sizce neler olabilir? Bir "Dünya Uy g a rlığ ın ın doğmasının önünde ne gibi engeller vardır? 8. Uygarlık ile çağdaşlık arasında ne gibi bir ilişki vardır? Özellikle Türkiye'de, çağdaşlığın “asgari ölçütleri" nelerdir? 9. Y am yam lık m asalı aslında niçin uydurulm uştur? Montaign e'in denem esindeki yam yam ların görüşleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
.M)
I
BATI DÜNYASI
Batı uygarlığı, A vru pa'n ın batısında doğuyor ve ora dan çevreye yayılıyor. "B atı u ygarlığı" deyim indeki "batı"m n coğrafi anlam ı yalnızca bu. Yoksa, Batı uygarlığı, A vru pa'n ın bu gü n doğusunda bu lu nan ülkeler de içinde olm ak üzere, başka A vrupa ülkelerine yayıldığı gibi, A v rupa dışına da taşm ıştır. Ö rneğin, Birleşik A m erika ile K a nada, bir başka kıtada bu lu ndu kları halde, Batı u ygarlığı nın içindedirler. D ünyanın bir başka ucundaki A vustralya da öyle. Batı uygarlığı, bir coğrafi deyim değil, her şeyden önce b ir iktisadi ve sosyal sistem in ifadesidir ki, o da "k ap italiz m "d ir. G erçekten, Batı uygarlığı, kapitalizm in doğup geliştiği ü lkelerin uygarlığıdır. Ve kapitalizm , bu gü n bir "ileri sanayi kapitalizm i"dir. A m a ileri sanayi kapitalizm inin bulunduğu her ü lke nin bu uygarlığa girdiği de sanılm am alı. Ö rneğin Jap o n ya, bir ileri sanayi kapitalizm inin -h e m de büyük bir güç le - yürürlükte olduğu bir ülke olm asına karşın, Batı u y garlığının dışındadır. Ç ünkü Japonya, bir uygarlığı u y garlık yapan başka bazı öğeler -y a n i sanat, edebiyat, m ü zik, dinsel inanışlar vb - bakım ından Batı uygarlığında rastlanm ayan bü yü k farklılıklar gösterir. O halde, Batı uygarlığı, yalnız ileri sanayi kapitalizm i nin uygarlığı değil, aynı zam anda belli "kü ltü rel değer ler "in de uygarlığıdır. N edir bu kültürel değerler? H angi kaynaklardan doğ m uş, nasıl gelm iştir? Ve nasıl bir tablo ortaya koym aktadır bugün? A şağıdaki paragraflarda bunları göreceğiz.
33
BOLUM I BATI UYGARLIĞININ KAYNAKLARI Batı u ygarlığı, aslında ortaçağ ın son ların a doğru b a ş layan bir g elişm enin ü rün üd ü r. Bir iktisadi sistem in, "k ap ita liz m "in dam gasın ı taşır bu gelişm e. V e bu g eliş m enin b ay rak tarlığ ın ı y apan sosyal bir sınıf vard ır bir de: "B u rju v a z i". N e var ki, bu gelişm e daha önceki çağ ların kültür m irasına da konm uştur. Bu g elişim in taşıd ı ğı kend ine özgü ren klerin fon bo y asın d a işte bu kültürel m iras yatar. N edir o m iras? Batı uygarlığı, ilkçağdan Y unan ve R o m a'n ın m irasına konm uştur. İlkçağın sonlarına doğru ortaya çıkan H ıristi yanlık bir başka tem el öğedir. Ö zellikle H ıristiyanlık, or taçağda, K ilisesi ile, B atı'nın inanç dünyasına dam gasını vurur. Bu dam ganın, ileriki yüzyıllarda kendini duyurduğu ilişkiler ve kurum lar olacaktır. ESKİ Y U N A N 'IN M İRA SI Batı uygarlığının ilkçağdaki en önem li kaynaklarından biri, Y unan uygarlığıdır. B atı'yı iki yoldan etkiledi bu uygarlık: Ö nce, R om alılar yoluyla. Ç ünkü Y unan uygarlığı, -H ellen istik hüküm darlıklar aracılığı ile - Rom a İm paratorlu ğu 'nu derinden derine etkilem işti. Y unan kültürünü özüm seyen Rom alılar, onu aynı zam anda Batı'ya geçir m işlerdir. Ne var ki, Yunan uygarlığı asıl etkilem esini sonraki yüzyıllarda, özellikle R önesans'ta yaptı. G erçi O rtado ğu'da da A ristoteles'in eserleri -e n azından ö z etleri- b ili nirdi. 12. yüzyılın sonlarında A raplar sayesinde, Yunan 35
kültürünün m etinleri yeni yeni Batı'ya sokulm uş ve bü yük yankılar uyandırm ıştı. Ama asıl R önesans'tadır ki, Yunan uygarlığının eserleri sanki yeniden keşfedilir. Y u nan uygarlığının Batı'yı doğrudan doğruya etkilem esi de, işte o tarihlerden başlar. Yunan uygarlığı, hangi alanlarda etkiledi Batı'yı? Başta felsefe, sanat ve edebiyat geliyor. Ama hepsi bu değil. D em okrasi ideali
Yunanlılar, "D oğu desp otizm i"n e karşı "dem okratik yönetim "in ilk uygulayıcıları oldular. Rejim in yalnız biçi mi değil, kelim enin kendisi de onların. Yunanca "d em o s" (halk) ve "k rato s" (iktidar) kelim elerinden oluşuyor de m okrasi: "H alkın iktidarı" dem ek. Y alnız dem okrasi mi? M onarşi, aristokrasi, oligarşi, dem agoji, tirani... gibi ke lim eler de Batı'ya Yunancadan geçm iş. Ve edebiyatta, fel sefede bugün de kullanılan yığınla kelim e, gene onlardan. Eski Y unan'da dem okratik yönetim , özellikle A tina si tesinde uygulanm ış. Atina'da iki önemli siyasal kurum vardı: Beşyüzler
Meclisi ile Eglezya. Beşyüzler Meclisi, otuz yaşını bitirm iş olan ve halkın bir vıl için kur'a ile seçtiği yurttaşlardan kurulu idi. Daha çok bir yürütme organı niteliğinde idi bu meclis. Eglezya, yani Halk Meclisi ise yirmi yaşını doldurmuş olan tüm yurttaşlardan oluşuyordu. Halk Meclisi, sitenin Agora denilen alanında yılın her otuz beş, otuz altı gününde bir kez toplanır; savaş ilanı, barış akdi, iç ve dış politikanın belirlenmesi ve özellikle kanunların yapılması gibi temel egemenlik haklarını kullanırdı. Bu meclis, bir yasama meclisi oluyordu böylece. Halk, egem enlik hakkını tem silciler yolu ile değil, bizzat kullandığı için de, tem silî bir dem okrasi değil,
doğrudan demokrasi niteliği taşıyordu Atina dem ok rasisi.
M-,
Atina dem okrasisi, bir tek kişinin egem enliği dem ek olan hüküm darlığı reddetm ekte; site işleriyle ilgili her çe şit düşünce ve görüşün tartışm asında özgü rlü k ilkesin i tanım akta, çoğu n lu ğu n oylarını, alm an kararların m eşru luğu için yeterli görm ekteydi. Yurttaşların özgürlüklerinin gerçek güvencelerinden biri olan k an u n lara saygı esasına dayanırdı Atina dem ok rasisi. Böylece, dem okrasi düşüncesi gibi, kanun ve ka nunlara saygı düşüncesini de Y unanlılar yaratm ış ve gele cek kuşaklara m iras olarak bırakm ışlardır. Ne var ki, günüm üzdeki dem okrasilerden farklı bir ya nı vardı Atina dem okrasisinin: Gerçekte, bir az ın lığ ın de m okrasisi idi o. Yani halkın ancak bir bölüm ü dem okratik haklardan yararlanabiliyordu. "M etek " denilen yabancı lar ile "k ö leler" bu haklardan yararlanam azlardı; kadınlar da öyle. Ama halkın çoğunluğu da bunlardan oluşuyordu. Niçin böyleydi bu? Çünkü o günkü Yunan toplum unda egem en sınıflar, dem okrasiyi böyle bir çerçeve içinde anlıyor ve uygulu yorlardı. Üretim i sırtlanm ış olan kölelerin elini toplum un yönetim ine sokm ak istem iyorlardı daha doğrusu. Böyle olm akla beraber, A tina dem okrasisi, Doğu halk larının yönetim biçim i göz önünde tutulursa, büyük bir ilerilik idi insanlık tarihinde. Ve klasik Yunan kültürü, iş te bu dem okrasinin sağladığı siyasal özgürlük havası için de gelişebilm iştir. D em okrasiye borçluyuz onları. Bilim
M odern bilim , eski Y unan'a iki bakım dan borçlu: Önce, m atem atiğin ilkelerini onlar koydular: Tales'in teorem ini, Eukleides'in geom etrisini, A rşim ed'in (Arkhim edes) kanununu anım sayalım . Şu da var ki, yalnız ku ramsal değil, -ö zellik le tıp g ib i- deneysel bilim lerde de büyük şeyler bıraktılar Yunanlılar. Ve hâlâ her hekim , fakülteyi bitirirken, H ipokrates'e mal edilen bir andı içer. Tutar, tutm az o ayrı. Ama ant onun andı. 37
İkinci olarak, Yunan bilim sel düşüncesi, doğa olayları nın incelenm esinde büyüden kendini kurtarm ış olm akla yani "a k ılcı" olm akla da Batı'ya örnek oldu. Gerçekte, do ğa olaylarının "b elli kanu nlara" bağlı olduğunu, doğa dü zeninin "an laşılabilir" oluşunu ve insan aklının da bu ko nuları bulabileceğini, Yunan bilim sel düşüncesi ortaya koydu ilk önce. Edebiyat ve sanat Batı edebiyatına örneklik eden tem el ve ölüm süz eser leri Y unanlılar yarattılar: Trajedi ve kom edisi ile tiyatro, Yunanlılarındır. R öne sans'ta ve ondan sonra olduğu gibi, bugün bile, eski Yu nan tiyatrosunun büyük yazarları, A iskhylos, Euripides, Sofokles, A ristófanes gıpta ve esin konuşudurlar. T arih, Y unanlılardan önce, bir ad ve kronoloji listesin den başka bir şey değildi. H erodotos, bugün bile "tarihin b ab ası" diye anılıyor. Tukidites, eleştirici tarihin kurucu su olm ak onurunu bugün de taşıyor. D estanda, H om eros'u n îlyada ile O dysseia'sı, Batı k ül türünün bugün de tem el eserleri arasında. Lirik şiirde, Safo, hâlâ büyük bir zevkle okunur durur. M asalda, A isop os'u n yüceliği ve La Fontaine üzerinde ki büyük etkisini bilm eyen çok azdır. H itabet sanatın ı da Y unanlılar yarattılar. Büyük hatip D em ostenes'in bıraktığı söylevler, bugün de kom pozis yon ve hitabet örnekleri arasında. H ele eski Y u n an'ın m itolojisi, yalnız o uygarlığın ed e biyat ve sanatına değil, yüzyıllarca Batı edebiyat ve sana tına da esin kaynağı oldu ve olm akta. Y unan sanatı m im arlıkta ve özellikle heykelde öylesi ne şaheserler yarattı ki, B atı'nın etkilenm em esi olanaksız dı bunlar karşısında. Ö zellikle Rönesans'ta, Yunan sanatı nın etkisi kesindir. Fid ias'ın ve Praksiteles'in eserleri, yü z yıllarca güzelliğin kanunlarını tem sil ettiler. Yunan sana tındaki soyluluk, ahenk ve denge, Batı sanatında sanatçı ların ülküsü oldu yüzyıllarca. :W
Felsefe A m a Yunanlıların, Batı kültürünü -b e lk i d e - en çok et kiledikleri alan felsefedir. Felsefe, aslında eski Y un an'd a başlam ıştır; kelim e de oralı. G erçekten, felsefenin yanıtlam aya çalıştığı, "evrgjıin tem eli ve kaynağı n ed ir?", "in san yaşam ının anlam ı ve am acı nered ed ir?" gibi soru lan "a k la " dayanarak y anıtla m aya çalışan ilk düşünürler Y unan dünyasında yetiştiler: Eski Yunan filozofları, dinlerin ve m itosların (söylencele rin), bu çeşit sorulara verdikleri yanıtlarla yetinm ediler; "a k la " dayanan yanıtlar verm eye çalıştılar. O ysa eski Do ğu düşüncesinde, felsefe kendini dinden bütünüyle sıyıra rak, yalnız akla dayanan bağım sız bir araştırm a çabası olarak ortaya çıkam adı. - Yunan felsefesinin ilk döneminde ele alman temel soru, doğanın nereden geldiği, varlıkların nereden ve na sıl türediği sorusu. Bu ilk dönemde, Yunan felsefesi doğa
ya yönelm iş ve doğanın sırlarını açığa vurmaya çalışan bir düşünce çabasıdır. - İkinci dönemde, özellikle SokratesTe birlikte, "insan nedir?" sorusunun ve ahlak sorununun önem kazandığı nı görüyoruz. Felsefe insana yönelmiştir böylece. Yine aynı dönemde, Platon ve Aristoteles gibi filozoflarla, fel sefe hem doğanın, hem insanın kavranılmasına yönelir, yani gerçekten evrensel bir bilgi olma amacını taşır. - Üçüncü dönemde ise, Stoacılık ve Epikurosçuluk akımlarıyla, felsefe, "erdemli yaşam nedir?" ve özellikle
"insanın mutluluğu nerededir?" sorusuna yöneliyor. - Dördüncü dönemde, yeni bir dinle -yan i Hıristiyan lık la- karşı karşıyadır felsefe.
Batı'nın, Yunan felsefesinden etkilenm esi, giderek ona sahip çıkm asının sosyal nedeni ne? Şu: Batı uygarlığını yaratan sınıf, yani burjuvazi, R öne sans'la beraber girdiği bü yü k uyanış dönem inde, "im an ve o torite"n in yerine "akıl ve d en ey"i geçirecektir. R öne sans insanı -ile rid e göreceğim iz g ib i- doğa ile kendisi ara 39
sındaki bütün perdeleri kaldırarak, hem doğaya hem de kendisine yeni bir gözle bakm ak, doğa ve insanı yeni bir gözle incelem ek isteyen insandır. Böyle bir insanın, eği lim leri ile zıtlaşan "skolastik dü şü nce" ve onun tem silcile ri -ö z ellik le K ilise- ile daha iyi savaşm ak için, ortaçağdan önce insanoğlunun bilgi ve kültür alanında yaratm ış o l duğu ürünleri arayıp bulm ası, ilgiyle karşılayıp ben im se m esi doğaldı. İşte eski Yunan felsefesi, böyle bir gereksin m e sonucunda, doğan yeni bir uygarlığın, yani Batı uy garlığının felsefi düşüncesinin kaynaklan arasına girdi pek haklı olarak. Daha doğru bir deyişle, başlıca kaynağı olup çıktı. DAHA Ç O K BİLGİ Azra Erhat, M itoloji Sözlüğü, 2. Bası, İstanbul, 1978. Suat Yakup Baydur, Hellen-Latin Eski Çnğ Bilgisi, İstanbul, 1948. John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi (çev. D. Bartu), İs tanbul, 1978. Gilbert Murray, Yunan M edeniyeti Niçin Ebedidir? (çev. O s man Derinsu), İstanbul, 1940.
OKUM A YU N A N LILA R A EN ÇO K NE B O RÇ LU YU Z? Uygarlığın Yunanlılara en çok hangi bakımdan borçlu olduğu sorulunca, her şeyden önce ve en doğal olarak, onların edebiyat ve sanattaki yüksek başarıları akla gelir. Fakat bu soruya, Yunan lılara karşı en derin şükran borcumuz, onların düşünce ve tartış ma özgürlüğünün ilk yaratıcıları olmalarından dolayıdır, yanıtı verilirse daha doğru olur. Çünkü düşünce özgürlüğü, onların yalnız felsefi düşüncelerinin, bilim alanındaki görüşlerinin, siya sal kurumlardaki denemelerinin ana koşulu olmakla kalmamış tır. Edebiyat ve sanatta erdikleri yüksek aşamanın da başlıca ko şulu olmuştur. Örneğin, Yunan edebiyatı yaşamın özgürce eleşti rilmesi olanağından yoksun kalsaydı, bu üstünlüğüne eremezdi asla. Fakat onların yarattıkları yüksek eserler bir yana bırakılsa, 40
hatta onlar insani faaliyet alanının büyük bir bölümünde ortaya koydukları akla hayret verecek şeyleri yapmamış olsalardı bile, sadece özgürlük ilkesini kabul etmiş olmaları ile de insanlığın velinimetleri arasında en yüksek mertebeye çıkabilirlerdi; çünkü insanlığın ilerleyişinde en büyük adımlardan biri o ilkedir... Klasik eski tarihi -esk i Yunan tarihi kastediliyor- toptan bir bakışla gözden geçirirsek, düşünce özgürlüğünün, o devirlerde bir çeşit solunan hava gibi olduğunu görebiliriz. Bu özgürlük o kadar doğal sayılırdı ki, hiç kimse onunla uğraşmazdı. Gerçi, Atina'da yedi sekiz düşünür inanç ayrılığından dolayı cezaya uğradı. Fakat bunların birkaçının, belki de çoğunun cezaya uğ ramasında inanç ayrılığı bir bahaneden ibaretti... Eğitim görmüş Yunanlılar, hep hoşgörü sahibi insanlardı; çünkü aklın dostu idiler. Ve ondan üstün hiçbir otorite tanımazlardı. Düşünceler zorla değil, kanıtlama ve tanıtlamayla kabul ettirilirdi; hiç kim seden, "Gökler Saltanatı"na küçücük çocuklar gibi inanıvermesi ya da zekâsını -yanılm azlığı ileri sürülen- bir otorite önünde secde ettirmesi istenmezdi... (John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi, çev. D. Bartu, İstanbul, 1978)
SO RU LA R 1. Yunan uygarlığı Batı'yı kaç yoldan etkiledi? Bu yollar için de Arapların bir rolü olmuş mudur? Olmuşsa nasıl? 2. Yunan uygarlığı, Batı'yı hangi alanlarda etkilemiştir? 3. Eski Atina demokrasisinin nitelikleri nelerdir? O demok rasinin bu nitelikleri taşımasının başlıca nedeni nedir? 4. Yunan bilimsel düşüncesinin ana niteliği nedir? Yunan bil ginlerinden kimleri tanıyorsunuz? 5. Yunan edebiyatı ve sanatının Batı'yı etkileme gücü nere den geliyor? Yunan edebiyatçı ve sanatçılarından kimleri bili yorsunuz? Bunların başlıca eserleri ile, sanatlarındaki özellikleri belirtiniz. Ayrıca bunlar, Batı edebiyat ve sanatında kimleri, na sıl etkilemişlerdir? Örnekler veriniz. 6. Yunan m itolojisinin büyük tanrıları ve kahramanları ara sında kimleri tanıyorsunuz? Yunan mitolojisini bilmenin yarar ları nelerdir? 41
7. "Yunan düşüncesi" ile "Doğu düşüncesi" arasındaki te mel fark nedir? Yunan felsefesinin gelişme aşamaları nelerdir? Rönesans'ın Yunan kültür ve felsefesini benim semesinin nedeni nedir? 8. Yunanlılara aslında en çok neyi borçluyuz? (Okuma par çasını okuyunuz.)
R O M A 'N IN M İRASI Y unan uygarlığını B atı'ya geçiren Rom a, ona kendi katkısını da ekledi. Bu katkı, Batı uygarlığını oluşturan öğeler arasında. A slında, R om a'nın m irası -Y u n a n 'ın m irası g ib i- her alanda zenginlik gösteren bir nitelik taşım az. Rom alılar, bilim lerin gelişm esine pek az katkıda bulunm uşlardır; m atem atik olsun, doğa bilim leri olsun, tıp olsun R om alı lara pek büyük şey borçlu değiller. Bu bilim lerde ya da teknikte, R om alıların hatırı sayılır herhangi bir buluşları gösterilem ez. Rom alılar, "H ellen istik " bilim i kabul etm ek le yetinm işlerd ir daha çok. Ama buna karşılık, asker, idareci, büyük m im ar ve bü yük hukukçu idiler Romalılar. Onun içindir ki, Batı uygarlı ğının "fikrî" temelini Yunanlılar kurmuşsa, "idari ve hukuk sal" temellerini de Romalılar kurmuşlardır hiç kuşkusuz. R om a hu ku ku
R om a'nın bü yü k yeteneği, siyasal bir yetenekti her şeyden önce. G erçekten, o dönem in pek ilkel olan ulaştır m a ve haberleşm e araçları göz önüne alınacak olursa, Ro m alıların, dil ve kültür bakım ından birbirinden pek farklı onca kavm i, im paratorluğun o denli geniş sınırları içinde toplayıp yüzyıllarca yönetebilm ek için büyük bir siyasal güce ve - o oranda d a - m aharete sahip bulunm aları gerek tiği kolayca anlaşılır. Rom a'nın dünyaya egem en olm asını sağlayan bu siyas.ıl yetenek yanında, bir İkincisi h u k u k sa l yeteneği idi. Roma luıkukıı, ne bir kişinin ne de birkaç kişinin eseri. Tersine, bıı luıkıık yüzyıllar boyunca gelişm iş ve bu geliş
me, Rom a tarihi boyunca sürüp gitm iştir. Zam an zam an çeşitli toplam aların konusu olan bu hukuk kuralları, son olarak, büyük Bizans İm paratoru Iu stinianus'u n girişi m iyle -İs ta n b u l'd a - toplanıp bir araya getirildi. Roma'nın eski görkeminin bilinç ve heyecanına sahip bir imparator olan -v e M.S. 527'den 565 yılına değin hü küm süren- Iustinianus, eski imparatorluğu yeniden kur mak arzusundaydı. Bir süre yaptığı başarılı savaşlarla -b ir ölçüde- gerçekleştirmişti de bu emelini. Roma hukukunun, eski Roma'nın yarattığı en büyük eserlerden biri olduğunu biliyor ve bu hukuka karşı büyük bir hayranlık besliyordu. Kendi girişimi üzerinedir ki, yüzyıllar boyunca işlenip ge lişmiş olan Roma hukuku kaynaklan, yani Romalı hukuk çuların eserleri ile imparator kanunları, birkaç külliyat ha linde bir araya toplandı. Biz, Iustinianus'un bu külliyatının bütününe -"m ed eni hukuk külliyatı" anlamına gelen"Corpus Iuris C ivilis" diyoruz. Iustinianus'un gerçekleş tirdiği bu eserin büyük önemi, Roma hukukunu gelecek kuşaklar için korumuş ve saklamış olmasıdır. Roma hukukunun modern dünya üzerindeki etkileri de bu sayede olabilmiştir ancak.
Bu eser, 12. yüzyıldan başlayarak, İtalya'd a Bologna Ü niversitesi'nde, derin incelem elere ve çalışm alara konu oldu. Asıl m etinleri "g lo ssa" denilen haşiyelerle yoru m la dıkları için g lo ssator adı ile anılan bilginler, öğretim lerini bu m etinler üzerine yaptılar ve bir süre sonra öteki İtalyan üniversiteleri ile başka ülkelerdeki üniversiteler de aynı yolda hareket ettiler. O rtaçağın sonlarına doğru, bu Rom a hukuku öğretim i, Bologna'daki beşiğinden çıkarak Batı A vrupa ü lkelerine ve oradan da -g ü n geçtikçe daha geniş ö lçü d e - bü tün dünya ü lkelerine yayıldı. Roma hukukuna gösterilen bu yakın ilginin ve onun gitgide yaygınlaşm asının altında, Batı'da o sıralarda do ğan kapitalizm büyük rol oynamış olsa gerek. Roma hu kukunun birçok ilkeleri, özellikle mülkiyetle ilgili kural ları kapitalizme uygun düşüyordu çünkü. 43
Roma'tim m irasçıları Batı'da R om a'nın m irasçıları kim ler olm uştur? Roma İm p aratorlu ğu 'n u n y ayılm ış olduğu sınırlar içinde yaşayan her halk, Rom a'nın dam gasını aynı derece de taşım am ıştır. R om a'nın m irasını temsil etm e bakım ın dan, ülkeler birbirinden ayrılıyor: - Önce, im paratorluğun doğu ülkeleri Yunan etkisinde olup, Rom a'nın dam gasını taşım az: Rom alılar o ülkelerde, yalnızca "H ellen istik " fethinden sonra da devlet örgütü nün ve kültür çevrelerinin dili olm akta devam etm iştir. - İm paratorluğun batı bölümünde, Kuzey Afrika, önce Vandallar, sonra da Araplarca istila edilmiş ve sonuçta İs lam uygarlığına girmiştir. Fas'tan Tunus'a değin, Rom a'dan kalan izler, yığınla anıtın yıkıntılarıdır yalnızca. Bunun gibi, im paratorluğun batısında, İngiltere, Ren ülkeleri, Güney A l manya ve Avusturya'da, Roma etkisini sürdürmüştür. Egem en durum a geçm ese bile. - Rom a'nın gerçek mirasçıları, Italyanlar olm uştur do ğallıkla. Bunun gibi, dilleri Latinceden gelen bazı halkları da Rom a'nın mirasçıları arasında saymalı: Rumenler, İspanyollar, Portekizler, Belçikalılar, İsviçreliler ve özellikle Fransızlar böyledir. Avrupa'nın Latin halkları adı verilir bunlara. Son olarak, Rom a İm paratorluğu'nun sınırları içinde doğup gelişm iş K atolik Kilisesi gelir ki, Rom a'nın dam gasını uzun zam an korudu. Gerçekten Roma, Katolik Kilisesi'nin m erkezidir. Bu Kilisenin dili bugün de Latincedir; duasını ve ayinini onunla yapar. Ve bugün de, A vru pa'da Katolik halkın çoğunlukta olduğu ülkeler, vaktiyle Rom a İm paratorluğu içindeydiler. Roma'nııı etkisine bir örnek: Fransa R om a'nın gerçek m irasçısı İtalya'dan, ileride Rönesans bölüm ünde bahsedeceğiz. Burada, onun bir başka m iras çısı olan Fransa üstünde duralım biraz. Fransızlar, ırk bakım ından, Rom alılardan çok G alyalı'ların (G aıılois) çocuklarıdır. Ne var ki, Fransız kültürü Roma uygarlığından doğm uştur bir bakım a. G erçekten Rom alılar, G alyalı'lara, kentlerde toplaşm a II
yı öğrettiler. Fransa'da, birçok büyük kenti, Rom alılar kurm uşlardır. Belediyeciliği öğreten Rom alılardır. R om a lılardan kalan karayollarının, çeşitli anıtların, su yolları nın, tiyatroların, ham am ların yıkıntıları, Rom a'nın kuru culuğunun canlı örnekleridir. Fransa'ya Rom a'dan kalan büyük m iraslardan biri de, hukuktur: Fransa'nın güneyin de, 1789 D evrim i'ne dek uygulanan hukuk, Rom a huk u ku idi. D evrim 'den sonra yapılan ve bugün de yürürlükte olan Fransız M edeni K aııunu'nda, Roma hukukunun bir çok kurum ve hüküm leri korunm uştur. Rom a tarihi, edebiyatı ve sanat eserleri, Fransa'yı sü rekli etkilem işlerdir. Ö zellikle bazı dönem lerde çok canlı dır bu etki. - Politikada, Roma İm paratorluğu'nda olduğu gibi, tek bir hüküm darın otoritesi altında birleşm iş, aynı uygar lığa sahip geniş bir im paratorluk düşüncesi, ortaçağda C h arlem ag n e ile K utsal R o m a-G erm en İm p arato rlu ğu'nun kurucularının ülküsü oldu. Daha sonra da N apolyon'un. Fransız devrim cileri, Rom a C um huriyet rejim i ile Rom a'yı Etrüsk despotlarından kurtaran Brutus gibi kahra m anlara karşı büyük bir hayranlık duym uşlardır. Plutarkos'un bahsettiği Rom a yurtseverliği ve erdem leri ile G racchu s'lar ve onların ünlü toprak kanunu için de. Hele, Rom a C um huriyet dönem inin özgürlük ideali, onları bü yüleyen şeyler arasındaydı. - Edebiyat ve sanatta, Rom a'nın etkisi, özellikle 16., 17. ve 18. yüzyıllarda büyük olm uştur: G erçekten 16. yüzyılda, Fransız Rönesansı, esinlendiği İtalyan R önesansı gibi -k ısm e n de o ls a - Yunan ve Latin yazarlarının eserleri ile, eski Rom a anıtlarının öykünm e sinden doğm uştur. XIV. Louis zam anında, Fransa'nın büyük klasik yazar ları, Boileau, M olière, Corneille, Racine, eski Romalı ya zarlardan esinlenm işlerdir. K ahram anlarını bile Rom alı lardan seçm iştir kimisi. 18. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle H erculanum ve Pom pei gibi eski Rom a kentlerinde yapılan kazılardan sonra, eski Rom a eserleri için bir m erak ve giderek bir tut kunluk başlam ıştır ki, ta N apolyon dönem inin sonlarına 45
değin sürecektir bu. Paris'teki birçok anıt, ünlü Z afer T a kı, M adeleine K ilisesi işte bu dönem in ürünleridir. Büyük ressam D avid 'in kim i tabloları da. Ö zetle, eski Rom a, Fransız kültüründe yaşam ını sürdü rür gider. Latince, öğretim de bugün de önem li bir yer tut m aktadır. D A H A Ç O K BİLGİ R. H. Barrow, Romalılar (çev. E. Gürol), İstanbul, 1965. Suat Yakup Baydur, Hellen-Latin Eski Çağ Bilgisi, İstanbul, 1948. John Bury, Diişiince Özgürlüğünün Tarihi (çev. D. Bartu), İstanbul, 1978. A. B. Schwarz, Roma Hukuk Dersleri (çev. T. Rado), 7. Bası, İstanbul, 1965.
OKUM A R O M A N IN T A R İH SEL RO LÜ N ED İR ? Geçen yüzyılın en büyük Alman Roma uygarlığı uzmanların dan ve hukukçularından biri olan Rudolf von Jhering (18181892) Roma Hukukunun Ruhu (Geist des Römischen Rechts) adlı ese rinin başında şu satırları yazmaktadır: "Rom a kendi kanunları nı, dünyaya üç kez kabul ettirdi; çeşitli milletleri üç kez birlik ha linde bir araya topladı. İlk kez, Romalılar henüz güçlerini tam olarak korudukları bir dönemde, bu kaynaştırma bir devlet bir liği içinde gerçekleştirildi. Siyasal yıkılıştan sonra kendini göste ren ikinci büyük birlik, Kilise birliği biçiminde oldu. Üçüncüsü, Roma hukukunun kabulü dolayısıyla hukuksal bir birlik biçi minde ortaya çıktı. Birincisinde silah gücüyle oluşturulan kay naşma, öteki ikisinde manevi alandaki güç ve üstünlüklerin ürü nüdür. Kısaca diyebiliriz ki, Rom a'nın tarihsel görevi ve tarihte oynadığı rolün önemi, onun sayesinde evrensellik ilkesinin
milliyet ilkesinden üstün tutulmasındadır." (A. B. Schwarz, Roma Hukuku Dersleri çev. T. Rado, 7. Bası, İstanbul, 1965, s. 9-11) (Not: Bu çeviri Türkçeleştirilmiştir) 46
SORULAR 1. Roma uygarlığı, eski Yunan uygarlığına oranla hangi ba kımlardan önemlidir? Rom a'nın tarihsel rolü ne olmuştur? (Okuma parçasını okuyunuz.) 2. Roma hukuku Batı hukukunu ne zaman ve nasıl etkileme ye başlamıştır? Bunun iktisadi nedenleri nedir ve sonuçları ne olmuştur? 3. Rom a'nın mirasçıları Batı'da kimler olmuştur? Bu etki her ülke için aynı mıdır? 4. Rom a'nın etkisine, Fransız tarih ve kültüründen örnekler veriniz.
H IR İSTİY A N LIK İsa ve öğretisi H ıristiyanlık, Doğu m istisizm inin, Yahudi m esihciliğinin, Yunan düşüncesinin ve Rom a evrenselciliğinin "k a v şak noktasınd a" ortaya çıktı. D oğduğu yer, böylesine etkilerin odaklaştığı bir yer. H ıristiyanlığın kurucusu İsa, ilk Rom a im paratoru Augustus zam anında, Filistin 'd e dünyaya geldi. Ve orada va azda bulundu. K urduğu din, kendisinden çok sonra, Ro ma İm paratorlu ğu 'nu n resm î dini haline gelm iş ve sonuç ta tüm Batı dünyasının egem en dini olm uştur. İsa'n ın öğretisinin tem eli şu: Tanrı, şefkati bütün evre ni kapsayan bir Baba'dır. Ve yeryüzünde "T an rı'n ın sal tan atı" hüküm sürecektir günün birinde. İsa'n ın öğretisinin tem eli olan "T an rı saltanatı" düşün cesi için, "in san düşüncesini harekete geçiren ve kafasını değiştiren en büyük ihtilal doktrinlerinden b irid ir" der, İngiliz tarihçisi W ells. İsa, T an rı'nın evreni kavrayan babalığı adına, neye kar şı çıkıyor ve ne getiriyordu? Ne idi içeriği "İsa 'n ın ihtilalciliği"nin? Önce, zam anının dar m illiyet inancına karşı çıkıyor du İsa. İsa'dan önce Yahudiler, evrenin biricik Tanrı'sı olan 47
"Y eh ova"n ın , bir adalet Tanrısı olduğuna inanıyorlardı. Ancak Yehova, kendisiyle pazarlık da edilebilen bir Tanrı idi. Nitekim bu Tanrı, İbrahim Peygam ber'le pazarlık ede rek, Yahudileri yeryüzünde "egem en bir ırk" haline getire ceğine söz vermiştir. Oysa, İsa'ya göre, Tanrı'yla pazarlık olmaz. Ve gelecekteki Tanrı saltanatında ayrıcalıklı ırk, ay rıcalıklı insanlar yoktur. Bütün insanlar kardeş ve birbi rine eşittir. Tüm insanlar bu İlahi Baba'nın evlatlarıdır. G ünahkârları da içinde olm ak üzere. - İsa, zam anının dar aile bağlarına da karşı çıkıyordu. Yahudiler, aile bağları çok güçlü olan bir kavim di. İsa'nın aşıladığı büyük Tanrı sevgisi, onların dar ve sınır layıcı olan aile kurum unu parçalayacaktı. Tanrı saltanatı, İsa'nın arkasından gidenlerden oluşacak büyük bir aile topluluğu olacaktır. Şöyle diyordu İsa: "G öklerd e olan Babam ın iradesine kim uyarsa, benim kardeşim , kız kardeşim ve anam olu r". - İsa, zam anının iktisadi düzenine, zenginliğine ve kişisel ayrıcalıklara da karşı çıkıyordu. M adem ki, bütün insanlar, Tanrı Ü lkesi'nin u yruklarıy dı; o halde varları yokları da bu ülkenindi. H er insan için doğru yol, biricik doğru yol, olanca varlığı ile Tanrı'ya hizm et etm ektir. İsa, tekrar ve tekrar, özel servetleri ve bü tünüyle Tanrı'ya adanm am ış yaşam ları kötüler: "Z en g i nin Tanrı Ü lkesi'ne girm esi devenin iğne deliğinden geç m esinden daha güç olacaktır" sözü onundur. - Son olarak, İsa, zam anındaki yerleşik dine bağlı kim selerin çıkarlara dayanan sahte dürüstlüklerine de taham mül edem iyordu. G österdiği kızgınlığın büyük bir kısm ı da o zam anki din adam larının, din kurallarıyla ilgili bi çim ciliklerine karşıdır. Özetle, İsa'nın vaat ettiği göz kam aştırıcı ülkede, ne m ülkiyet ne ayrıcalık ne gurur ne iistlük-altlık olacaktı. Sevgiden başka ödül bulunm ayacaktı orada. Bütün bunlarla, İsa, içinde yaşadığı toplum un düzen ve inançlarına karşı çıkıyordu. O düzenden yararlananlar da ona karşı çıktılar ve "garip bir yönetim kurm aya yel tenm ekle" suçladılar. Ve çarm ıh a g erd iler. ■IH
 det yerini bulsun diye yargılam ayı da unutm adılar doğallıkla. H tristiya nlığııı yayıl ması H ıristiyanlık, başlangıçta bir "y o k su llar h arek eti" ol m uştur. İlk K ilise, bir yoksullar birliği, bir kardeşler toplu luğu idi; "y o k su l" (ebionim ) diye adlandırılırdı ilk H ıristiyanlar. "H ıristiyanlığın kurulm ası, halktan gelen insanla rın şim diye değin başardıkları en bü yü k eserdir". Büyük Fransız düşünürü Ernest R en an'ınd ır bu söz. İsa'nın öğretisini, onun ölüm ünden sonra, Çöm ezleri (H avariler) yayar. Dinin dayandığı esasları içeren kutsal m etinlerin yazılm ası da İsa'dan sonra olur. Bu çömezler içinde özellikle Aziz Paulus, çok önemli bir yer tutar. Yahudiliği, Mithra dinini ve o zamanın İsken deriye'sinde egemen inanışlarla ilgili birçok düşünceleri ve anlatımları Hıristiyanlığa sokan o olmuştur. İsa'nın, Tanrı Osiris gibi, yeniden dirilmek ve insanlara ölümsüzlük ver mek üzere ölen bir Tanrı olduğu inancını aşılayan da odur. Dinin tutunması ve yayılmasındaki hizmeti ne denli bü yük olursa olsun, "Tanrı-İsa" ile "İnsanlığın babası olan Tanrı" arasındaki hısımlık konusunda karışık ilahiyat kav galarına yol açan da yine Aziz Paulus olmuştur. Kısacası, hayli azizlikler etmiştir Hıristiyanlığa Aziz Paulus!
İsa'dan sonraki iki yüzyıl boyunca, H ıristiyan dini Ro ma İm paratorluğu'nda durm adan yayılıyor. Yeni dinin, Filistin'den çıkarak Roma İm paratorluğu'nda hızla yayılm asında, taşıdığı düşünceler kadar -belki onlar dan da ço k - o zamanın Rom a'sındaki sosyal gerçekliğin bü yük payı vardır: Roma devletinde düzene, kanunlara ve te amüllere olan o eski güvenden eser kalmamıştı. Bir yanda kölelik, zulüm ve korku, öte yanda israf, ihtişam ve sefahat hüküm sürüyordu. Bir huzur özlemi içinde idiler ezilen yı ğınlar. Onları yeni dinin, yani Hıristiyanlığın kollarına atan başta bu sosyal koşullardı. 49
Ve H ıristiyanlık da, bu zavallılara aradıkları huzuru verebilecek bir içerikte idi. Bütün öteki dinlerden daha fazla. Roma im paratorlarının bu yeni dine karşı takındıkları tavır, düşm anlıkla hoşgörü arasında değişm iştir. İsa'dan sonraki 2. ve 3. yüzyıllarda, bu yeni inanışı ortadan kaldır ma yolunda girişim ler olm uş ve sonuçta İm parator Diocletianus zam anında açıkça zulm edilm iştir H ıristiyanlara. Ne var ki, onları yıldırm am ıştır bu zulüm ler. 317 yılın da da Büyük C onstantinus H ıristiyanlığı kabul etm iş ve böylece yeni din, im paratorluğun resm î dini olm uştur. Batı Rom a İm paratorluğu barbarların darbeleriyle yı kıldıktan sonra, Rom a'daki K atolik K ilisesi, uzun yüzyıl lar kendisini Rom a devletinin m irasçısı olarak görecek ve gösterecektir. D A H A Ç O K BİLG İ John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi (çev. D. Bartu), İstanbul, 1978. Félicien Challaye, Dinler Tarihi (çev. S. Tiryakioğlu), İstanbul, 1960.
OKUM A H IR İST İY A N LIK N A SIL BİR SEN TEZD İR ? Hıristiyanlığın öteki dinlerden esaslı şekilde ayrı bir din ol madığını tarih göstermektedir. Bütün öteki kutsal kitaplar gibi, Hıristiyanlığın Kutsal Kitap'ı da insan eseridir. Müslümanlık hariç olmak üzere, öteki dinlerin çoğundan da ha yeni olan Hıristiyanlık, daha önceki dinlerle şaşırtıcı benzer likler göstermektedir. Tanrı'sı, Yahudi peygamberlerin Yehova'sıdır ki, Göksel Baba haline girmiştir. Bütün ilkel tapınışlarda kutsal olan, olmayandan nasıl yüksekse, Kalde'deki tepeler nasıl ovalara hâkimse, onun yaşadığı Gök de yeryüzünden yüksektir. Perseus nasıl Danae'den doğmuşsa, İsa da bir bakireden doğma dır; o da Dionysos ve Horus gibi, düşmanlarından mucizeli bir şekilde kurtulur. Osiris, Dionysos-Zagreus gibi ölüp, sonra Attis 50
ve Temmuz gibi, baharın başlangıcında dirilir. Ölümünün bazı ayrıntılarına Babilonya'da rastlamak mümkündür. Tıpkı Mithra'ya olduğu gibi, ona da bir Kurtarıcı sıfatıyla tapınılır. Teslis dü şüncesi zaten birkaç dinde vardır. Bakire Meryem, tıpkı öteki ka dın Tanrıların -İsis'in, İştar'ın, Astarte'nin, K ibele'nin- yaptıkları gibi, insanların az çok sevgi dolu bir dindarlığa olan eğilimini tat min eder; Meryem tıpkı Demeter gibi ıstıraplı bir anadır, İsa'yı kucağında taşıyan Madonna tasviri ise küçük Horus'u kolları arasında tutan İsis'in tasvirinin tıpkısıdır. Şeytan, İran'ın Angra Mainyu'sudur. Melekler, iblisler, azizler, animizmdeki ruhlardır. Son yargı gününe Zerdüşt'ün Mazdeizm'inde daha önce rastla nır. Hıristiyanlığın verdiği ölümsüzlük sözüne daha önceki Orfeus ve Dionysos gizli ayinlerinde de rastlanır. Komünyon, kutsal varlığın etine ve kanına ortak olmak demek olup, totemik kökten gelmektir. Bu daha önce Eleusis'te ekmekle, Dionysos'a inanan lar tarafından şarapla, Mithra dininde ise ekmek, şarap ve su ile yapılmaktaydı. Mithra dininde daha önce birtakım takdisler, ör neğin vaftiz vardı. Hıristiyan pazarı, Yahud ilerin sebt (şabbat: cu martesi) günü, Kaidelilerin de “tabu'' sayılan günüdür. Katolik rahipleri de İsis rahipleri gibi tıraş olur, kafalarının tepesini kazır, uzun urbalar giyerler, üzerlerine el değdirilip kendileri "m ana" ile meşbu hale getirilince kutsal bir vasıf edinirler; çanlar çalınır ken müminlerin üzerine su serpip onları tütsüleyerek arıttıkları zaman ise, Hellen tapınış usullerini uygulamış olurlar. Bu benzerlikler, hem kişisel hem kolektif bir çeşit gururla, kendi dinlerinin tek ve eşsiz olduğuna inanan bazı dar ruhlu Hıristiyanların ağırına gidebilir. Tersine olarak da, daha geniş gönüllü insanlar, İsa'nın kişiliğine hissi bir tercih beslemekten vazgeçmeksizin, inandıkları dinin engin b ir in san lık geçm işi nin sentezi olduğunu düşünerek, sevinç dahi duyabilir. (Félicien Challaye, Dinler Tarihi, çev. Semih Tiryakioğlu, İstanbul, 1960, s. 208-209)
SO RU LA R 1. Metinde geçen "D oğu m istisizm i", "Yahudi m esihciliği", "Yunan düşüncesi" ve "Rom a evrenselciliği" deyimlerini açık layınız. 2. Hıristiyanlık aslında nasıl bir "sentez"dir? Bu sentezde da 51
ha önceki din ve uygarlıklardan gelen unsurları saptayınız. (Okuma parçasını okuyunuz.) 3. "İsa'nın ihtilalciliği"nin içeriği nedir? 4. Hıristiyanlık, başlangıçta nasıl bir hareketti? Daha sonraki yüzyıllarda bıı niteliğini korumuş mudur? Koruyamamış ise bunun nedenleri nelerdir? 5. Hıristiyanlığın hızla yayılmasında, taşıdığı düşünsel esas lar mı yoksa o zamanki Roma devletinde halkın sosyal durumu mu daha çok rol oynamıştır?
52
BOLUM II BATI UYGARLIĞININ DOĞUŞU O rtaçağ, Batı Roma İm paratorluğu'nun çöküşü (476) ile başlayan ve İstanbu l'un Türklerce fethine (1453) değin sürdüğü -g e n e llik le - kabul edilen bir tarihsel dönem in adı. Bin yıllık bir dönem aşağı yukarı. N edir ortaçağa özelliğini veren? İlkçağdan farklı bir iktisadi ve sosyal düzene ve o dü zeni belirten bir değerler sistem ine sahip olm ası. "F eo d alite" (derebeylik) adı veriliyor o iktisadi ve sos yal düzene. D eğerler sistem ini ise -h em en hem en tek ba ş ın a - H ıristiyanlık tem sil ediyor. K ilise, bu tem silcilikte bir aracı rolünde. Ortaçağın sonlarına doğru, hem iktisadi ve sosyal düzen de hem de değerler sisteminde köklü değişmeler başlar. Batı uygarlığını asıl doğuracak olan da işte bu değişikliklerdir. FEO D A LİTE Feodalitenin doğuşu O rtaçağda, Ö zellikle Batı A vrupa'daki toplum düzeni ne "feo d alite" (derebeylik) adı verilir. Klasik feodalitenin -b ü tü n çizg ileriy le- ortaya çıkışı, Fransa'da Karolenj İm paratorluğu'nun batışından (10. yüzyıl), İngiltere'de ise Norman istilasından (11. yüzyıl) sonraya rastlar. Aynı zam anda siyasal, hukuksal, iktisadi ve sosyal bir re jim olan feodal düzende "devlet birliği" yoktu. Birçok bey liklere ayrılm ış bulunuyordu ülkeler. Gerçekten de, feoda litenin siyasal açıdan gösterdiği en büyük özellik, devlet ik tidarının parçalanm ış olması ve halkın, -F ran sa'd a Capet Hanedanı'ııın iktidarının başlarında olduğu g ib i- doğrudan doğruya devletin değil, toprakların sahibi olan senyörlerin 53
(derebeylerin) uyruğu durum unda olmalarıdır. Kölelikten farklı bir durum olan "b ir kişiye uyrukluk", barbar istilasının yarattığı güvensizlik yüzünden çok ça buk yayılm ış ve genelleşm iş. Koşullar, kendilerine bir senyör seçm ek zorunda bırakm ıştır bütün insanları. Bu dö nemde, toplum da him aye ilişkilerinin artm asını normal bir olay olarak kabul etm ek gerekir. Böylece, üretim tekni ğinin gelişm esi sonucunda gevşeyen kölelik bağı dış olay ların da etkisiyle, feodal rejim in kurulm asına yol açmıştır. Feodal rejim kuruluşunda önemli rol oynayan bir başka olay, Akdeniz'in doğu ve batı kıyılarının İslam egemenliği altına girmiş olması. Böylece Doğu ile Batı arasındaki kül tür ve ticaret ilişkilerinde en önemli rolü oynamış olan Ak
deniz yolu, bir kısım Avrupa ülkelerine kapanmış ve bu ül keler Doğu ve giderek dünya ticaretinin dışına atılmışlar dır. Dünya ticaretiyle ilişkisi kesilip kendi içine kapanmaya ve bu yeni duruma göre yeniden örgütlenmek ve derlenip toplanmak zorunda kalan Avrupa'da ekonomi bakımından en fazla kayda değer olay, malikâneler sisteminin genişle mesi ile "para ekonomisi"nin yerine "ayn f' diyebileceğimiz bir ekonominin geçmesi ve tam anlamıyla tarımsal bir uy
garlığın egemen olmasıdır. Feodalitenin anlam ı Feodalite bir piram ide benzetilebilir. Burada, Rom a hu kukunda olduğu gibi, toprağa serbestçe tasarruf edebil m ek söz konusu değildir. Senyörsüz toprak bir istisnadır. Topraklar, fief sözleşm esi ile "h iy erarşik " bir düzene bağlanm ıştır. Fief sözleşm esi, iki yanlı bir sözleşm e. Y anlardan biri senyördür. Senyör, tabi ya da vasal denilen bir ikinci kişi yararına, belirli bir toprak parçası üzerinde adaleti dağıt m a gibi bir görevi -sü re k li bir hak o la ra k - tanır. Buna kar şılık, vasal da senyörün kendisinden beklediği hizm etleri yerine getirm ek zorundadır. A yrıca vasal da aldığı topra ğı kısm en başkalarına verebilir ve bu yoldan kendisi de r>t
derebeyi olabilirdi. Şu var ki, bu hiyerarşi içinde, sonuncu vasalın ilk senyörle hiçbir ilişkisi yoktur. Vasal durum unda olan senyörlerin çeşitli yüküm lü lükleri vardır: A skerî alanda yapacağı yardım la, çeşitli m addi yardım ların yanı sıra vasal senyöre "d an ışm an lık " yapm akla görevlidir. Senyör, vasalların düşünce ve dileklerini öğrenm eyi yararlı bu lm aktadır. V asalların dü şüncelerini, çeşitli konulardaki görüşlerini senyöre b ild ir m eleri de bir görev ayrıca. V asalların, bu am açla bir ara ya geldikleri topluluğa "cu ria " ya da "co n ciliu m " adı ve rilm ektedir. B atı'd a feodal düzene verilebilecek en güzel örnek, o zam anki Fransa'dır. Fransa Kralı, "Fransa Dukalığı" adıyla bilinen toprak ların senyörüdür. Bu bakım dan da öbür fief sahipleriyle hiçbir ilişiği yoktur. Sadece, kendi vasallarıyla doğrudan doğruya kişisel ilişkiler kurmuştur. Öte yandan, Capet sülalesinin kralları aynı zamanda bütün Fransa'nın da kralı idiler. Bu durumda kral Fransa'daki öbür bütün sen yörlerin lideri idi. Kral, en yüksek senyördii; feodal hiye rarşinin en yüksek katında bulunuyordu. Başka bir de yimle, kral, senyörlerin senyörü durumundadır. Bu ba kımdan bütün öteki senyörler -k i kralın vasalı oluyorlar d ı- ona bağımlı durumdadırlar. Ancak, yukarıda değin diğimiz ilke gereğince, kendi vasalı olan senyörlerin top rağında yaşayan halkın yaşamına kralın müdahale hakkı yoktur. Kralın doğrudan yönetimi, yalnızca kendi duka lığıyla sınırlıdır.
K ralın öbür senyörlerle olan ilişkilerinin niteliği çok önem li. Ç ünkü bu ilişkiler, yavaş yavaş tem silî rejim in d oğm asına yol açacaklar, tem sil anlayışının ilk çekirdeği ve kaynağı olacaklardır ilerde. Feodal düzende sosyal sınıflar Feodal dönem de sosyal sınıflar, dövüşen soylular, dua eden rahipler ve çalışan köylüler ile serilerdir. 55
Bu sosyal sınıfların, farklı hukuksal statüleri var aynı zam anda. Bu bakım dan da günüm üzün sosyal sınıfların dan ayrılırlar: O rtaçağda sınıflar, çağım ız toplum larındaki sınıflara kıyasla, birbirinden daha kesin çizgilerle ayrıl dığı gibi -b irin d en öbürüne geçm ek kast sistem i gibi bü tünüyle önlenm iş olm am akla b erab er- daha kapalıdır. O r taçağda bir sınıftan ötekine geçm ek belli törenleri ve birta kım hukuksal işlem leri gerektiriyor. İktisadi eşitsizliği, "hukuksal eşitsizlik" tam am lıyor böylece. Soylular ile rahipler, "ayrıcalıklı sınıflar"d ır. Ö zgür köylüler ile serfler, bütün değerleri yarattıkları halde, üre tim araçlarına tam sahip olm adıkları gibi, hukuksal ba kım dan durum ları öteki ayrıcalıklı sınıflardan aşağıdır. A yrıcalıklı sınıflar, aynı zam anda toprağa sahip olan sınıf lardır. Toprakların iki sahibi var bu dönem de: Soylular, yani senyörler ve Kilise. Ne var ki, başlarda idari ve dinsel m erkezler ya da tah kim edilm iş yerler olan kentler -ilerid e de göreceğim iz gi b i- yavaş yavaş, m eta üretim inin (piyasa için üretim ) ve böylece ticaretin gelişm esine koşut olarak, gelişm eye baş layacaklardır. Ticaretin ve zanaatın gelişm esi sonunda kentlerde yeni bir sınıf ortaya çıkacaktır. B urjuva sınıfıdır bu sınıf. O rtaçağın sonlarına doğru B atı'd a kendini gösteren en önem li sosyal olaydır bu! Burjuvaların zenginliği toprağa değil, kentlerde henüz ilkel bir durum da olan m eta üretim ine ve ticarete dayan m akta. Savaş sanatıyla uğraşm adıkları, toprak sahibi de olm adıkları için, soyluların yararlandıkları "hukuksal ay r ıc a lık la r d a n yararlan am ıyorlar. G elecekte toplum un sosyal yapısını değiştirecek olan sınıf -ü retim tekniğinin gelişm esi so n u cu n d a- yeni üretim araçlarını elinde topla yacak olan bu burjuva sınıfı olacaktır. İngiltere ile Fransa'daki farklı gelişm eler Feodal dünyadaki gelişm elerde dikkati çeken bir nokta da şu: İngiltere'de feodalite, Fransa'dan farklı bir biçim de yerleşip gelişiyor: rK>
İn g ilte re 'd e Fatih VVilliam'ın kurduğu rejim in en önem li niteliği, feodal düzeni İn giltere'ye getirm iş olm ası. Kendi iktidarını güçlendirm ek am acıyla yapm ış bunu. Böylece, İngiltere'de feodalite, devletin zayıf oluşunun so nucu ortaya çıkm am ış. Tersine, İngiltere'de, yengin Norman prensinin kurduğu ve zor kullanarak kabul ettirdiği bir rejim feodalite. Fransa'd a ise feodalite, K arolenj İm paratorluğu'nun batışının bir sonucu; devletin dağılm asının ortaya çıkardı ğı bir durum . Bu dönem de kral, ulusal devlet şefi sıfatıyla sahip olduğu yetkileri kabul ettirm ek için yeter derecede güçlü olm adığından, ancak prinıa inter pare s, yani eşitler arasında birinci idi. Ne gibi sonuçları olm uş bu farklılığın? Tem sili rejimin, Fransa ve İngiltere'de değişik yollardan gelişm esinin tem elinde bu farklılık vardır işte. Bu farklılık, İngiliz siyasal kurum lan ve yönetici sınıfların birbirleriyle ilişkileri üzerinde etkisini gösterecek, İngiltere'ye has özel liklerin oluşm asında önem li bir rol oynayacaktır. DA H A ÇOK BİLGİ John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi (çev. D. Bartu), İstanbul, 1976. Murat Sarıca, Siyasal Tarih, İstanbul, 1980. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 3. Bası, İstanbul, 1980. Charles Seignobos, Avrupa M illetleri Tarihi (çev. S. Tiryakioğlu), İstanbul, 1960.
OKU M A FEO D A LİT E VE ED EBİYA T Derebeylik rejiminin kuvvetlenmesi, toplum hayatının dü zenlenmesi, ilk Haçlı seferleri, aristokratların gücünü ve nüfu zunu artırmıştır. Bunun sonucu olarak, XII. yüzyılın daha he men başlarında aristokrat sınıfın dünya görüşünü yansıtan gerçek bir edebiyatın kurulduğunu, şövalyelik ülküsünün en üstün değer olarak edebiyatta ve toplum hayatında kendini ka 57
bul ettirdiğini, geniş halk yığınlarını da peşinden sürüklediğini, dinsel -ulusal- bir coşkunluk akımının Fransa'yı baştan başa sardığını görüyoruz. XII. yüzyılda, özellikle destan türü, söz konusu dünya görü şünün en tutarlı anlatım aracı olmuştur. Genellikle yazarları belli olmayan ve "Chanson de Geste" diye anılan manzum ve epik betiklerdir destan türünü meydana getiren eserler. Çokluk Charlemagne, Guillaume d'Orange gibi geçmiş devir kahra manlarının maceraları, yararlıkları anlatılmaktadır bu şiirlerde. Yarım kafiyeli bentlerden kurulu bu 9-10 bin mısralı şiirler şato larda, konak yerlerinde okunur çağrılırdı. Her sınıftan halk bü yük bir ilgi ve coşku ile dinlerdi onları. XII. yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle XIII. yüzyılda soy lulara hitap eden, Chanson de Geste'ler gibi çığrılmak için değil de okunmak için yazılmış eserler, "romanlar" görüyoruz. Seç kin çevrelerde yaşayanların törelerini, aşk ve incelik anlayış larını gözler önüne seren bu türlü romanlar ve lirik şiirler saray edebiyatını (courtois edebiyatı) meydana getirir. Bu eserler, ge niş halk yığınlarına seslenen Chanson de Gesfe'lerden kesin ola rak ayrılır. Fransız edebiyatının daha ilk devirlerinde "satir" türüne çok yakın eserlere rastlanır. Destan ve saray edebiyatına bağlanan, bir yandan "dinsel-ulusal kahramanlık", öte yandan da "seçkin lik" kavramlarıyla “ülkücü" bir dünya görüşünde birleşen akımların karşısında yer alan bu eserler "gerçekçi" bir edebiyat ve dünya görüşünü yansıtırlar. Fransa halkının alaycı ve yergici zekâsının etkisiyle gelişen gerçekçi, satirik akımın Ortaçağ Fransası'mn toplumsal koşul larıyla yakın ilişkileri vardır. Gerçekten de XII. yüzyılın sonla rından itibaren köklü değişimler görülür Fransız toplumunda. Tecimin (ticaretin) günden güne gelişmesi, burjuvaların gitgide iş alanlarını genişleterek aristokrasinin manevi kuvvet ve kud reti karşısına paraya ve maddi zenginliğe dayanan bir sınıf ola rak çıkmaya başlaması, toplum yapısını yakından etkilemiş, ye ni bir toplumsal dengenin tohumlarını atmıştır. "Komün" hare ketleri, yani burjuvazinin bazı kentler çevresinde nispi bir ba ğımsızlığa kavuşması ile doğrudan doğruya ilişkili olan bu de ğişimlere paralel olarak, iktisadi bağımsızlık, burjuvazinin dü şünce ve duygu alanlarında da bağımsızlığa kavuşmasına yol 58
açmış, burjuva çevrelerinde yeni bir dünya görüşü yeşermeye başlamıştır: uyanık, diri, akılcı, alaycı bir dünya görüşü. Bir yandan serüven heveslerini, aşırı kahramanlıkları alaya alan, bir yandan da kadını ve aşkı saray edebiyatındaki seçkin yerle rinden indirmeyi amaç edinen bir zihniyet... (Berke Vardar, Fransız Edebiyatı, cilt 1, İstanbul, 1985, s. 13-28) SO R U LA R 1. Batı'da ortaçağda, feodal rejimin kurulmasının nedenleri nelerdir? 2. Feodalite, bir "piramit'e benzetilebilir derken, bununla be lirtilmek istenen nedir? 3. Feodal düzende sosyal sınıflar hangileridir? Ve çağımız daki sosyal sınıflardan ne bakımdan ayrılırlar? 4. Feodalitenin, İngiltere'de ve Fransa'da birbirinden farklı biçimde yerleşmiş olduğu doğru mudur? Doğru ise, bu farklı lık, her iki ülkede -ilerdeki gelişmeler bakımından- hangi konu da, ne gibi sonuçlar doğurmuştur? 5. Feodal düzen ve bu düzendeki gelişmeler, edebiyatı nasıl etkilemiştir? Fransa'yı örnek vererek anlatınız (Okuma parçası nı okuyunuz). K İLİSE VE O R TA Ç A Ğ D A K İ RO LÜ O rtaçağda uygarlık, "H ıristiy an " bir uygarlıktır bir b a kım a. Ve kilise, bu u ygarlığın oluşum unda başlıca roller d en birini oynar. Bu rolü belirtm ed en önce, kilise nedir onu görelim . Kilise'nin kuruluşu İlk H ıristiyanlar, İsa'n ın yakında geri döneceğine ina nıyorlardı. G elm esi gecikince - k i bu gecikm e bu gü n de sü rm ek ted ir!- "k ilise" adıyla örgütlenm eye başladılar. İlk iki yüzyıl boyunca, Kilise, "laik " bir birliğin nitelikleri ni korudu. Aslında, kilise kelim esinin geldiği Yunanca "ekk59
lesia" sözü de sadece "topluluk" ya da "birlik" anlamında. Bu biçim de anlaşılan Kilise'nin içinde küçük bir "hiy e rarşi" kuruldu: Eskiler ya da yaşça kıdem liler (presbyterios), gözeticiler (episkopos), bahtsızlara yardım la görevli kadınerkek arkadaşlar (diyakos) vardı. 2. yüzyıldan başlayarak presbyterios'larla episkopos'lar gittikçe artan bir önem ka zanm aya başladılar ve kendilerini kilisenin tek temsilcisi saymaya başladılar. İçlerinden biri de kilisenin başı oldu. Sonra çeşitli kiliselerin başlan birbirleriyle temasa geçerek, bir çeşit oligarşi halinde, "Evrensel Kilise"yi kurmuşlardır. İlkel kilisenin yerini alan bu evrensel kilise, K a to lik K i lise si diye adlandırılır. Katolik Kilisesi, kendini Roma devletinin mirasçısı sa yar. Bu kilise, kendinde imparatorluk kurumlarının ben zerleri ile onun anlayışının bir parçasını taşımaktadır. Katolik Kilisesi, çok sıkı bir hiyerarşiye bağlı. Başta Papa vardır. Katolik kuramına göre, papalık "Tanrısal" köktendir. Sonra Papa, ruhani bir devletin başındadır. Ki lise, ortaçağda, ruhani iktidarın cismani iktidara üstün ol duğunu ilan etmiştir.
2. yüzyılda Katolik Kilisesi parçalanır. Kendisini " O r to d o k s" diye nitelendiren D oğu K ilise s i, Katolik Kilisesi'nd en kesin olarak ayrılır. Doğulu devletler, her biri ken di şefine ve kendi hiyerarşisine sahip bağım sız kiliseler kurarlar: Yunan, Sırp, Rum en, Rus vb. kiliseleridir bunlar. N edir O rtodoks K ilise'yi Katolik K ilise'den ayıran? Ortodoks Kilise A'raf, M eryem 'in bir erkekle ilişkide bu lunm adan gebe kalışı ve Papa'nın yanılm azlığı düşüncele rini reddeder. Ortodoks papazlar evlenirler. Tapınış, eski usullere uygun olarak, her ülkenin kendi dilinde yapılır. Daha aklı başında, bir yerde daha milli. O rtaçağ boyunca, K atolik Kilisesi, K ilise'nin başlardaki saflığından ve halka olan yakınlığından gittikçe uzaklaşır ve tedirgin etm eye başlar insanları. Ö te yandan, bazı hü küm darlar da, K ilise'nin cism ani egem enlikten üstün ola rak gördüğü ruhani egem enliğine güçlükle katlanıyorlar. Ve son olarak K ilise'nin -ö z ellik le toprak bağışları yoluy(>()
la - büyük zenginlik sahibi bir kurum haline gelm esi gibi m anevi, siyasal, ekonom ik nedenler 16. yüzyılda Katolik K ilisesi'nin yeniden parçalanm asına yol açtı. Reform hare keti sonunda çeşitli Protestan kiliseleri böyle doğdu. A vrupa'nın "d in sel" coğrafyası -a n a çizg ileriy le- ta m am lanm ış oluyordu böylece. Kil ise'ıı i ıı rolü
O rtaçağda Kilise, insanların yalnız imanı ile ilgili değil dir. Sosyal yaşam ın hem en bütün alanlarında büyük bir rol oynam aktadır. K ilise'nin karışm adığı çok az şey var dır. A ncak, düşünce özgürlüğünün karşısına çıkardığı -z a m a n zam an k o rk u n ç- engeller bir yana bırakılırsa, or taçağda yer yer olum lu rolleri de görülüyor Kilise'nin. a) K ü ltü r k oru y u cu lu ğ u
1
G erçekten, Batı Rom a İm paratorluğu, Kavim ler Göçü'nün seli altında ezilip yıkılınca, eski Y unan'la Rom a'nın m iras bıraktığı kültür de yok olm ak tehlikesi ile karşı kar şıya kalm ıştı. İşte, Eski D ünya'm n yıkıntıları içinde, Yunan ve Rom a'nın kültürel değerlerine sahip çıkarak, onları ge lecek için kurtaran Kilise oldu. Barbar kavim lere ilkçağ kültürünü benim setm ek işinde çıkış noktası dindi gerçi. Ne var ki, kültürsüz genç kavim ler K ilise'nin aracılığı ile eski Yunan ve Roma dünyasının okuluna girip, onun kül tür değerlerini yavaş yavaş benim seyerek yetiştiler. R önesans ile başlayan B atı'n ın yeni kültürünü, bu ye tiştirm e hazırlam ıştır bir bakım a. Ama Kilise de, o sıralarda bunu yapacak durum da idi. Çünkü Rom a İmparatorluğu yıkıldığı zaman, ayakta kalmış tek büyük güç oydu. Ne var ki, ölçü din olunca, Kilise'nin ilkçağ kültüründen ancak kendine uygun bulup aldığı dü şünceler ayakta kalabilmiş, benim sem ediği düşünce ve ina nışlar dışarıda bırakılmıştır. Eski Yunan ve Roma kültürü nün birçok değerleri karanlıklara göm ülm üştür bu yüzden. Y üzyıllarca sonra, ancak Rönesans'ta gün ışığına çıka caktır bunlar. 61
Kilise, ilkçağ felsefesini benimsemiştir. Ama bu, H ıristiyan laştırılm ış bir antik felsefedir. Öte yandan, antikçağın "dinam ik" felsefe anlayışının zıddına, ortaçağda felsefe anlayışı duruktur (statik). Sonra skolastik ve -b azı görünüşleriyle- m istiktir ortaçağ felsefesi. Skolastik için temel, Kilise'nin saptadığı öğretidir; mistisizm ise, kişisel dindarlığı esas alıyor.
b) Eğitim ve öğretim R om a İm paratorluğu yıkıldıktan sonra, okul adına ya b ir piskoposun ya da m anastırların okulları kalm ıştı an cak. Bunlar da, "y ed i serbest san at" adı altında toplanm ış - v e iki gruba b ö lü n m ü ş-b ilg ileri öğretiyorlardı: "Q u ad ri v iu m " m üzik, aritm etik, geom etri, astronom iyi içine alı yord u; "triv iu m " ise gram er, retorik ve A ristoteles'in b ir kaç parçasının çevrilm esinden ibaret olan m antıktı. Ve aslında yüzeysel bir biçim de öğretilirdi bütün bunlar. Bir süre sonra, öğretm enlerle öğrenciler, piskoposun yönetim inde P aris'te bir birlik halinde örgütlendiler. Bu birliğe "U n iv ersitas", yani "gen el b irlik " adı verildi. Ü ni versite, hem öğretm enleri hem öğrencileri içine alm aktay dı am a birliği yalnız öğretm enler, yani papazlar yöneti yordu. Ü niversite, öğretilen konulara göre ilahiyat, kilise hukuku, sanatlar gibi fakültelere bölünm üştü. Daha son ra açılan tıp fakültesiyle fakülte sayısı dörde yükseldi. Ö ğ rencilerin çoğu yoksuldu. Bazı hayır sahipleri, adlarına "k o le j" denen m isafirhaneler açtılar. Ö ğrencilerin çoğu buralarda doyurulup barındırılıyor ve m anastırlardakine ben zer bir disipline tabi tutuluyordu. 13. yüzyılın başında Paris Ü niversitesi, öğretm en ve öğrenci bakım ından en kalabalık topluluk oldu. H er ü lke den insanlar geliyordu buraya. En ünlü öğretm enler ya bancılardı. A lm an A lbrecht ve İtalyan A quino'lu Tom a da vardı bunlar arasında. t\) Giizel sanatlar Papazlar yalnız Latince yazıyorlar, üniversitelerde de
yalnız Latince konuşuyorlardı. Bunlar, canlı bir edebiyat yaratm ayı başaram adılar. A m a yine de güzel sanatların oluşm asında büyük payları oldu. M im ar ve heykelcilere, binaların ve konuların seçilm esi işini ısm arlıyorlardı. "R o m an" stilde olsun, "G o tik " stilde olsun, hem en hem en b ü tün anıtlar kiliselerdi; heykeller, kabartm alar, süslem eler hep kiliseler için yapılıyordu. Ruhban züm resi, özellikle m üziğin ilerlem esi işinde büyük çaba gösterdi: O rgun kullanılm asıyla, m üzik, daha soylu ve daha güçlü bir anlatım ı olan bir çalgı kazanm ış oldu. T eksesli m üzikten çoksesli m üziğe geçişi başlatan lar da onlar oldular. "N o talar sistem i"ni saptayan ve no talara -b u g ü n de taşıd ık ları- adları veren bir İtalyan keşi şiydi: G uido d'A rezzo. D ies Irae, Stabat M ater gibi en ta nınm ış kilise ilahilerini besteleyenler, gene İtalyan papaz ları oldular. Buraya kadar söylediklerim iz, K ilise'nin "u y g arlık çı" rolüdür. A m a aynı K ilise'nin, kendi öğretisine inanm a yanlara ya da ilahiyat üstüne tartışm alarda K ilise'nin yo rum undan başka bir yorum u benim seyenlere karşı takın dığı tavır, zam an zam an başvurduğu zulüm ve baskı, in sanlık tarihinin en iğrenç sayfaları arasındadır. Kilise, "ilerici" düşüncenin sürekli karşısında olm uştur tarih boyunca. D ün olduğu gibi, bugün de böyledir bu... Kilise ve siyasal iktidar H ıristiyanlık ortaya çıktığında, yeryüzünde egem enlik kurm ak savında değildi. "İnsanların öbür dünyadaki kur tuluşunu h azırlam ak "tı başlıca am acı. Rom a İm paratoru 'n a vergi verip v erm em ek te d u raksay an lara karşı, İsa'nın verdiği yanıt ünlüdür: "Sez a r'ın k in i Sezar'a, T anrı'nınkini de T an rı'y a!" Bu söz, bir bakım a, yeryüzü ve gökyüzü iktidarlarının ayrılığını kabul anlam ına geliyordu. N e var ki, başlangıçtaki bu ayrılışa karşın, Rom a İm paratorlu ğu 'nu n son yıllarından başlayarak, siyasal iktidar la K ilise arasında bir yakınlaşm a olur. A m a daha sonra, 63
Kilise, kendisini "e n üstü n g ü ç" olarak görür ve siyasal iktidarlara bunu kabul ettirm eye çalışır. Bir süre de kabul ettirir. Ö yle ki, ortaçağ boyunca, aslında kendilerine bağlı senyörlere karşı güçsüz olan krallar ve hüküm darlar, bir de gökyüzündeki senyörü, yani Tanrı'yı yeryüzünde tem sil eden K ilise önünde diz çökerler. OKUMA K İL İS E V E D Ü Ş Ü N C E Ö Z G Ü R L Ü Ğ Ü Milano Ferm am 'ndan on yıl kadar sonra, büyük Constantinus, Hıristiyanlığı kabul etti. Bu ani karar ile yeni bir dönem başladı. Bin yıl süren bu dönemde, akıl zincire vuruldu, düşün ce köle oldu, bilgi ise hiç ilerlemedi. Kilise'nin öğretilerine inanmayanların ebedi cezaya mah kûm olacakları ve ilahiyat yanlışlarını Tanrı'nın en kötü suçlar gibi cezalandıracağı hakkmdaki derin kanı, onları doğal olarak zulme ve baskıya götürüyordu... Elimizde, Kilise'nin sapıklığı şiddetle kovuşturmasının baş lıca amacının dünyevi çıkar olduğunu belirten kanıtlar vardır; çünkü bu kovuşturmalar, ancak sapık öğretiler Kilise'nin gelir lerini düşürecek ya da toplum için bir tehdit oluşturacak aşam a ya vardığı zaman şiddetlenerek zulüm halini alıyordu... Fakat sapıklığı kökünden kaldırabilmek için onun en gizli sığı naklarını bulup ortaya çıkarmak gerekiyordu. A lbigeois'lar [Albi'liler] tepelendi ise de, öğretilerinin zehri henüz giderileme mişti. Sapıkları arayıp ortaya çıkarmak için inquisition (engizis yon) adı ile ünlü sistem 1233 yılı dolaylarında Papa IX. Gregorius tarafından kuruldu ve IV. Innocentius'un bir fermanı ile bu zulüm makinesi "her kentin, her devletin toplum yapısının ayrılmaz bir öğesi olmak üzere" esaslı ve düzenli bir örgüt haline getirildi. Piskoposlar, Kilise'nin üstüne aldığı bu ödevi gereği gibi ya pacak yetenekte olmadıkları için, her ruhani yönetim bölgesin de maksada elverişli keşişler seçildi ve sapıkları arayıp bulmak işi bunlara bırakıldı... Sapıklığı tepelemek için en etkili araçlardan biri... Bütün halk engizisyon hizmetinde sayıldığı için, herkes o örgüte h afiyelik etmekle yükümlü tutuluyordu... M
İspanya'da sapıklıkla itham edilenlerin tabi tutuldukları yar gılama usulü, bir gerçeği ortaya çıkarm ak için kullanılacak akla uygun ve mantıki önlemlerin hiçbirini kabul etmemişti. Mahke meye düşen suçlu sayılırdı. Suçsuz olduğunu kendisinin tanıt laması gerekiyordu; hâkim de fiilen davacı durumunda idi. Aleyhte olan her tanıklık, iftira bile olsa kabul edilirdi... Engizisyon'un yargılama usulünce, tek bir suçlu cezasız kal masın da varsın yüz suçsuz acı çeksin düşüncesi ilke hükmün de idi. Mahkûmun yakılması için odun getirenler, günahları af fedilmek yoluyla ödüllendirilirdi. (John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi, çev. D. Bartu, İstanbul, 1978, s. 45-54)
DA H A Ç O K BİLGİ John Bury, Düşünce Özgürlüğünün Tarihi (çev. D. Bartu), İstanbul, 1978. Charles Seignobos, Avrupa M illetleri Tarihi (çev. S. Tiryakioğlu), İstanbul, 1960.
SO R U LA R 1. Kilise nasıl kurulmuştur? "Katolik Kilisesi", "Ortodoks Ki lise" ve "Protestan Kilisesi" deyince ne anlaşılır? 2. Batı'da, ortaçağda, kilisenin kültürde koruyucu bir rolü ol muş mudur? Olmuşsa bunun çerçevesi nedir? 3. Ortaçağ felsefesinin nitelikleri nelerdir? 4. Kilise'nin ortaçağda, eğitim ve öğretimde, sanatta ve mü zikte oynadığı roller nelerdir? 5. Kilise, düşünce özgürlüğünü tanımış mıdır? Tanımamışsa, bunun sosyal nedenleri nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.) 6. Ortaçağda, Kilise ve devlet ilişkileri nasıldır?
KEN TLERİN UYAN IŞI, BU RJU V A Z İN İN D O Ğ U ŞU O rtaçağın ilk dönem lerinde başta gelen iktisadi faali yet, tarım üretim idir. Alışveriş henüz pek önem kazanm a mıştır. Sanayi ise son derece zayıftır. 65
G erçekten, A vrupa'da ortaçağda tarım , uzun süre hal kın başlıca uğraşı olarak kalıyor. O da çok ilkel bir teknik le yapılm aktadır. Köylünün yaşayışı pek iyi değildir: O l dukça rahatsız evler, yetersiz eşya, kabasaba giyim ve -ç o k zam an ekinleri m ahveden savaşlar yüzünden çıkan kıtlıkların tehlikeye d ü şü rd ü ğ ü - yetersiz bir beslenm e... A lışveriş, ilkel ekonom inin biçim ciliğinden kurtarılm ış olm akla beraber, pek kısıtlıdır henüz, köy ekonom isi ku ral olarak, pazarı olm ayan bir ekonom idir. M alikâne üye lerinin gereksinm eleri, kendi aralarında hizm et ve mal ta kası ile giderilm ektedir. Bu kendi kendine yeterlik (otarşi), içerde istilalardan, feodal savaşlardan, eşkıyalıktan ileri gelen güvensizlik duygusuyla güçlenm ektedir. U luslara rası alanda ise, 7. yüzyıldan başlayarak, İslam lığın yayıl m ası sonucu, deniz yoluyla alışverişlerin durm asıyla daha da güç bulm uştur bu otarşi. O zam ana değin kıyılarda ya şayan halklar arasında bağlantıların kurulm asına hizm et eden A kdeniz, İslam lığın yayılm asıyla, Batı'yı D oğu'dan ayıran bir uçurum olup çıkm ıştır. 11. yüzyıldan başlayarak, yukarıda çizdiğim iz tabloyu, iki büyük olay baştan başa değiştirecektir: Kentlerin uya nışı ve Haçlı Seferleri. İlki ülkenin iç yaşam ı, İkincisi dışa rıyla ilgili bu olaylar, iktisadi faaliyet alanını coğrafi ba kım dan geliştirecek ve daha da yoğunlaştırıp çeşitlendire cektir. Böylece, köy ekonom isinden kent ya da kom ün ekonom isine ve hem en hem en bütünüyle tarım a dayanan bir ekonom iden de küçük el sanatları ekonom isine geçi lecek ve oldukça önem li gelişim lere yol açacaktır bu geçiş. G erçekten iç ve dış dinam iklerin gelişm esiyle, iktisadi faaliyetin tem el hücresi, artık sadece bir "m üstahkem m evki" olm aktan çıkıp toplum yaşam ının gerçek m erkezi haline gelen kent oluyor. Ve yeni bir sınıf ortaya çıkıyor şehirlerde: Burjuvazi. Serveti toprağa değil meta ü retim i ne (piyasa için üretim ) ve ticarete dayanan bir sınıftır bu. Birçok Batı A vrupa ülkesinin tarihinde birinci derecede rol oynayan kom ünlerin ham le yaptığı bir dönem deyiz. Pazar ödevi gördükleri ve beslenm e gereksinm elerini sağ lam ak için bağlı bulundukları çevre köylerle kom ünler bir bütün oluşturm aktadır. 66
Bunun bir sonucu, daha ileri bir işbölüm ü, daha geniş bir uzm anlaşm a oluyor. İki alanda kendini gösterir bu iş bölüm ü: - Önce kentlerle köyler arasında bir işbölüm ü ve uz m anlaşm a gelişiyor. Kentler, sanayi ve ticaretle uğraşır ken, hem en her türlü tarım faaliyetinden uzak durur. Bu da onları, yiyeceklerini çevredeki köylerden satın alm aya ve imal ettikleri eşyayı da bu köylere satm aya yöneltir. Böylece kentlerle köyler arasında iktisadi ilişkiler kurul m aya başlar. Bunun bir sonucu olarak da, feodal dü zende ki "hiyerarşi ve bağım lılık" durum u ortadan kalkar ya da hafifler hiç olm azsa. - Sonra, üreticilerle zanaatkârlar arasında da bir işbö lümü ve uzm anlaşm a gelişm ektedir. Gittikçe daha çok sa yıda m eslek ortaya çıkm akta; kendi aralarında çeşitli el sa natlarına bölünm ektedir bunlar da. Bu m esleklere giriş ve çalışm a rejim i, korporatif rejim adı verilen bir rejim e bağlıdır. Aynı meslekten üreticiler, korporasyon, "lonca" ya da "juranda" adı verilen bir topluluk içinde birleşmişlerdir. Bu kuruluşlarda -artık kölelik ya da serflikte olduğu gi b i- zorla çalıştırmak yok. Ama mesleğin seçimi, uygulan ması, çalıştıranlarla çalışanlar arasındaki sıkı kurallara bağlı. Korporatif rejim, Avrupa ülkelerinin çoğunda, -özellikle Fransa'nın iktisadi tarihinde- birinci derecede rol oynayan öğelerden biri olacaktır.
Tarım da tek faaliyet olm aktan çıkıyor bu dönem de. Kuşkusuz, hâlâ geniş bir yer tutm aktadır ekonom ide. Ama onun yanında ihm ale uğratılm aya hiç gelm eyecek sanayi ve ticaret faaliyetleri de gelişiyor ve kredi çok bü yük bir rol oynam aya başlıyor. Sanayi, el sanatı ve sanayii ya da küçük ev sanayii b i çim inde gelişiyor. A lışveriş ise, önce yöresel, sonra da ulusal ve uluslararası alanda yoğunlaşm aya başlam akta dır: Kentler zam anla faal ticaret m erkezleri, -zan aatkârların ürünlerini, köylülerin ise besin m addelerini sattık larıpazarlar haline geliyor. 67
12. ile 13. yüzyıllardadır ki, büyük "fu arlar" kurulm a ya başlar. İnsanların ve eşyanın rahatça yol alabilm esini sağla mak am acıyla özel yasalar kabul edilir. Ö zellikle kuzey ü l kelerinde, güçlü ticaret kuruluşları (H ansa Birliği) oluş m aktadır aynı zam anda. Bunlardan bazıları Kuzey Denizi'nde, Baltık D enizi'ndeki ticarette hem en hem en tekel sağlam ayı başaracaklardır. Bunun gibi, güney ülkelerin de, örneğin İtalya'da M ediciler gibi tacir aileleri büyük bir iktisadi ve siyasal güç kazanacaklar ve edebiyat ile sana tın ilerlem esinde de geniş ölçüde yararlanacaklardır bu güçten. Kredi, yani para ticareti de gelişm eye başlıyor. Böyle likle 13. ve 14. yüzyıllara doğru özel bankalar kuruluyor ve devletlerin yaşam ıyla uluslararası politikada birinci derecede rol oynayacak olan "bü y ü k serm ayedarlar" orta ya çıkıyor: M ediciler gibi, Fu gger'ler gibi... Bir süre sonra da devlet bankaları ortaya çıkacaktır (A m sterdam , Stock holm ). Ve sonunda borsalar kurulacak (Brugge, Anvers, Londra) ve çok kısa zam anda -p a ra ve taşınır değerler alışv erişin d e- faal m erkezler durum una geleceklerdir. Bütün bu gelişim içinde, "feodal m ülkiyet anlayışı" ya vaş yavaş çözülm ekte ve Rom a hukuku anlayışına çok ya kın bir m ülkiyet kavram ına yerini terk etm ektedir. Bunun gibi, 13. yüzyıldan başlayarak, Batı A vrupa'da siyasal bir liğe ve m erkezîleşm eye doğru hızlı bir gelişm e görülm ek tedir. Ö zellikle Fransa ve İngiltere'de görülm ektedir bu hızlı gelişm e. Bu m erkezîleşm eye koşut olarak, önceleri soylular ve rahipler, daha sonraları burjuvalar, ayrı sınıf lar halinde ve bölgelere göre toplanarak, zam anla ilk tem silî organların (Fransa'da Etats G énéraux, İngiltere'de P ar lam ento) kurulm asına yol açm ışlardır. D A H A ÇOK BİLGİ Claude Delmas, Avrupa Uygarlığı Tarihi (çev. E. Giirol), İstan bul, 1967. Charles Srignobos, Avrupa Milletleri Tarihi (çev. S. Tiryakioğlu), İstanbul, llXı(t.
OKUMA
R O M A N SA N A T VE G O TİK SA N A T Roman sanat, Ortaçağ Avrupası'nda başlı başına bir devir meydana getiriyor... Roma Kilisesi'ne bağlı memleketlerde meydana getirilmiş, az çok aynı anlayışta eserlerin bütününe deniyor.
İlk zamanlarda yasak edilen heykel, sonraları sütun başlık larındaki bitki ve hayvan süslemelerinin yerini almaya başla mıştı. İman sahiplerinin dikkatini putlara çekmemek için eski den sütun başlıkları bitki ve bitkileştirilm iş hayvan figürleriyle süslenirdi. Sonra sonra bunlara insan başları yahut hareket ha
linde insan vücutları konuldu... Bu heykeller elbette ilkçağ heykellerine benzemiyordu. Çünkü bu devirde heykelin kendi si değil, görevi önemliydi. Roman sanatta resim eskiydi... Kilise resmi bilhassa İtal ya'da gelişmişti... Bu resimlerin hemen hepsi aynı sahneleri tas vir eder... Çalışılan eser ne olursa olsun, mesela bir kitap resmine bile
fresko tekniği hâkimdi. Yani renkler dümdüz, gölgelendirilme den, ışıklandırılmadan, kabartma veya tonunu açma fikrine gi dilmeden sürülüyordu. Resimler birkaç renge bağlı kalıyordu. Resim yapan kimseler, genel olarak tabiata bakıp ondan pay çıkarmaya gayret etmiyorlardı. Daha ziyade kitap süslem eleri ni, minyatürleri, tezhibi örnek alıyorlardı... Ne resimde ne renk te derinlik tesiri arıyorlardı. Zaten perspektifin, şu tabiatta eş yanın uzaklaştıkça küçük görünüşünün farkında bile değildi ler... Bu resimlerin süsleme bakımından inkâr edilmesine imkân olmayan bir güzelliği vardı sadece... Gotik sanat, 12. yüzyıldan itibaren görülüyor. Fransa, İngilte re ve Almanya, bu sanatın kendilerinden çıktığına inanırlar. Her halde adıyla, yani Got'larla bir ilgisi yoktur. Bu ad, başlangıçta alay olsun diye o tarz eserlere takılmıştı. Gotik sanat da aslında bir mimarlık okuludur. Resim ve hey kel... Kilise mimarlığına yardımcı olmuştur. Gotik heykel, katedrallerde, kapı yanlarındaki yuvalarda ken dini gösterdi. Hemen de yayıldı. İlkin sadece dinle ilgiliydi. Yani İsa'yı, Meryem'i gösteren heykeller yapılıyordu. Sonra daha baş69
kalan, ölümlü insanlar da bu heykeller arasına karıştılar. Tek fi gürden çok figüre geçildi... Bu heykellerde hareket ve denge baş lıca unsurlardı... 13. yüzyılın sonlarına doğru heykellerin ölümlü insana ben
zemeye yöneldiği görüldü. Meryem Ana, kutsal bir kadın oldu ğu kadar sadece ana olarak da canlandırılmak isteniyordu. Kı sacası, yavaş yavaş insan yüzünün çizgi ve ifadeleri taklit edil meye başlandı. Gotik mimarlığın bir özelliği, duvar satıhlarını azaltmak ol muştu. Bunun sonucu, resim, gotik sanatta duvar resmi olm ak tan çıktı. Kendine daha başka bir gelişme alanı aradı ve buldu:
Cam resmi... Gotik sanat İtalya'da kolay kolay yerleşmemiştir. Sebebi de bu memleketin çok kuvvetli bir sanat geleneğine sahip olmasıydı... (Zahir Güvemli, Sanat Tarihi, İstanbul, 1968, s. 56-59)
SO RU LA R 1. Batı'da, ortaçağın ilk dönemlerinde, iktisadi faaliyetin tab losu nedir? Bu tabloyu hangi yüzyıldan başlayarak, hangi olay lar değiştirmiştir? 2. "Kentlerin uyanışı"nın iktisadi ve sosyal sonuçları neler dir? 3. Korporatif rejim nedir? 4. Batı'da, ortaçağın sonlarında, iktisadi tablonun değişme siyle, siyasal birliğe ve merkezîleşmeye doğru hızlı bir gelişme nin başlaması arasında bir ilişki var mıdır? 5. "Rom an" sanat ile "gotik" sanat ne zaman ortaya çıkmış lardır ve hangi özellikleri taşırlar? (Okuma parçasını okuyu nuz.)
70
BOLUM III BATI UYGARLIĞININ YÜKSELİŞİ (16., 17. VE 18. YÜZYILLAR) 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın sonlarına değin -O sm an lı İm paratorluğu'nun en güçlü ve görkem li yılla rına rastlayan bir buçuk yüzyıllık d ö n em d e- Batı A vru pa'd a ortaçağın son izleri de silinir; askerî, coğrafi, iktisa di, düşünsel, dinsel ve siyasal alanlarda büyük değişiklik ler olur, ufuk genişler ve Batı'nın yeniçağı belirgin özellik leriyle başlar. D oğu'nun yükselişine karşı, Batı m ücadeleye hazırlanm aktadır. Sırayla inceleyelim bu evrim leri. TEK N İK D Ö N Ü ŞÜ M LER , KEŞİF YILLA RI Başta askerlik, denizcilik ve coğrafya alanlarında köklü değişiklikler görüyoruz: O rtaçağda kullanılan "G rek ate şi" yerine, önce topçulukta kullanılm aya başlanan barut geçer. Ö zellikle pusula sayesinde gem iler büyük seferlere çıkm a olanağını bulur. Son olarak, Avrupa, bir dizi keşif lerle yeni kıtalar ve ülkeler bu lu r ve tanır. Bu ise, iktisadi alanda büyük sonuçlar doğurur. Teknik gelişm eler Bizanslılar, beş yüzyıla yakın bir zam an, reçine, güherçile ve kükürtten oluşan bir m addeyi savaşta düşm an ge m ilerini ve kuşatm a araçlarını yakm ak için kullanm ışlar dı. 13. yüzyıla doğru, bu karışım daki reçine yerine köm ür kullanılarak elde edilen barutun patlam asından yararlanı larak m erm i atılm aya başlandı. Top bunun sonucudur ve 14. yüzyılda hızla genelleşir kullanılm ası.
71
Topun keşfi, mutlak hükümdarlığın, feodal rejimin yerine geçmesini kolaylaştıran en önemli araçlardan biri oldu. Derebeylerin barındığı sağlam şatoların topla yıkıl ması kolaylaşmıştı çünkü. Bundan başka, savaş ve tah kim biçimlerinde de değişikliklere neden oldu top. Ve top, en önemli bir silah niteliğini kazandığı için, 15. yüz yıldan başlayarak savaşların sonucu en çok topçu gücüne bağlı olmaya başladı.
Bunun gibi, ortaçağda A vrupa'daki gem iciler kıyıdan uzaklaşm aya cesaret edem ezler, yalnız kıyı boyunca seya hat ederlerdi. Oysa, G üney A sya'nın m allarını Kızıldeniz'den A kdeniz kıyılarına getiren M üslüm an gem iciler, uzun zam anlardan beri H int O kyanusu'nu kolaylıkla bir baştan öbür başa geçiyorlardı. O nların yükseklik alm ak (öğle vakti güneşin yüksekliğini ölçüp derecesini belli et m ek) ve coğrafyadaki yeri belirlem ek için usturlap aletini kullandıkları kesindir. P usula kullanarak yön belirlem ede de usta idiler. Çin uygarlığını kuranların keşfettiği ve M üslüm anların A vrupalılara tanıttığı bu araç da, 12. yüz yıldan başlayarak, A vru pa'd a kullanılır oldu. 14. yüzyıl dan sonra da -M ü slü m an ların çoktan beri b ild ik leri- coğ rafi yeri belirlem e yöntem i öğrenildi. Gemi yapımı tekniği de bu ilerlemelere koşut yürüyordu. Müslümanlar, öteden beri Hint Okyanusu'nda açık denizlere özgü gemiler kullanıyorlardı. Avrupa'da ise, 15. yüzyıl sonlarına doğru, karavela denilen gemiler, yüksek küpeşteleri, hafiflikleri ve hızları, pek kullanışlı yelkenleri ile okyanuslarda dolaşmaya elverişli bir duru ma gelmişlerdi. Manevra yapması daha güç olan kalyon ve nef denilen gemiler, daha çok ağır nakliyat için elve rişli idi. Başlangıçta yalnız kürekle hareket eden kadırga lar da sonraları donatıldı. Ama hep Akdeniz'de kullanıldı bunlar.
Coğrafi keşifler A vrupa'da gem icilik alanındaki ilerlem eler, hep 12. 72
yüzyıldan, yani Haçlı seferlerinden sonra başlam ış oldu ğuna göre, bu ilerlem eler üzerinde Doğu dünyasının bü yük bir etkisi olduğunu kabul etm ek gerek. Bu ilerlem eler ledir ki, 15. yüzyıldan başlayarak, AvrupalIların o zam ana değin tanıdığı dünyanın sınırları genişlem eye başlar. Gerçi daha önce de, A kd eniz'den başka birçok ülkeler bilinirdi. Roma İm paratorluğu'nun sonuna doğru, kuzey den Baltık D enizi'ne, İskoçya'ya, güneyden Büyük Sahra'ya; doğudan İndüs nehrine ve -b elk i d e - Cava adasına dek gidilebiliyordu. 9. ve 10. yüzyıllarda, N orm anlar G rönland'a ve Kuzey A m erika'nın kuzeydoğu kıyılarına gitm işler, bir yandan da Rusya içlerine dek sokulm uşlardı. M üslüm an gem ileri 9. yüzyıldan 12. yüzyıla değin A rabis tan, İran, M alezya ve Ç in'i tanım ışlardı. 13. yüzyılda, Papa'nın C engiz H an'a gönderdiği elçiler K arakurum 'a git mişler; M arko Polo da Ç in 'e gitm iş, Japonya, Çin Hindi, M oliik adaları hakkında bilgi alarak H indistan yolu ile A vrupa'ya dönm üştü. A frika'da M üslüm anlar, çoktan be ri Zengibar, M adagaskar kıyıları, içerde de N ijer nehri havzasına değin Sudan ile ticaret yapıyorlardı. Bununla beraber, A vrupalılar 14. yüzyılda Afrika kıyıları boyunca güneye inm ekten çekiniyorlardı. Ö yle de olsa, Portekizli ler, -ö z ellik le "g em ici" lakabıyla bilinen Prens H enri'nin özen d irm esiy le- çeşitli seferler düzenleyerek A frika'nın önceleri M üslüm anlarca ele geçirilm iş ve M üslüm an dün yasınca tanınm ış olan batı kıyıları boyunca, gittikçe daha güneye doğru seyahatler yapm aya başlam ışlardı. Artık daha büyük keşiflere sıra gelm işti. Çeşitli neden ler, Batı'ııın denizci ülkelerini harekete zorluyordu: 15. yüzyıla doğru A vrupalılar biber, tarçın, zencefil gibi baharatı çok kullanm aya başlam ışlar ve M üslüm an dünyasıyla tem as, baharatı ve Doğu m allarını A vrupalIla ra tanıtm ış, yem eklerine, şaraplarına değişik bir tat kazan dırm ıştı. İpek, günlük ve altın da çok aranıyordu. Baha ratın Doğu H int adalarından, ipeğin de Ç in'den geldiği bi liniyordu. Bunları ya M üslüm anlar güneyden deniz yolu ile ya da Türkler A sya'nın ortasından karayolu ile A kde niz ve K aradeniz'e getiriyorlar, Venedik ve C eneviz tacir lerine satıyorlardı. Bu baharat ve altın ülkelerine -M ü slü 73
m anların aracılığı o lm ak sızın - doğrudan doğruya deniz den ya da karadan gidilm esi, bu m alların asıl yerinden alınm ası pek büyük kazançlar sağlayacaktı. Böylece ik tisa d i bir neden Batı'yı özendiriyordu. - M atbaacılığın keşfi, Doğu ve M üslüm an dünyası ile savaş ve ticaret ilişkileri, coğrafya bilgisinin A vrupa'da da yayılm asına neden olm uştu. Ö zellikle dünyanın yuvar laklığına birçok kim seler inanm ıştı. M adem ki dünya yu varlaktı, gem iler de okyanusları aşacak hale gelm işti, gü neydoğudan ya da batıdan H indistan'a gidilebilirdi. Şu halde, doğru ya da yanlış, bu dönem in bilgileri, kâşiflerin düşünceleri üzerine büyük bir etki yapıyordu. Bu da, keşiflerin dü şü nsel nedenleri. - Bunlara d in sel bazı nedenler de eklenebilir: H abeşis tan'da H ıristiyan bir devletin varlığından ve orada R ah ip Je a n adında birinin yaşadığından, ona kavuşm ak gereğin den söz ediliyordu. - Bundan başka Portekiz, daha önce M üslüm anlara karşı zafer kazanm ış, faaliyetini yarım ada dışına, denizle re ve denizlerin ötesine taşıracak durum a gelm işti. İspan ya da, yüzyılın sonlarına doğru, birliğini kurm ayı başar m ıştı. Y arım adada M üslüm anlara karşı başarılı olan ve bir sıra Haçlı seferlerinden başka bir şey olm ayan m ücadele yi, bu kez ticari am açlarla A frika'da ve A frika ötesinde sürdürm ek de bir am aç haline gelm işti. K eşiflerin ne biçim de ve hangi yollarda oluştuğuna ge lince... H indistan'a başlıca dört yoldan gidilebilirdi. Bunlar da güneydoğu (A frika'nın güneyinden dolaşan), güneybatı, kuzeybatı (A m erika'nın kuzeyinden dolaşan) ve kuzey doğu A vrupa'nın ve A sya'nın kuzeyini izleyen yollardı. Hepsi de denendi bu yolların. Bunlardan birincisini Portekizliler izledi: 1487'de Bartelmi Diaz, Hint Okyanusu'nda Nepal kıyılarına değin gitti. On bir yıl sonra Vasco da Gama da Afrika'yı dola şarak Hindistan'da Kalkiita'ya vardı. Güneybatı yolundan ilerleyen bir kâşif Kristof Kolomb oldu. Amerika kıtasını o buldu. Bu alandaki keşif 74
ler bundan sonra hızla birbirini izledi. Balbua, ilk olarak Panama aralığını aşarak Büyük Okyanus'u gördü. İspan ya hizmetinde bulunan Macellan da Amerika'nın güne yini dolaşarak Büyük Okyanus'a geçti, Filipin Adaları'na geldi. Kendisi orada yerlilerle bir çatışmada öldürüldüğü için dünyayı ilk kez dolaşmak işi arkadaşlarına kaldı. Ve onlar da başardılar bu işi. Portekizlilerle İspanyolların güneyden aradıkları Hin distan yolunu Ingilizler, Fransızlar, HollandalIlar ve
Ruslar kuzeyden aradılar. İngilizlerle Fransızların tüm çabalarına karşın, 18. yüzyılın sonlarına değin kuzeybatı yolu bulunmamıştı. Ne var ki, bu çabalar sonucunda Am erika'nın kuzeydoğu kıyıları tanınmıştır. Bunun gibi, İngilizler ve HollandalIların aradıkları kuzeydoğu yolu da çabucak keşfedilemedi. 16.
yüzyılın sonlarında ancak Avrupa'nın kuzeyi tanı-
nabilmişti.
Ö zetlersek, 16. yüzyılın sonlarında, A m erika'nın, A s ya'n ın bir yarım adası değil, ayrı bir kıta olduğu anlaşıldı. Fakat A vu stralya'nın varlığı henüz bilinm iyordu. Yalnız, güneyde geniş bir kıtanın var olm ası gerektiğine inanılı yordu. O, sonraki yüzyılda bulunacaktır. K apitalizm in gelişm esi C oğrafi keşiflerin A vrupa için en önem li sonuçlarından biri, k ap italizm d eki gelişm elerdir. K apitalizm , kurulurken, büyük çapta söm ürgeciliğe başvurm uştur. G erçekten, A vrupalılar ticari am açlarla çe şitli ülkelerde söm ürgeler oluşturdular. Yeni ticaret yolla rından, tüm dünyanın ürünleri, zenginlikleri Batı A vru pa'ya akıyordu artık. Söm ürgeciliğe ilk önce atılan uluslar, keşiflerde büyük roller oynam ış olan Portekizliler ve İspanyollardır. Daha so n ra F ra n sız , İngiliz ve H o lla n d a lIla rın da söm ürgeciliğe başladıkları görülür. D ünyanın henüz, A vrupalılarca bilinm eyen parçaları 75
ı ı l ı n , ı U , ı lıt'i.ıİM i. I ’.ıpa IX . A lexander, Portekizlilerle İs-
|i.m\o l l . ı ı ,n .ı s ı nclıiki uyuşm azlıklara set çekm ek için, I rU 'le , dünyayı bir boylam çizgisi ile bu iki ülke arasında bölüştürüverm işti. A sor adalarının 370 mil batısından ge çen bu çizginin doğusunda kalan ülkeler (A frika ve A sya) P ortekizlilerin, batısında kalan ülkeler de (A m erika) İs panyolların olacaktı. Bölüştürülen bölgeler içinde Portekizliler, 16. yüzyılın ilk çeyreğinde, A sya'nın Hint O kyanusu kıyılarındaki ülke lerinde öteden beri ticaretle uğraşan M üslüm an toplulukla rı söküp atm aya çalışm ışlardı. Bu hareket, daha başta Doğu ticaretinden yararlanan Venediklilerle, M ısır'daki M üslü m an hüküm darların dikkatini çekti. Mısırlılar, Venediklile rin de desteği ile Portekizlilere karşı bir savaş açm ak istedi ler. Fakat pek az sonra M ısır, Osm anlıların eline geçti. Yavuz Selim'in Süveyş Kanalı'nı açmayı tasarlaması, işin önemini anladığını gösterir... Daha sonra, Kanuni Sultan Süleyman zamanında çeşitli donanmalar gönderil miş, Hint'teki Türk devletleriyle el ele verilmek istenmiş tir. Ne var ki, bu girişimlerdeki bazı başarısızlıklardan ve Hint'teki Türk devletlerinin denizlere ilgisiz kaldıkları anlaşıldıktan sonra, Kanuni'nin Akdeniz ve Avrupa'daki seferlere daha çok önem vermesi, Güney Asya ticaret yol larıyla ülkelerinin Portekizliler elinde kalmasına ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bu ticaretin yararlarından yok sun kalmasına neden oldu.
Portekizliler, K ızıldeniz'den Ç in'de K anton'a değin kı yı boyunca ve bir de Sonda adalarında bü yü k bir söm ür ge im paratorluğu kurm ayı başardılar. A yrıca, A m erika'da Brezilya'yı da söm ürgeleri arasına kattılar. 1493'ten 1541 tarihine değin K onkistador adı ile şöhret kazanan İspanyol istilacıları, -e n bilinenleri Cortes, Pizarro, A lm a g ro - M eksika'yı, Peru'yu ve Şili'y i ele geçirdiler. Ele geçirilen ülkelerde M eksika'da yaşayan A ztekler ile M ayalar, P eru'da devlet kurm uş olan İnkalar ileri bir u y garlığa sahiptiler. Bütün bu uygarlıklar yerle bir edildi. 76
Fransa kralı I. François Papa'nın keyfî bölüştürm esini kabul etm em iş, kapalı deniz ilkesine karşı "açık deniz" il kesini savunarak, keşfedilen ü lkelerden yararlanm ak iste m işti. N e var ki, Fransızlar yalnız Kuzey A m erika'da -şim d ik i K an ada'n ın d o ğ u su n d a- Yeni Fransa adıyla bir söm ürge kurabildiler. Fransızların K anuni Sultan Süley m an'la uyuşm aları, yalnız H absburg'lara karşı değil, Ve nedikliler, İspanyollar ve -b e lk i d e - Portekizlilerle m üca dele ve yarışm ada başarılı olm ak içindi. H ollandalIlara gelince, söm ürge kurm a gereğini ancak 16. yüzyılın sonlarına doğru duydular. O zam ana değin, Portekizlilerden satın aldıkları m addeleri ve eşyayı aracı olarak taşım ak ve yeniden satm akla yetiniyorlardı. İspan ya kralı II. Felipe Portekiz'i yönetim ine aldıktan sonra, 1594'te H ollandalIları, bu ülke ile ticaret yapm aktan ya saklam ak isteyince, onlar da kendi hesaplarına Cava ve M olük adalarında yerleşm eye karar verdiler. Böylece H ollandalIlar 17. yüzyılda -P o rtekizliler, İspanyollar ve İngilizler za ra rın a - dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan D oğu H int söm ürgesini kurm ayı başardılar. C oğrafi keşifler ve söm ürgecilik, ulaştırm a biçim ini, ti caret yollarını, değiş-tokuş edilen eşya ve m addelerin ni telik ve niceliği ile ticaretin niteliğini de değiştirdi: G erçekten, 15. yüzyıl sonlarından başlayarak, kara ulaştırm ası azalm aya, buna karşı deniz ulaştırm ası artm a ya başlar. K eşiflerden sonra, okyanus yollan, karayolları na, hatta A kdeniz yollarına oranla büyük önem kazandı. K arayolları çoğunlukla T ürklerin ve genellikle M üslü m anların elinde idi. Bu yollardaki faaliyetin azalm ası, doğal olarak, Türk ve M üslüm an ülkelerinin zararına ol du. D enizyollarında ise, Türkler, çeşitli nedenler yüzü n den A vrupalIlarla yarışam adılar. O n beş kadar A vrupa kentinde pek işlek panayırlar ku ruluyordu. Bunlar arasında Leipzig, Frankfurt, Lyon özel likle belirtilm eye değer. A ncak asıl okyanus yollarıdır ki, bü yü k ticareti çekiyordu. L izbon şehri, V enedik ve C enova'nın yerine geçm işti. M arsilya, O sm anlı padişahının verdiği ticaret ayrıcalıkla rı sayesinde, gücünü yitirm ekten bir derece kurtulm uştu. 77
Buna karşı, A tlas O kyanusu lim anlarının, özellikle Bor deaux ve Lond ra'nın zenginliği artıyordu. Venedik, M ısır hüküm eti ve M üslüm anlarla anlaşarak, Portekizlilere karşı koym ak ve m ücadele etm ek istedi. Ti caretinin sönm em esi için gerçek çarenin Süveyş K analı'nı açm ak olduğunu anlam iştı. Bu tasarıya, M ısır'ı zapt ettik ten sonra, H indistan'a seferde bulunm ak am acıyla Yavuz Selim de yandaş oldu. Ne var ki, yalnız H indistan seferini kolaylaştırm ak değil, Hindistan ve Asya ticaretinin, Osmanlı İm paratorluğu içinden geçen yollarla devam etm esi ni sağlayacak ve iktisadi faaliyetin bütünüyle Batı'ya geç m esini önleyebilecek olan bu tasarı -b ira z da gerçekleştiril m esindeki güçlüklerden ö tü rü - eylem alanına çıkam adı. - Ticaretteki değişikliklerden biri de ticaret m allarında görülür. En çok nakledilen ve satılan m allar, söm ürge ürünleri ve esirlerdi. Söm ürge ürünlerinden bir bölüm ü A m erika'da yetişiyordu. Tütün, kakao, vanilya bu türden dir. Asya, İran halılarını ve atlarını; H indistan, ceviz, bi ber, tarçın ve afyonla kum aşlarını; Sonda adaları H indis tan cevizi ve karanfillerini, kâfur ve kıym etli ağaçlarını; Çin, ipeğini, porselen ve bronz m am ulatını satıyordu. Bu m allar ve ürünler çoğaldı, genelleşti, fiyatları düştü. Yeni D ünya'da m adenlerde çalışacak, toprakları işleyecek yeterli el em eği bulunm uyordu. Yerliler, daha ilk zam an lardan başlayarak, vahşice yok edilm eye başlandı. Bunla rın yerine geçm ek üzere A frika'd an zenci getirilm esi dü şünüldü. Z enci ticareti böyle başladı. - Söm ürgeciliğin kuruluşundan ve ticaret biçim inin de ğişm esinden, iktisadi düşüncelerin de etkilenm em esi olası değildi. Çalışma, ortaçağda, Tanrı'nın buyurduğu bir görev, herkesin bağlı olacağı bir kural gibi kabul ediliyordu. Şu halde herkes uygun bir biçim de çalışarak yaşayabilmeli idi. Örf ve teamül ile lonca örgütü, patronla ücretli işçi nin, satanla satın alanın karşılıklı ve birbirine zıt çıkarla rını dengelendiriyordu. Emeğin haklı ve ılımlı bir ücreti, eşyanın da yine akla yakın ve ılımlı bir fiyatı olması gere 78
keceği düşünülüyordu. Hiç kimsenin yüksek kazançlar elde etmeye hakkı yoktu bu düşünceye göre.
O ysa, 15. yüzyılın sonlarından başlayarak, bu "sın ırlı kazanç k uralı" bırakılır. Ticaret alanı ve kazancın sınırı genişler böylece. Ticaret m addesi ve konusu sayılm ayacak hiçbir şey kalm am ıştır artık. Birçok kentlerde bankalar açılm ıştı. Kâşifler, söm ürge işleriyle uğraşanlar, tacirler bu sayede gereksindikleri ser m ayeleri buluyorlardı. G irişim ve taahhüt düşüncesi böy le yayıldı, güçlendi. D eniz seferlerinin doğurabileceği teh likelere karşı da tacirler, m allarını başlangıçta İtalya'da doğan deniz sigortası ile güven altına alabildiler. Daha 13. yüzyıldan başlayarak, D oğu 'da ve özellikle İlhanlI ların egem enliği altındaki ülkelerde kullanılm aya başla yan poliçe ve çek kullanılm ası daha çok yayıldı. 16. yüzyılın ilk yansında A vrupa'ya A m erika'dan önem li miktarda değerli m aden (altın, güm üş) getirilmişti. Bu nunla, özellikle yeni sınıf, yeni burjuvazi güçlendi. Değerli madenlerin çoğalması, ayrıca eşya fiyatlarını büyük ölçüde yükseltti. Bununla beraber, bu değişikliklerden ilk önce yararlan m ayı başaran Portekizliler ve İspanyollar, em eğin ve üre tim in verdiği gerçek zenginliği altınla karıştırm ak, yani değerli m adenleri asıl zenginlik sanm ak aym azlığında bu lundular. Söm ürgelerden gelen altına güvenerek ülkele rindeki üretim i savsakladılar. Bunun sonucu iktisadi bir çöküş olacaktı. Ve gecikm eden de oldu. Sonuç olarak şunu görüyoruz: Avrupa, yüzölçüm ü ba kım ından kıtaların en küçüğü idi gerçi. Oysa, yeniçağın başlarındaki gelişm elerle kıtaların en önem lisi oldu. Öteki kıtalar ise, A vru p a'n ın birer söm ürgesi haline gelm eye başladı. A vrupa, ticareti ile diğer ülkeleri söm ürüyor, ora daki servetler kendisine akıyordu. Batı A vrupa'nın, 16. yüzyıldan başlayarak, iktisadi, si yasal ve giderek kültürel üstünlüğü ele geçirm esinin te m elinde bu yatar en başta. 79
DAHA ÇOK BİLGİ J. G. Leithauser, Dünyamızın Fatihleri (çev. D. Türkömer), İstanbul, 1971. Pierre Rousseau, Keşifler ve İcatlar Tarihi (çev. Ayda Düz), İstanbul, 1972.
OKUM A A Z TEK LER İN U YG A RLIĞ I Cortes... Aztek İmparatorluğu'nun başkenti Tenochtitlan'a (Mexico) doğru yürüdü. Şehir, dört bir yandan sularla çevriliy di. Bu büyük uygarlığın kalbine doğru ilerledikçe, İspanyolların şaşkınlığı iyice artıyordu. Gördükleri barajlar, inip kalkan tahta köprülerle birbirlerine bağlanmıştı. Montezuma, sarayın ileri gelenleriyle birlikte İspanyolları karşıladı. Göz kamaştırıcı bir tahtırevanın üzerinde oturuyordu. İmparatorun büyük bir ihti şam içinde yaşadığı sarayına yakın binalara götürülen İspanyol ları, sokaklarda, damlarda, kayıklarda birikmiş büyük bir kala balık merakla izliyordu. Avrupalılar, kaldıkları binaların pencerelerinden önlerinde ki geniş ovaya yayılan baraj ve suyollarını, şehre su getiren ke merleri, renkli elbiseleri içinde sokakları ve pazarlan dolduran insanları, çeşitli yiyecek, giyecek vb. satan dükkânları şaşkınlık içinde seyredip durdular. Sokaklar öylesine temizdi ki, "bu so kaklarda yürüyen biri, ayaklarını ancak elleri kadar kirletebilird i". Şehrin ortasında piramit şeklinde yükselen kocaman bir tapınak vardı. Bunun etrafı çeşitli sütunlar, parklar ve binalarla çevrilmişti. Şehirde ayrıca birçok hastane, bitki bahçeleri, berber dükkânları, hamamlar, çeşmeler ve sıcak su dağıtım şebekesi vardı. Çok ileri düzeyde bir güzel sanatlar anlayışı, her yerde kendini göstermekteydi. Dükkânlarda renk renk halılar, güzel kokular, altın işleri, kaplumbağa kabuğundan yapılmış çanak lar, keten kumaşlar, deri ceketler satılıyordu. Şehrin mükemmel bir polis ve posta örgütüyle çeşitli kamu kuruluşları da vardı. Yiyecek ve içecek boldu. Aztek mutfağında av etleri, balıklar, reçeller ve baharatlı yem ekler başta geliyordu... Azteklerin İspanyolları şaşkınlığa düşüren bir başka yönü de namus ve ahlak anlayışlarıydı. Kimse evinin kapısını kilitle miyordu. Evinden çıkan, içerde kimse olmadığını işaret için eşiKl)
i
ğin üzerine ufak bir değnek koyuyor ve gönül rahatlığıyla işine gidebiliyordu. Fakat bu yüksek uygarlığın yanı sıra dinsel örf ve âdetlerde çok ilkel bir yön vardı. Büyük piramidin en üstün deki kutsal yeri gezen İspanyolların gözleri korkuyla doldu. Aztekler burada insan kurban ediyorlardı. (J. G. Leithauser, Dünyamızın Fatihleri, çev. Derin Tiirkömer, İstanbul, 1971, s. 190-193)
SO RU LA R i
| ’
İ
1. Batı'da yeniçağın başlarında ne gibi teknik gelişmeler gö rüyoruz ve bunların sonuçlan ne olmuştur? 2. Batılıları coğrafi keşiflere götüren etkenler nelerdir? Bu etkenler arasında Osmanlıların ne gibi bir rolü olmuştur? Coğrafi keşiflerin Batı ve Osmanlı ekonomileri için sonuçlan nelerdir? 3. Batılılar Amerika'yı keşfettiklerinde orada ne gibi uygar lıklarla karşılaştılar? Ve nasıl davrandılar bu uygarlıklar karşı sında? Aztekier kimlerdir ve uygarlıkları hakkında ilebiliyorsu nuz? (Okuma parçasını okuyunuz.)
RÖ N ESA N S VE REFORM
¡1
1 ' I
14. yüzyıldan 16. yüzyıl sonlarına değin, Batı A vrupalılar, yalnız okyanusların ötesindeki ülkeleri keşifle yetin m ediler; edebiyat, sanat ve düşün alanlarında da büyük ilerlem eleri oldu. "R ö n esan s" adı veriliyor bunların tüm üne. Kâğıt üretim inin yayılm ası, oym acılığın ilerlem esi ve basım cılığın, Rönesans'ın oluşm asında ve gelişm esinde rolleri büyük. Ama asıl neden, yükselen burjuvazinin varlığıyla ilgili. N edir Rönesans? Burjuvazinin kültür devrim i. Rönesans a) Rönesans'ın anlamı Rönesans, kelim e anlam ıyla, "yeniden doğuş" dem ek. A ncak, Rönesans deyim inden Batı'da edebiyat ve sana81
tın gerçekten yeniden doğduğu ya da dirildiği anlam ı çı karılm am alı. Çünkü, O rtaçağ A vrupası'nda da, bir ed ebi yat ve sanat vardı. Rönesans, Batı A vru pa'd a edebiyat ve sanatın yeni bir yöne çevrilişi. G erçekten, R önesans hareketinin, görüldüğü her yerde bu hareketi sim geleyen belli nitelikleri vardır: Eski Yunan sanatına dönm ek, dinsel konularda bile insanı m erkez olarak alm ak, dünyayı, dünya gerçeklerini değerlendir m ek... gibi. K olayca fark edileceği gibi, ortaçağ düşünüşü nün zıddı bu nitelikler. Çünkü, ortaçağ düşünüşü, yalnız öteki dünyayı m erkez yapıyor, yalnız Tan rı'yı ve dini ya şam a nedeni olarak kabul ediyordu. A ncak şu noktaya da dikkat etm eli: O yüzyıllarda ya şayanlar, kendilerini ortaçağdan bütün bütüne de kurtara bilm iş değillerdi. G eçm işin kalıntıları yer yer sürüyordu hâlâ. N e var ki, o insanlar, G reko-R om en sanatı ve edebi yatı üzerine daha çok eğilm işler, onu daha iyi incelem iş lerdi. K lasik düşünceye gereken önem i verm ekten kaçın m am ışlardı. Bunun gibi, Latince, bu çağla ansızın önem kazanm ış, eskiden kalm a eserler gün ışığına çıkıverm işti. Bütün bunlar, R önesans'ın yalnız "y en ilik " dem ek ol m adığını gösterir. Rönesans, m odernizm in öncüsü old u ğunca, ortaçağın da bir m irasçısı. D aha yerinde bir deyiş le, Batı'd a, ortaçağ ile m odern dünya arasında bir basa m aktır Rönesans. G örkem li bir basam ak ama. Ortaçağ, "b irleşm iş bir toplum "u savunuyordu. R öne sans, "b ire y "i öne aldı. "B ire y cilik " başlam ıştır. Ve o çağa göre ilerici b ir akım dır da bu. Bireycilik, giyim ve kuşam a varıncaya dek her alanda dır. İnanç ve ahlakta serbestlik ister. K ilise'nin baskısına direnir, giderek başkaldırır ona. Protestanlık, işte bu başkaldırının dindeki görünüşü. Bireyciliğin en güzel deyim ini bulduğu hareket üstelik. Bütün bu değişimde, Batı'daki iktisadi gelişmenin, doğan kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni bir sınıfın, yani burjuvazi nin yaşam anlayışı ve yaşayışının büyük payı var. İktisadi gelişm enin bu sınıf yararına yarattığı zenginlik ve refah, or 82
taçağın ve Hıristiyanlığın sıkıcı ahlak kurallarını eğip büke cekti ister istemez. Ve yaşama tutkuyla bağlılığı, zevk ve se vinç içinde yaşam a arzusunu, giderek biçim ve m addenin yetkinlik ve güzelliğine önem vermeyi getirecekti arkasın dan doğal olarak. Maddesel ve özgür bir yaşam akışının, edebiyat ve sanaü etkilememesi de olanaksızdı aslında. N itekim öyle oldu. Bundan başka, kökü Doğu'da olan Ispanya'daki Müs lüman uygarlık ile Kuzey Afrika Müslümanlarının Sicil ya ve İtalya ile ilişkileri, güney ve batı Avrupa'nın düşün ce ve sanat ufkunun genişlemesine yardım etmiştir. En dülüs m edreselerinde öğrenim gören Hıristiyanlar vardı. Fransa'da İbni Sina'nın tıpla ilgili eserleri okunuyordu. Güney İtalya ve Sicilya'da M üslümanlığın etkisiyle, Av rupa'nın öteki ülkelerindeki bağnazlık hafiflemiş, dar zihniyet değişmeye başlamıştı.
R önesans hareketi, Batı'da her ülkede aynı zam anda başlam adı. Bazı yerlerde hiç görülm edi bile. Bunun gibi, kimi sanat kollarında pek erkenden başlayan bu uyanış, kim i sanat kollarında duyulm adı. Ama R önesans hareke tinin, Batı'da önce İtalya'd a başladığı ve oradan çevreye yayıldığı bir gerçek. b) H üm anizm ve edebiyat H üm anizm deyim i, ilkin ve dar anlam ıyla, ilkçağ ede biyatı üzerindeki -d a h a çok filolojik nitelikte o la n - çalış m alara verilen bir ad. İlkçağ edebiyatı ile ilgili uğraşların ortaya çıkm ası ise, yeni b ir yaşam anlayış ve duygusunun kendisine biçim kazandırm ak istem esinden ileri gelm iştir. Bu yeni anlayış, dinden bağım sız bir kültür kurm ak, in san ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratm ak istiyordu. O halde hüm anizm , sadece filolojik bir araştırm a değil, m o dern insanın yeni yaşam anlayışını ve duygusunu dile ge tiren bir akım oluyor. A ncak hüm anizm i dinden, yani H ıristiyanlıktan bütün bütüne ayrı olarak da düşünm em eli. Dinle yakından ilgi 83
lenen kişilerdi hüm anistlerin çoğu. H üm anist hareket, başta İtalya'd a doğar: I la roketin ö n cüsü, 14. yüzyılda yaşam ış büyük şair Petrarca'dır; 15. yüzyılda, hareketin en önem li m erkezi Lorenzo di M edici'n in Floransa'sı olur. 16. yüzyılda ise, bütün Batı'yı sarar hareket: Başta H ollandalI Erasm us olm ak üzere, A lm an Reuchlin ve Pirkheim er, Fransız Bude ve Estienne, İngi liz Colet ve T hom as M ore hüm anist hareketin akla gelen ilk büyük adları oluyor. - İtalya, R önesans edebiyatının ilk tohum larını 14. yü z yılda verecek denli olgundu. D ante, bir ortaçağ adam ıydı, ama yeni çağların da bir habercisiydi. Ç ağdaşı Petrarca ise bütün bütüne bir Rönesans adam ıdır. Boccacio'nun Decam eron'u, İtalyan R önesansı'nın bugüne değin ününü koru yan eserleri arasında. 15. yüzyılın ortalarından 16. yüzyılın ortalarına değin geçen dönem İtalya'da Rönesans edebiyatının altın çağıdır. Akla önce dört büyük destan yazarı geliyor: Fulci, Boiarda -v e özellikle- Ariosto ve Tasso. Siyasal kuramın en önem li eserlerinden biri olan H üküm dar'm (II Principo) yazarı o çok ünlü M achiavelli de (M akyavel) bu dönem de. Son ola rak, otobiyografi türünün en güzel örneklerinden biri de o dönem de yazılm ış: Benvenuto Cellini'nin otobiyografisi. - Rönesans İspanyası, Don Kişot'u (D oııQ ııijote) yazan Cervantes'i yetiştirdi. O nun adı, eseri gibi, dünya edebi yatının ölüm süzleri arasındadır. - 1492'de başlayan İtalya Savaşları, Fransa ile bu ülke arasındaki ilişkileri çoğaltarak, Rönesans'ın Fransa'ya gir m esinde bü yü k bir rol oynuyor. Yeni bir düşünce ve duy gu dünyasının fethine çıkan Bude, R. Estienne gibi coş kun hüm anistlerin yanı sıra özellikle R abelais, R onsard, M ontaigne, Rönesans edebiyatının önde gelen tem silcile ri oluyorlar Fransa'da. - Rönesans, Kuzey Avrupa'da, edebiyattan çok m im arlı ğı ve resmi etkiler. Özellikle Alm anya'da böyledir. Fakat İn giltere'de hele hele Tudorlar Çağı, İngiliz edebiyatının en parlak dönem idir belki. 16. yüzyıl, şairlerle, eşine ancak M.Ö. 5. yüzyıl Atinası'nda rastlanabilecek tiyatro yazarla rıyla doludur İngiltere'de. Ünlü Utopia'nın yazarı Thom as 84
M ore, Spencer, Francis Bacon, M arlowe, Ben Jonson, Rö nesans düşünce ve edebiyatının İngiltere'deki büyük adları. Ama o çağ anılınca akla ilk gelen bir başka dev var: Shakespeare. Shakespeare (1564-1616), iki dönemin, can çekişen fe odalizm ile doğan kapitalizmin karşılaştığı noktada ya şadı ve her ikisiyle de mücadele etti bunların. Soyluluğun miras yoluyla geçmesi, dinsel bağnazlık, ırkçı düşünceler gibi ortaçağ kavramlarına karşı çıkarken, açgözlülüğü, altın hırsını da sergiler. Tüm insanların eşitliğinden yanadır. Örneğin kara Afrikalı Othello, ahlak ve zekâca çevresindeki Venedikli soylulardan üstündür vb... Babaların otoritesine karşı, genç kuşağın özgürlüğünü savunur. Aşk için mücadele lerinde kadın kahramanlarını korur. Erkekle kadın eşittir onun gözünde, eşit olmalıdır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde gerçeğe üstün bir yer verir: Hamlet, Kral Lear, Othello gerçeği, hep gerçeği -hem bıkm adan- ararlar. Ve gerçek sonunda yalana, iki yüzlülüğe daima üstün gelir onda. Yönetici düşünce olarak doğayı alır: Hareket ve yara tış doğaldır; güzellik ve iyilik de öyle. Böylece doğa, Sha kespeare için arı, güzel ve yaratıcı yaşamdır, gelişmedir; iyiye, daha güzele gidiştir. Eserlerinin kaynakları, hayli çeşitlidir: Antik dünyada çok şey buldu. Ama bütün bu etkilerin yanı sıra, İngiliz halk tiyatrosunun geleneklerini de sürdürür. "Trajik" ile "kom ik" iç içedir bu tiyatroda ve gerçekçilik egemendir: Kullandığı dil, o büyük dil de, bu gerçekliğin bir başka görünümüdür aslında.1
c) Giizel sanatlar Rönesans, büyük yeniliğini ve yaratıcılığını yalnız ede biyatta değil, -b elk i daha ç o k - güzel sanatlarda gösteri lin konuda ayrıntı için bkz. A. Smirnov, Le Sens de L'Œ uvre de Shakes peare, Recherches Internationales, s. 43.
85
\ 111 II.ılı .\ \ 1111>.> ı l . ı k ı iktisadi g elişm e d e ö /e llik le g ii/e l
........ ..... m gelinm esinde etkili bir rol oynuyor: A sya'nın ve
\mrı ık.ı ııııı keşfi, Batı'ya büyük gönenç ve zenginlik sağl.ı m ıs, hüküm darların ve zengin burjuvaların sanat erba bına yeni eserler, anıtlar ve binalar yaptırm ası m üm kün olm uştur. M eşen adı verilen bu sanat koruyucularının varlığı, sanat için doğaldır ki, çok şevklendirici bir ortam yaratm ıştır. Sanatta Rönesans, önce İtalya'da, orada da özellikle Floransa'da kendini gösterdi. H areketin başlangıcı, 15. yüzyıl başlarına değin uzanıyor. İtalyan R önesansı'nm kurucusu M asaccio'dur. Giotto'nun getirdiği yenilikleri daha da ileriye götürdü o. Çoklarının dediği gibi insan resmi, ilk kez M asaccio ile toprağa ayak basar. M asaccio'nun izinden gidenler oldu: Ö zellikle Fra Angelico, insan figürlerine verdiği nurlu görünüşle, Kilise resm inde yeni bir adım atar ve "ru h an ilik " diyebileceği miz, insanlara insanüstü bir anlam kazandıran bir resim biçimi ortaya koyar. Floransa primitifleri arasında-hangi sınıfa sokulacağı bir türlü kestirilem eyen- en ünlü sanatçı, hiç kuşkusuz Botticelli'dir. Medicilerden birinin evi için yaptığı İlkba har tablosu, konusunu Yunan mitolojisinden alması, çıp lak insan figürüne yer vermesi, konudan çok görsel ama cı ön planda tutması bakımından, Rönesans'ı muştulayan bir eserdir. Gerek bu tablo, gerekse Venüs'ün Doğuşu adlı tablo, tam bir Rönesans öncüsü durumuna getiriyor Botticelli'yi.
Rönesans'ın öncüleri, İtalya'da elbette yalnız Floran sa'da yetişm edi. Ama yine de Floransa'nın etkisi açıktır hepsinde. İtalyan Rönesansı'nı her bakım dan gerçekleştiren ve yükselten üç büyük dev -h iç kuşkusuz- Leonardo da Vinci, M ichelangelo ve Raffaello'dur. Venedik Okulu, en çok 16. yüzyılda parladı. Bu okul G iorgione, Tintoretto, Veronese, Tiziano gibi büyük 86
renk ustaları yetiştirir. Venedik O kulu'nun başlıca özelli ği, “renkçi" olm ası. Bunun gibi, Floransa O ku lu'nun "in san vü cudunu" keşfetm esine ve buna "h ey kelv ari" bir ifa de kazandırm asına karşılık; V enedik Okulu, özellikle G i orgione ile, "d o ğ a"y ı buldu ve resm e getirdi. İnsanı doğa nın içinde, onun bir parçası olarak düşündü. İtalyan Rönesansı'nı kaplayan bu iki okuldan hiçbiri ne sokulamayacak bir büyük ressam da Correggio. Cor reggio, ileride özellikle 18. yüzyıl Fransız ressamları üze rinde en çok etki yapan sanatçı olacaktır.
İtalyan Rönesansı, heykel yönünden de eşsiz eserler verdi. Rönesans heykeli de önce Floransa'da doğdu. O rta çağda, dinin ağır basm ası yüzünden bağım sız bir sanat olarak gelişm eyen heykel, F loransa'da eski Y unan sanatı nın incelenm esiyle ortaya çıktı. 15. yüzyılda Floransa, üç önem li heykelci yetiştirm iştir ki, ilerde doğacak olan hey keltıraşlığın m uştucusudur onlar: Jacopo della Q uercia, Lorenzo G hiberti ve D onatello. Am a heykelde, İtalyan R önesansı'm n en büyük dehası hiç kuşkusuz M ichelange lo oldu. Freskolarından belki çok daha üstün değer taşır heykelleri onun. İtalya'd a Rönesans m im arlığına gelince... 15. yüzyıl ile 16. yüzyılın ilk yarısında yaşam ış olan m im arlardan Bru nelleschi, eski Rom a yıkıntılarını inceleyerek gotik etkisin den kurtulm aya çalışm ıştı. Bram ante ise, gotik ile ilişkisi ni büsbütün kesm eyi başarır. B ram an te'd en sonra, Rönesans m im arlığını M ich e langelo doruğuna ulaştırır. Bramante'nin inşasına başladığı, M ichelangelo'nun da kısmen tamamladığı Roma'daki San Pietro K ilisesi, Rö nesans mimarisinin en güzel örneklerindendir. Katolik Reform u'ndan sonra Cizvit papazları, kiliseleri daha çe kici hale koymak istediklerinden, yeni kiliseler yaptırmış lardı. Böylece, 16. yüzyıl ikinci yarısında Cizvit mimari biçimi ortaya çıkmıştır. Doğaldır ki, kiliselerden başka, birçok saraylar da yapılmıştır bu dönemde. 87
R önesans sanat hareketi, İtalya dışındaki ülkelerin tü m ünde görülm ediği gibi, bu hareketin görünüm ü de her yerde aynı değildir. Örneğin Fransa'da Rönesans, daha çok m im arlıkta ve -b ir dereceye kadar d a - heykeltıraşlık ve resim de görüldüğü halde, A lm anya'da ve H ollanda'da -h e m e n hem en y a ln ız - resim de eserler verm iştir. R önesans m im arlığı, Fransa'da dinsel eserlerden yani kiliselerd en çok, saray ve şato ortaya koydu. Dönem in en çok tanınan m im arı da Pierre Lescot. H eykeltıraşlık, Fran sa'da, önceleri İtalyan sanatının etkisi altındayken, sonla ra doğru Fransız geleneğine dönm üş ve pek güzel eserler ortaya koym uştur. İngiltere'd e heykeltıraşlık, hem en hem en yalnız süsle m e sanatında kullanılm ıştır. A lm anya'da ise, İtalyan res sam lığı b u ülkenin büyük ressam larından A lbrecht D ürer'in kişiliğini pek etkilem em iştir. H ollanda'da, 16. yüzyılda İtalyan ressam lığı ilerlem eye başlar, am a sonra m illi renk bu ilerleyişin önüne düşer ve kendi kişiliğini ortaya koyar. Fransa'da ise, İtalyan ressam lığı çeşitli ressam lar ü ze rinde az ya da çok etkili olm uştur. Ö zetle söylenebilir ki, İtalyan Rönesans sanatı, Batı'da kuzey ülkelerinin gerçekçiliğini boğam am ış, -b ir dereceye d eğ in - kural ve düzen altına girm esini sağlam ıştır yalnızca. R önesans'tan sonra A vrupa resm i, özellikle İspanya, H ollanda, Flandres ve Fransa'da büyük bir gelişm e göste recektir. N e var ki, İspanya ve H ollanda'da orijinal oldu ğu oranda, Fransa'da akadem izm e yönelecektir bu geliş m e. İngiltere ve A lm anya ise, R önesans'tan sonra derin bir uykuya dalarlar adeta. İtalya'd a da, R önesans sonrası, önce "b a ro k " anlayışın eseri olacaktır... Reform hareketleri 10. yüzyıld an 14. yüzyıla değin, K atolik Kilisesi kendi içindeki bozuklukları, kendi kendine düzeltm eyi başar m ıştı zam an zam an. 14. ve 15. yüzyıllarda ise bu konuda acze düşer. O yüzdendir ki, 1520 tarihinden başlayarak,
çürüyüşe bir son verm ek için, kendi dışında bir dinsel ıs lahat hareketi başlar. R eform diye adlandırılan budur. Bu hareket sonucunda, A vru p a'n ın dinsel birliği bozul m uş ve H ıristiyanlardan bir kısm ı K atolik K ilisesi'nden ayrılarak Protestanlığı kabul etm iştir. a) Protestan reformu Protestan reform unun nedenleri dinsel, düşünsel, ikti sadi ve siyasal olm ak üzere çeşitlidir: - K ilise, ortaçağ boyunca, toplum daki etkinliğini gitgi de artırırken, sınıflararası ilişkilerde de yerini seçer; ru h ban zü m resi, egem en sınıflar arasına girer böylece. Ve çok geçm eden yaşam ları da, o sınıflarınki gibi olur. Ö yle ki, ruhani başkanların çoğu laik derebeyler gibi; birçok papaz da günahkâr saydıkları kim seler gibi y aşa m aya başlarlar. Bu nedenle K ilise'nin hem başı, yani Papa, hem de üyeleri, yani papazlar bakım ından bir y enilik ge reksinm esi kendini duyurur. Bu yenileştirm e gereğine inananlardan biri de A lm an L uther'dir. Bir ara, durum u anlam ak ve anlatm ak üzere, R om a'ya kadar gelir. N e var ki, bu gezi sadece hayal kırıklığına uğ ratır kendisini. R om a'da, hatta Papalık sarayında -R ö n e sans'ın etkisi ile - başka bir hava vardır ve ıslahata önem veren de yoktur. R eform 'u n dinsel nedenlerinin başında gelir bu du rum. - Öte yandan aydınlar, hüm anistler artık geniş bir dü şünce ufkuna sahip bulunuyorlardı. Birçok papaz bile ila hiyat ile yetinm eyerek -h a tta onu sav sak lay arak - felsefe ve edebiyat ile uğraşm ayı yeğliyorlardı. Ortaçağ, insan bedenini kötülüğün kaynağı kabul et mişti. Bu nedenle H ıristiyanlık, aklın rolünü sınırlam ış, bir otoriteye uym a düşüncesini aşılam aya çalışm ıştı. Oysa, bunun tersini yapıyordu Rönesans. D oğaya dönerek çıplak bedeni anıtlaştırıyor, eleştiri düşüncesini ortaya çıkarıyor, Kutsal K itap 'm Latince m etnini denetlem e olanağını vere 89
cek olan, Grek ve İbrani dillerini genelleştiriyordu. Arka arkaya gelen keşifler ve buluşlar ise, insanlığın gururunu yükseltiyordu. K afalardaki bu değişiklik, R eform 'u n düşünsel n ed en leridir: - Başlarda yoksul halktan oluşan K atolik Kilisesi, za m anla bü yü k servetler ele geçirm işti. A lm anya'da topra ğın üçte biri, İsviçre'd e kantonların bü yü k bir kısm ı Kilise'nindi. 15. yüzyıl sonlarından başlayarak artan yaşam pahalılığı içinde, rahip olm ayan birçok kim se, hırs ve ta m ahla bakıyorlardı K ilise em lakine. Soylular, K ilise'de ya pılacak ilk d üzeltm enin, bu em laki K ilise'den alm ak oldu ğu kanısında idiler. Ç ünkü gelişm eler, soyluların serveti ni kararsız bir durum a getirm işti. Fransa kralı, Fran sa'd a ki K ilise em lakini Papa ile bölüşm üştü. İngiltere kralı da bu em laktan yararlanm a arzusundaydı. Ö zetle K ilise em lakinin ele geçirilm esi, sosyal sınıfları harekete getiriyordu. B unlar da, iktisadi nedenleriydi R eform 'un. - Son olarak, K atolik m ezhebinden iki hanedan, H absburg ve Fransız h anedanları arasındaki savaş da Protes tanlığın yararına olm uştur. A lm a n y a 'd a L u th er, F ra n sa 'd a C alv in , İsv içre'd e Z w ingli, çeşitli sorunlar hakkında -b irb irin d en az ç o k farklı düşünce ve inanışlarla ortaya çıkm ış ve Reform ha) reketinin önderleri olm uşlardır. Saksonya'da doğan Luther, kurtuluşun ancak iman ile sağlanacağına inanmıştı. Bundan dolayı günahların satın alınabileceği kanısını veren “af belgesi" (Endüljans) satışı dolayısıyla Papalığa karşı bir mücadele açtı ve Papa'nm "yanılm az" olduğu ilkesini reddetti. İmparator Kral, mü cadeleye karışarak uzlaştırmaya çalıştı iki yanı. Ancak Lut
her, davasından vazgeçmedi. İmparatora karşı nüfuzlarını güçlendirmek isteyen prenslerin bir bölümü zaten kendisi ni tutuyor ve koruyorlardı. Büyük bir mücadele sonunda, Katolik Kilisesi'nden ayrı Luther Kilisesi kuruldu. Fransız kökenli Calvin de, kurtuluşun iman ile olaca ğını kabul ediyordu gerçi. Ne var ki, Luther'den daha ile 90
ri giderek, imanın "ilahi bir vergi" olduğuna, Allah'ın takdiri ne ise onun da değişmeyeceğine inanıyordu. O da kabul etmiyordu Papa'nın yanılmazlığını. Azizlerin hey kel ve tasvirlerine tapmayı, ayinlerin törenlerle ve sırma lı giysilerle mutlaka papazlarca yapılmasının doğru ol madığını söylüyordu. Kovuşturmaya uğradığı için bir aralık Fransa'yı terk ederek İsviçre'de yerleşti ve örgütünü kurdu.
1.11 th erjm v.h ebi, az zam anda, A lm anya'dan başka - İ s veç ve D anim arka hüküm darlarının k ab u lü y le- İskandi navya ülkelerinde ve Baltık kıyılarında da yayıldı. Kalvinizm ise, İsviçre'de, Fransa'da, H ollan d a'd a ve İskoçya'd a yer tuttu. Fransa'daki K alvinistlere H uguenot (H ügno), İskoçya'd akilere de P resbiteryen adı verildi. Protestanlık İngiltere'ye de geçti. Fakat buradaki Re form hareketi, bir m ezhep yenilikçisinin görüş ve çabası ile değil, K ral VIII. H enry'nin -k işise l ve siyasal nedenler y ü z ü n d en - Papa ile ilişkisini kesm esiyle başladı. A ngli kanizm adını alan İngiliz Protestanlığı, VIII. H enry'nin yerine geçenlerin dönem inde, -ç e şitli eğilim lerin etkisiy le - ileri geri bazı aşam alar geçirdikten sonra, Elizabeth za m anında çıkarılan kanunlar ile iyice yerleşti ve sağlam laş tı. A nglikanizm , gerek kurallar gerek örgüt bakım ından, Protestanlığın K atolikliğe en yakın olan bölüm üdür. Ö zetle Reform , ortaçağın düşünce planındaki em per yalizm i ve teokrasisine kesin olarak son verdi. b) K atolik karşı-reform u Protestanlık, çeşitli ülkelerde ilerlerken, K atolikliğe bağlı kalm ış ülkeleri korum ak ve Protestanlığa direnm ek için K atolik K ilisesi'nde de bir karşı-reform hareketi baş lam ıştır. K atolik R eform u'nda papalar, Engizisyon, Trento Konsili ve özellikle C izvitler önem li birer rol oynam ışlardır. G erçekten, 16. yüzyılın ortalarına doğru Papalık m aka m ına geçenler, K ilise'yi sarm ış olan hastalığın nedenlerini anlam ış göründüler ve düzeltm elere giriştiler. Bunlardan 91
Papa Paıılus, bir y a n d a n teh lik eli sayıl.ın k itap ların bir fih ristin i y ap tırd ı, en g iz isy o n u faaliyeti- g eçird i; öte y a n d an C iz v it ö rg ü tü n ü kabu l ve o n a y la rk en T ren to K o n sili'n i de to p la n tıy a çağ ırd ı.
Papa Paulus'un başlattığı yenilem e işini kendinden son ra gelenler de izlemekten geri kalm adılar. Bilim sel gelişm eler B atı'd a 16. yüzyıl, bir yandan geleneklere bağlılığı y ık m aya çalışırken, bir yandan da doğanın doğrudan doğru ya gözlem ine yöneldi. B ilim sel gelişm elerin başlam ası bunun sonucu olm uş tur. Bilim lerin ilki ve tem eli olan m atem atik ve bunun çeşit li bölüm leri aritm etik, cebir ve astronom i bu dönem de bü yük ilerlem eler kaydetm iştir. Polonyalı K opernik, Alm an Kepler, İtalyan G alilei, astronom i alanında önem li keşif lerde bulundular. Gözlem ve araştırm alardaki bu anlayış ve gelişmeler, do ğal olarak Descartes'ın felsefesini doğuracak, yani "akıl" bilgiye varm anın aracı olacaktır: Ona göre, ancak akıl gerçe ğe varabilir. Deneysel sorunlarda, Aristoteles'in -h âlâ say gınlığını k oru yan- otoritesinin karşısına, Descartes "k u ş ku" yu çıkarıyordu. Bu özgür araştırm a, B atı'd a m odern çağın bü yü k ha bercilerinden biridir. Ancak, A vrupa'da düşün alanındaki bu gelişm enin kav gasız gerçekleştiği de sanılmasın. H ıristiyan dünyasının skolastik yöntem e bağlı ilahiyatçıları ve papazları, bu iler lem eye karşı bü yü k direniş gösterm işler, bilim adamları -g ü lü n ç olduğu k a d a r- feci kovuşturm alara uğram ışlardır. D A H A ÇOK BİLG İ J. D. Bcrnal, Materyalist Bilimler Tarihi (çev. E. Marlalı), İstan bul, 1976. Jacop Burckhart, İtalya'da Rönesans Kültürü (çev. B. S. Baykal), 2 Cilt, Ankara, 1978. 92
I1,. II. ( lombric'h, Saıınlııı ( h/kiı -tı (çev. 15. Cömert), İstanbul, 1480. İsmail I labib Sevük, Avrupa Edebiyatı ve Biz, İstanbul, 1940. OKUMA
İTA LYA N R Ö N ESA N SI'N IN ÜÇ DEVİ İtalyan Rönesansı'nı her bakımdan gerçekleştiren ve yüksel ten üç büyük dev, elbette Leonardo da Vinci, Michelangelo Buonarotti ve Raffaello'dur.
Leonardo da Vinci... Bütün 16. yüzyıla egemen olmuş, res me yeni esaslar getirmiş bir devdi. Dehası, çağında onun Borgia'lar, Sforza'lar, Fransa Kralı François'ca korunmasına yol aç tı. Bugün elde pek az resmi, pek az kompozisyonu kalan bu adam, ressamdan başka her şeydi ama, her şey olduğu kadar da ressamdı. Leonardo, Rönesans sanatçısı tipini en yetkin biçi
miyle temsil edebilen bir insandı. Döneminin en büyük bilgi niydi. Matematik, mekanik, mühendislik alanlarındaki bilgi siyle, ancak 20. yüzyıl insanının gerçekleştirebileceği birçok bu luşu daha o zamandan görmüş, keşfetmiş, ama ya giderine dayanılamadığı için ya da inandıramadığından, çoğunu gerçekleş tirememişti. Büyük bir biyoloji bilginiydi. Tarih, coğrafya, siya
set, balistik, şiir ve edebiyat alanlarında eşsizdi. Müzikte bir ta neydi... İşte bütün bunlardan sonra, Leonardo, boş zam anların da resimle de uğraşmıştır. Ressam olarak en büyük ihtirası, de
sendi. Renkle çok ilgilenmiş, renklerin ahengi ilkelerini bul muş, ama eserlerinde renge fazla önem vermemişti. Bugün Leonardo'dan kalan en ünlü eserler, La Cena (Son Ye mek sahnesi), La Gioconda ile Kayalıklar Bakiresi gibi bir iki kom pozisyondan, birkaç yüz desenden ibarettir... Leonardo, evrensel ışık denilen ve resmi her yandan kuşa tan, gölgeye pay bırakmayan ışık yerine tek kaynaktan gelen ışı ğı yeğlemişti... Çünkü insanları, her şeyi güzelleştiren, hayale tasarlama olanağı bırakarak doğayı bütünleme işini yüklenen hava tabakası, yarı gölgedir. Bu ressamın asıl büyük buluşu, renklerin kendisinde bulu nan uzaklık, yakınlık etkisiydi. Renkle çok uğraşan Leonardo, ufka doğru uzaklaştıkça renklerin solduğu ve grileştiği gerçeği93
ııı ilk lıiı k ı ■* li'iılcı ı İ n iı 11 'u m nl.ıı.ıl-
ıır..ın ,m.ilmilisi üzerindeki
ey . 1 / I *1 1j ı•.ı, I ıı n li’ j',ı ılj’.i'li'i i' vı- I m i)',ı ı l.n .1 I >.ıtıııı^, d Jaleleri ve kas kın lıit, hı llı olm a/ ılımııml.ıykeıı bile-, resimlerinde niçin büyük bir y.ıpı sağlamlığı bıılunJuğunu bize tanıtlıyor. İtalyan Rönesansı'nın ikinci büyük devi Michelangelo Bu-
onarotti'dir. Gerçek şaheserler yaratmış olan bu heykeltıraş ve ressam, freskolarıyla ün salmış ve Leonardo'nun getirdiği yeni liklere başkalarını katmıştı... Şair, ressam, heykeltıraş Michelan gelo, daha birçok bilgi ve marifet sahibiydi... M ichelaııgelo'nun resimdeki hüneri n ey Ji? Bir kez bu sanatçı, yağlı boya resmi sevmez, onunla uğraş maya tenezzül etmezdi... Bugün elde bir tek yağlı boya tablosu v arJır. O J a , Kutsal Aile tablosudur. Michelangelo, birçok kar ton eskizleriyle hazırladığı freskolarına değer verirdi. Capella
Sistina'daki tavan freskoları, bu nedenle, hem büyük kom po zisyonları olduğu için, hem de sanatçının bütün özelliklerini be lirttiği için, resim alanında en önemli eseridir. Kıyamet Günü adı nı verdiği bu muazzam kom pozisyonJa tanrılar, insanın yaratı lışı, cehenneme gidiş gibi din tarihinin ve kutsal kitapların bah settiği birçok olay, bu arada birçok tarihî kişi gösterilmişti. Sistina Kapellası'nın incelenmesi, bize M ichelangelo'nun sa natçılığına egemen anlayışı açıkça gösterir. Bu konuları canlan dırmak üzere sanatçının başvurduğu tek araç, tek öğe insan be denidir. İnsan bedeninin, hatta yalnızca insan mecrasının, din kitaplarından bile çıkarılmış olsa, eserin merkez noktası olması vönünden, Rönesans'a uygun bir şey... Michelangelo resme
heykel sanatının kanunlarını uyguluyordu. M ichelangelo'nun resim sanatına eklediği yenilik, görsel anlatımı abartmasında kendini gösterir. Michelangelo, eski Yunan sanatını tamamlamış, o sanatı da ha ileriye götürmüş, daha insanlaştırmıştır. Michelangelo, eser lerinin konuları ve onları işleyiş biçim iyle ileriki sanatı da haber vermektedir: Barok sanatın ve Romantik görüşün köklerini, pek belli bir biçimde onun eserinde buluyoruz. İtalyan Rönesansı'nın üçüncü devi Raffaello Sanzio'dur... Raffaello'nun birçok ünlü eseri vardır. Hemen hepsinin de konusu ya dinle ilgilidir ya klasik Yunan sanatıyla... Sistina M adoıınası, Atina M ektebi, İsa'nın Göğe Çekilişi, Parnassus gibi büyük kompozisyonlarında olsun, Meryem Ana resimleri ve Kardinal 94
poıl relerinde t »İsıtıl, Ralfaello'nıııı figürleri güzellik ülküsüne göre yaratılmıştır... R.ttfaello, oski Yunan felsefesi sanat görü şünden işte bu güzellik ülküsünü almıştı... Çok genç ve sanatı nın en olgun çağında ölnuiş olduğu halde, Raffaello birçok öğ renci yetiştirmişti. Onlara, sanatının gizini ahenk ve denge ola rak öğretiyordu. Gerçekten de Raffaello'nun kompozisyonların da her şey, en çok bu bakımdan ele alınmıştır. Raffaello, kendinden önce yetişmiş Rönesans ustalarının tam bir sentezi, onların hepsinin yalnız değerli yönlerini birleştiren tam bir bireşimi olduğu için eserleri yetkin görünür. (Zahir Güvemli, Sanat Tarihi, İstanbul, 1968, s. 66-67) (Not: Metin bugünkü dile çevrilmiştir)
SO R U LA R 1. Rönesans ne demektir? Yeniçağın yeni insanının nitelikle ri nelerdir? 2. Hümanizm nedir? Büyük hümanist yazarlardan kimleri biliyorsunuz? 3. Rönesans dönemi yazarlarından kimleri tanıyorsunuz? Shakespeare'in sanatının anlamı nedir? 4. Rönesans'ta, İtalya'da ve İtalya dışında gelişen sanatın özellikleri nelerdir? O dönemde yetişmiş sanatçılardan hangile rini tanıyorsunuz? Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raffael lo'nun sanat anlayışlarındaki özellikler nelerdir? (Okuma par çasını okuyunuz.) 5. Protestan reformu ile Katolik karşı-reformunun nedenleri ve sonuçları nelerdir? 6. Rönesans'la başlayan bilimsel gelişmeler özellikle hangi alandadır?
İM PA RA TO RLU K TA N U LU SA L D EVLETE Ulusal devletler nasıl kuruldu? B atı'da, 16. yüzyılda sosyal düşünce, Rönesans ve Reform 'un getirdiği genel çerçeve içinde gelişir. Toplum la il gili kon u lan kapsayan genel bir öğretiden henüz söz edi 95
lem ez gerçi; ancak yeni düşüncenin ışığında bir ekonom ik düşünce ve ona bağlı olarak bir devlet düşüncesi doğm uş tur. D evlet düşüncesi, başka bir deyim le egem enlik ve ik tidar sorunu, daha önceki çağlara, özellikle ortaçağa göre bü yü k yenilik gösterm ektedir. G erçekten ortaçağda, Batı'da siyasal birim olarak, im paratorluklar içinde, bağım sız derebeylikler görülm ekte dir. Büyük im paratorluklar, m erkezî bir otoriteden de yoksun bulunm akta, yerel kanun ve ölçüler, çeşitli halk lar, birbirinden farklı örf ve âdetler im paratorluklar içinde bir kargaşalık yaratm aktadır. İşte, 15. ve 16. yüzyıllardan başlayarak, Batı'da im para torlukların ve im paratorluk kalıntısı derebeyliklerin y ıkıl dığı, yerine siyasal birim olarak bir Fransa, bir İspanya, bir İngiltere gibi "u lu sal devletler"in kurulduğu görülür. N için 16. yüzyılda bu türden ulusal devletler kurulm a ya başlanm ış ve ulusal sınır ve birlikten yoksun kuruluş lar geçerliliklerini yitirm işlerdir? Bunun yanıtını, Batılı toplum ların değişm ekte olan ekonom ik ve sosyal yapısında aram alı gene. M erkantilizm 16. yüzyılın iktisadi düşüncesi "m erk an tilizm "d ir. T a cir anlam ına gelen Latince "m erk ato r"d an geliyor kelim e. M erkatı ti üstlere göre, bir ülke ne denli para ya da de ğerli m adene sahip olursa o denli zengin sayılır. Şu halde olabildiğince çok değerli m addenin ülkeye girm esini sağ lam ak gerekir. Bu da, ancak dış ticaret yoluyla olası. Ü lke ye en çok gelir sağlayan dış ticaret ise, ülkenin kendi tacir leri aracılığıyla ve kendi ticaret filosuyla yapacağı ticaret tir. H ele dışsatım m addeleri, ham m adde değil de işlenm iş m allarsa, daha çok kazanç sağlar. M erkantilizm , "b ir ülkenin zenginlik kaynağı nedir?" sorusuna B atı'da verilm iş ilk tutarlı yanıttır. İşte, gelişen ticaret burjuvazisinin, güçlenebilm ek ve yeni bir dünya kurabilm ek için, her şeyden önce kendisi ni koruyacak bir üst kuruluşa, ulusal sınırlara, mal ve can güvenliğinin sağlanm asına, belli bir sınır içinde ölçü ve 96
kanun birliğine gereksinm esi vardır. Bu gereksinm eler ise, ancak "ulusal devlet" biçim indeki bir kuruluşça ger çekleştirilebilirdi. N itekim , m erkantilist ekonom i ve b u r juva sınıfı geliştikçe, ulusal devletin kuruluşu da hız ka zanm ıştır. İşte, 16. yüzyılın sosyal düşüncesi, daha çok, kurulm akta olan bu ulusal devletlere yönelm iş, onların sorunlarına dönük bir düşüncedir. 16. yüzyıl devlet dü şüncesini belki en iyi dile getiren ve ilkelerini en iyi orta ya koyan düşünür de bir İtalyan olan M ach iav elli'd ir. La tince "sta tu s" kelim esinden gelen "stato "y u devlet anla m ında ilk kez kullanan da o olm uştur. M erkantilist politikanın başarıya ulaşabilm esi için dev letin iktisadi alana karışm ası da gerekir. Bu karışm a ve de netim den am aç, "k ap italist serm aye birikim i"ni ulusal sınırlar içinde sağlam ak, böylece başka uluslar karşısında devleti güçlendirm ektir. Çünkü, ticaret üstünlüğü siyasal üstünlüğü sağlar. D oğaldır ki, m erkantilizm in öngördüğü devlet karışm ası aslında tüm üyle ticaret burjuvazisi yara rına bir karışm adır ve birikim de bu sınıfın elinde olm ak tadır. Böylece, m erkantilizm , B atı'd a gelişm ekte olan bu r juva sınıfına bu gelişm enin ilk aşam asında yararlı bir ikti sadi anlayış oluyor. Yeni yeni beliren ulusal devletler, doğm akta olan "tica ret kap italizm i"ne kökten bağlıdırlar. Böyle olunca da, 16. yüzyılda devletin, kapitalizm i geliştirici bir nitelik taşım a sı gerekm ektedir. Ö teki ülkelerden çok daha önce ulusal d evlet niteliğini kazanm ış olan İngiltere, m erkantilizm in İspanya ile birlikte ilk uygulandığı ülkedir. Fransa bu rejim i daha geç, 17. yüzyılda uygulam aya başlayacaktır. M utlak m onarşi O rtaya çıkan ulusal devlete egem en yönetim biçim i, 16. ve 17. yüzyıllarda "m u tlak m onarşi"dir. Başta bir "kral" vardır. Tanrı'nın yeryüzündeki tem silci sidir o. Ülkenin bütün büyük ve önemli sorunları hakkında, son bir çözüm lem ede o karar verir. Kralın otoritesini, örf ve âdetlerin dışında, ancak m anevi ve ahlaki kurallar sınırlar. 97
Kral, ekonom iden sanata, politikadan dine varıncaya dek, hem en her alana karışabilm ektedir böylece. H üküm darlarla toplum un ilişkilerinin ne dereceye var dığını anlayabilm ek için, Fransa'da XIV. Louis'nin yöneti m ini anım sam ak yeter. 16. ve 17. yüzyılların m utlak m onarşisi, 18. yüzyılda "'a y d ın d espotluk" haline gelecektir. G eçen yüzyılların m onarkından farklı olarak, aydın despot, örf ve âdetlere göre değil, "ak lın ilkelerine göre" yönettiğini ileri sürm ekte, "k am u o y u "n a kulak verm ekte, en azından "filozof’Iar"ı dinlem ektedir artık. Bir yerde, bu na zorunlu da duym aktadır kendisini. 18. yüzyıla gelindi ğinde, burjuva sınıfı iyice güçlenm iş ve m utlak yetkili h ü küm dara karşı bir üstünlük m ücadelesine girişm iştir çün kü. Eskiden krala karşı olan Kilise, m onarşinin istibdadını cehennem tehditleriyle artırm aya çalışan bir güç olarak, bu m ücadelede burjuvaziye karşı kralın yanındadır. Şu da var am a; aydın despotluğuna karşın, m onarşinin ilkeleri köklü bir değişikliğe uğram ış değildir. Yalnız bir ülkede farklı bir gelişim görülm ektedir: İngiltere'de. İngil tere, Batı'daki bütün m onarşilerden farklı olarak rejim in m onarşik görünüşünü sürdürm ekle beraber, "parlam entarizm "i kurm akta ve "siyasal liberalizm "in kurallarını saptam aktadır. DAH A ÇOK BİLGİ Murat Sarıca, Siyasal Tarih, İstanbul, 1980. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 3. Bası, İstanbul, 1980.
OKUM A M A C H IA V ELLI Machiavelli'nin yaşadığı yıllarda (1469-1567) İtalya'nın duru munu kısaca belirtelim. Böylelikle düşüncesini daha iyi kavrarız. Bütün papalar dünya nimetlerine göz dikmiş, bu yüzden İtalya din konusunda üstünlüğünü kaybetmişti. Henüz çökmeyen dört beş küçük devlet ise, İtalya'yı birliğe kavuşturamayacak kadar 98
narşik görünüşünü sürdürmekle beraber, “ parlamenta. rizm” i kurmakta ve “ siyasal lib eralizm ” in kurallarını sapta
maktadır.
D A H A Ç O K B İL G İ Murat Sarıca, Siyasal Tarih, İst. 1980. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 3. Bası, İst. 1980.
OKUM A M A C H IA V E L L I Machiavelli’nin yaşadığı yıllarda (1469-1567) İtalya’nın duru munu kısaca belirtelim. Böylelikle düşüncesini daha iyi kavrarız. Bütün papalar dünya nimetlerine göz dikmiş, bu yüzden İtalya din konusunda üstünlüğünü kaybetmişti. Henüz çökmeyen dört beş küçük devlet ise, İtalya’yı birliğe kavuşturamayacak kadar bitkin di. Buna karşın komşuları, yani Fransa ile İspanya (ve İngiltere) birliğe varmış, kendilerini dünyaya kabul ettirmişlerdi. Bu koşulların etkisinde kalan, uzun süre beklemenin İtal ya’yı yıkacağını sezen Machiavelli bir an önce güçlü bir prensliğin kurulmasını istemek zorundaydı. (Hükümdar adlı ünlü eserinde) Devletin kurulmasında her yolu meşru sayması, bunun İtalya için bir ölüm dirim meselesi olduğuna inanmasından ileri gelir... Prensin vatandaşlarına kötülük etmesini, sözünden cayması nı öğütlerken gerçekleştirmek istediği tek şey, devletin bir an ön ce kurulması, birliğin sağlanmasıdır. Ama Prens, bize aykırı gelen bu yollara, ancak devletin kurulması tehlikeye düşünce başvura cak. Yoksa kötülüğü kötülüktür diye savunuyor Machiavelli, ke sin bir kural diye çıkarmıyor karşımıza. Nitekim, devletin kurul masından sonraki durumunu inceleyen söylevlerde meşru olma yan yolları benimsemediğini açıkça belli ediyor. Machiavelli’nin eserleri doğrudan doğruya yurt sevgisine da yanır. Bunlardan yükselen çığlık boşa gitmemiş, daha sonraları İtalya’yı birliğe kavuşturan Cavour’un, Garibaldi’nin kulacında çınlamıştır. (İlhan F. Akın, Devlet Doktrinleri, İst. 1964. s. %
SORULAR 1. M e r k a n t i liz m n e d ir ? 2. B a t ı da u lu sal d e v l e t l e r i n d o ğ u ş u ile m e r k a n t i l i z m a r a s ın d a bir ılı^kı vwr m ıd ır ? V a r s a n a s ıl? 3. M u t la k m o n a r ş i ile m e r k a n t i l i z m a r a s ın d a d a b ir ilişki v a r m ı dır? 4 M a c h i a v e l li k i m d i r ? N asıl b ir siy asal d ü ş ü n c e y e s a h ip t ir ? B u >ı-;al d ü ş ü n c c n i n t a r i h s e l v e t o p lu m s a l k a y n a k l a n n e l e r d i r ? ( O k u ma p arçasını o k u y u n u z .)
İ N G İL T E R E ’D E P A R L A M E N T A R İ Z M VE S İ Y A S A L L İ B E R A L İ Z M Ortaçağ’da Ingiltere'nin kendine özgü bir siyasal yaşa mı vardır: Başlangıçta, tam anlamıyla Kara Avrupa feodali tesine benzeyen bir toplum düzeni görülmez. Çünkü, 11. yüzyılda İngiltere’yi egemenliğine alan Norman kralları, ele geçirdikleri toprakları, doğrudan doğruya kendi adamları olan soylulara dağıtır ve böylece merkeze başkaldırıp dire necek bağımsız senyörlerin türemesini önlemiş olurlar. Bu nunla beraber, O rtaçağ’daki hemen bütün hükümdarlar gi bi. İngiltere’deki Norman kralları da kendi egemenliklerini tanıyan soyluları zaman zaman toplar, çeşitli konularda gö rüşlerini alırlardı onların. İşte bu toprak sahibi soylular, Norman istilasından çok sonra, kralın otoritesini sınırlamak ve kendi durumlarını sağlamlaştırmak için Kral Yurtsuz Je a n ’a, -onun halk ara sındaki saygınsızlığından da yararlanarak- 1215 yılında Magıu Carta (Büyük Berat) denen bir belge imzalatırlar. Kral, bu belgeyle, “kendi rızaları olmadıkça” vergi alama yacağına dair söz veriyordu onlara. Daha çok “baron” unvanıyla anılan soylular, 13. yüzyıl boyunca, kendilerine daha sık danışılması için uğraşırlar. Danışılan kimselerin sayısı çoğalır giderek; baronların ya nında, başka çevrelerden de temsilciler (şövalyeler, din adamları, kent ve kasabalardaki eşrafın temsilcileri) toplan tılara çağrılır. İngiltere’de Parlamentonun başlangıcı, işte bu “konuşma toplantılarf’dır.
V e kral, artık bu P a rla m e n to y a d anışm akla yükümlü dür.
14. yüzyıldan başlayarak, P a rla m e n to d a bir bölünme oluyor. Kendilerini krala daha yakın bilen soylular ve din adamları “ L o rd lar M eclisi” nde to p la n ırk e n , küçük şövalye lerle kentlerin ve k asab aların eşrafı, yani burjuvalar da “ Avam M eclisi” ni oluşturuyorlar. İngiliz Parlamentosu, o tarihlerden sonra işte b öyle “ iki m e c lisli" olacaktır. 16. yüzyılda bir b aşka ö n em li g elişm e görüyoruz: Kral 8. Henry, İng iltere’de K ilis e ’yi P apalığın egemenliğinden kurtarıyor ve kendisine bağlı A n glik an K ilisesi’ni kuruyor. Kilisenin toprakları da, ö n c e kralın, s o n ra da - s a t ış yoluylayeni gelişen bir sınıfın, yani burju v azin in elin e geçmektedir. 18. yüzyılda, burjuvazi, artık iyice gü çlen m iş ve krala karşı direnmeye başlamıştır. 184 9'd a K ra l I. C h a r l e s ’in ida mına yol açan ve bir yerde çığırından çık ıp C rom w ell yöne timine değin varan ayaklanm a aslında b u ç ek işm ed en doğ muştur. 1660’tan başlayarak, İn g ilte re ’de “yıkılan ı onarıp dü zeltm e” anlamına gelen bir “ re s to r a s y o n ” d ö n em i başlar: Parlamentolu ve krallı eski sistem e d ön ü lü r yeniden. Ama Avam Kamarası da ağırlığını iyice o rta y a kovm uştur. Çün kü burjuvazi, o çağın öncülüğünü y ap m ay a hazır durumda dır. Kralın yetkilerini kısıtlayan ve P a r l a m e n l o ’nun, gide rek Avam Kamarasının gücünü artıran ünlü “ H aklar Yasa sı” ( Bili o f Rights) da o d ö n em d e kabul edilir. lUı yasa. Par lamentomun haklarına K r a l’ın saygı duym asını sağlamanın yanı sıra, bireylerin hak ve ö /g ü rlü k le rin i de etkili bir hi çimde güvence altına alm aktadır. R ejim , henüz “d e m o k r a tik ” değildir, a m a “ liberal” bir nitelik kazanm aktadır gitgide. A ş a m a a ş a m a , basın ve dü şünce özgürlüğü kabul edilir. Parlam entom la iki siyasal par ti, W hig ve T o r) m ücadele halindedir. S e ç im le r , kent ve kasabalarda hayli fesat karıştırılm asına kaışııı yine de “tem sil” düşüncesine bir ölçüde saygınlık kazandırmakta dır. K ra llar, devlet işlerine b a k m a k için, ken d ilerin e. la m e n to ’nuıı ileri gelen kişileri içind en v aıd ım cılaı mV ve - ’’küçük o d a " an lam ın a “ k a h i n e " d e n e n u r d e lopla nırlardı. 18. yüzyılın başla ııtu la hu “ k ah in e u su lü " artık
‘JK
yerleşmiştir. K a b in e , - b a / ı n ed en lerle kralın karşısında başlı başına bir varlık k a / a n ır giderek. V e yine aynı yüzyıl da. kralın " k a b in t/ 's in d e k i b a k a n lard a n biri, ötekilere «ıranla sivrilir ve “ b a ş b a k a n ” olur, ilerid e, P a rla m e n to ’da çoğunluğu ka zan an siyasal partinin lideri bu görev y ü k le necektir. Bakanlar, hem kendilerini atayan krala, hem de kendileri ni destekleyen Avam Kamarası na karşı “sorumlu" olurlar uzunca bir süre. Başlarda, Meclis karşısında bu sorumluluk, “cczai" bir nitelik taşırken, sonraları yalnız işbaşından çekil mekle sonuçlanan "siyasal" bir nitelik alıyor. 19. yüzyılın orta larına kadar da, bu siyasal sorumluluk “bireysel” ya da “tek ba şına" olurken, o tarihlerden başlayarak “birlikte” ya da “toplu sorumluluk" ilkesi yerleşir. Bakanlar, Avam Kamarasfna karşı, kendi görev alanlarına giren işlerden tek başlarına sorumlu ol dukları gibi, genel politikanın yürütülmesinden de birlikte so rumlu olurlar. Böylece, İn g ilte re 'd e tarihsel ve toplumsal koşullar, önce “parlamentolu” b ir re jim 'e yol açm ış ve bu rejim, gi derek “parlam enter” b ir nitelik kazanmıştır: Lordlar K a marası dışında kalan P a r la m e n to üyelerinin halkça seçilm e si ve kanunların da bu P a rla m e n to c a konulm ası “parlamentolu” bir rejim in esasları idi; b a k a n ların , -k r a l c a atanm ala rına karşın- P a r la m e n t o ’ya karşı sorumlu olmaları ve kabi nenin P arlam en to 'da çoğunluğu kazanan siyasal partice ku rulması da, bu P a r la m e n to 'lu rejim in “p a rla m e n te r” niteli ğini belirtiyordu. Avam K a m a ra sın ın tem sil niteliğinde de, 19. yüzyıl b o yunca, köklü d eğişiklikler olur. B a şla rd a hayli “sınırlı” olan oy hakkı, 1 8 3 2 ’d eki B ü y ü k R e f o r m K a n u n u ’ndan başlaya rak, özellikle 1867 ve 1 8 8 4 ’te kab u l edilen kanunlarla geniş letilir. B ö y le c e o y h a k k ı, 1 8 32 'lerd en b aşlayarak, büyük toprak sahiplerinin dışına, tica ret ve sanayi burjuvazisine, giderek ken tlerdeki k ü çü k bu rju v a la rla işçi yığınlarına doğ ru yayılır. Daha ö n c e “li b e ra l” bir n itelik taşıyan rejim, “ d e m o k ratik’’ bir içerik de Jcazanır b ö y le ce . İngiliz “p a rla m e n te r r e ji m i” , belli bir dem okrasi tipi olan “B atı d e m o k r a s i s i n i n u y g u la m a la rıjç in d e , öteki bir-
99
çok Batılı, -v e Batı dışındaki- ülkelerce de taklit edilecek ve hayli geniş bir yaygınlık kazanacaktır.
D A H A Ç O K B İL G Î Münci Kapani, İngiliz Demokrasisine Bakışlar, Ank. 1960. André Maurois, İngiltere Tarihi, (Çev. H. C. Yalçın), 2 cilt, İst. 1938.
OKUMA PO LİTİK A V E E D E B İ Y A T
17. yüzyılın ilk yıllarında İngiltere’de ekonomik, toplumsa ve ideolojik bir değişme oldu. Aynı değişme daha sonra Fransa’da ve Amerika’da da olmuştur. 16. yüzyılda İngiltere’yi yönetenler aristokratlardı. Onlar şa tolarında, köşklerinde tembel tembel keyif sürerlerken, çalışkan bir “işadamı”nın yetiştiğinin farkında bile değillerdi. İş adamı Puritan’dı1... 1642’de Stuart Soyu’na karşı ayaklandı. Kralın adamla rı pek ciddiye almadılar onu. Nasıl olsa yeneceklerini sandılar. Ama 1649’da 1. Charles’in kafası celadın önündeki sepete düşüverince yanıldıklarını anladılar. 1688 İhtilali’nde Puritanlar yine başarı kazandılar. Stuart’ların sonuncusu olan II. Jam es hayatını zor kurtarabildi. Ingiltere de tüccarların ülkesi oldu. Böyle kavgalarla geçen bir yüzyılda ya/.arların bazıları Püritenleri, bazıları da eski düzeni savundular. Milton, Bünyan. Jpcke, VVönstanley gibi yazarlar ihtilali benim serken, Dryden, Taylor, Herrick, Popys... de kral adına konuşuyor gibiydiler. Ba sında kavgaların, çatışmaların arkası kesilmedi. Bu yüzden lirik
'Püritanizm, İngiltere’de bir Protestan mezhebidir. “Püriten” de o mezhepten olanlara verilen ad. İnsanlara, kutsal kitapla, para ka zanmaktan başka hiçbir şeyin gerekmediğini savunan Püritani/m. fe odal düzenin destekçisi olan Hıristiyanlığı kapitalist dUzenin çıkarla rina uydurabilmek için 16. yüzyıl İngiltere’sinde atılmış dinsel adım lardan biridir. İngiliz kapitalist burjuvazisinin inancı bu idi.
1(M) »
şiirlerin, duygulu yazıların yazılması şaşılacak bir şeydir doğru su... Shakespeare'den sonra en büyük İngiliz şairi olan John Milton, Püritenlerin yanını tutmuş, ama hiçbir zaman tek görüşün adamı olmamıştır... Milton nesir alanında iki önemli eser vermiştir. Bunlardan biri, İngiliz Halkının Savunması Püritanizm propagandasıdır. Areopagilica ise düşünce ve basın hürriyetini savunan ateşli bir kitap tır. 1652'de kör olduktan sonra yazdığı Uç uzun şiir, onun adını da ölümsüzler listesinin başlanna eklemiştir. Din konusundaki düşüncelerini en iyi belirten, şiir gücünü en iyi veren bu üç şiir sı rasıyla, Kaybolan Cennet, Yeniden Kazanılan Cennet ve Samson
Agonistes’diı. Thomas Hobbes, öteki yazarlara benzemez; filozoftur o... in sanların dUzenli yaşaması için başlarında bir önderin bulunması gerektiğini ileri süren Hobbes, ihtilal sırasında Stuart'ların yanını tutmuştur. (Richard Alcock, Kısa Dünya Edebiyatı Tarihi, çev. Ülkü Tamer, İst. 1961. S. 96-100)
SORULAR 1. İngiltere’de siyasal liberalizmin gelişim aşamaları nelerdir? 2. “Parlamentolu” rejim ne demektir? İngiltere’de böyle bir re jim, ne zaman doğmuştur? 3. “Parlamenter” rejim ne demektir? İngiltere’de böyle bir reji min doğuş ve gelişimi nasıl olmuştur? 4. İngiltere’de parlamentonun “demokratik” içeriğini kazanma sı hangi yüzyılda olmuştur? Nasıl? 5. Bir toplumda politika ile edebiyat arasında ilişki var mıdır? Vana niçin? 17. yüzyü İngiltere'sinde böyle bir ilişki nasıl bir tablo gösterir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
18. YÜZYIL V E FR A N SA ’NIN ETKİSİ
Batı uygarlığının gelişim inde 18. yüzyıl her bakım dan
önemlidir.
101
18. yüzyıl, bir “akıl ç a ğ f ’dır. F e ls e fe d e n edebiyata "akıl" egemendir. N eo-klasisizm z a f e r yıllarını yaşar. Siya sal alanda F ran sa’da ve K u z ey A f r i k a ’da o rtaya çıkan iki büyük ihtilal bu yüzyılı b itirirk en , s a n a t ve edebiyatta Ro mantizmin ipuçları da g ö rü lm e y e b a şla y a c a k tır.
Fransız kültürünün önem i 18. yüzyılda A v ru p a ’da ö r n e k n e İ t a l y a ’dır, ne Alman ya. hatta ne de İngiltere. Fransa'dır tüm B a t ı ’nın yıldızı. Bazı tersliklere karşın, A v r u p a kıtasın ın en kalabalık ve en gönençli ülkesidir F ra n sa . Y a z a r l a r ın d a n sanatına dek her şevi sonsuz bir takdir ve h a y ra n lığ ın konusudur. Avrupa'nın hem en bütün ü lk e le r in d e , prensler, soylu lar, büyük burjuvalar, top lu m u n b ü tü n ayd ın çevreleri. Pa ris'i “inceliğin ve zekânın b a ş k e n t i” o l a r a k görürlerdi: “Ya şamımın yarısını Paris'i görm eyi a r z u la m a k la geçirdim; otcki yarısını da bu g ecik m ey e e s e f e t m e k l e g e ç ire c e ğ im .”
PrusyalI bir prensin sözleridir bunlar. Fransızca, bir çeşil u luslararası dil h a lin e gelmiştir: Ga zeteler çok kez Fransızca ç ık a rd ı; o z a m a n hayli faal olan çeşitli akademilerin tu tan a kları F r a n s ız c a ya/ılırdı ve hır çok Alman yazarı gibi Biiytik F r e d e r ik d e m eram ını Fran sızca dile getirildi. M o da d an kral sa ra y la r ın a d ek. her yan da Fransız zevki taklit edilir; L iz b o n 'd a n Saint-Petersburg'a değin, yalnız I ransız kitapları ve sa n a t e s e r le r i değil, Fran sız artistleri. edebiyatçıları ve bu a ra d a a h ç ıları taşınır du rurdu. Fransa'nın şatoları, P a ris’in a la n la r ı, hele üıılu “ Vei sailles Sarayı " butıin A v ru p a 'd a taklit k o n u su idi. Çok ke/. Fransız m ım arlaııııa yaptıı ıtırdı hu ta k litle r. Saraylardan b a h ç e l e ıe d ek tü m A v r u p a ’yı kaplayan bütün bu e s e ıle ı. “ klasik suııat’Man e s in le n m e k te d ir ve yüzyılın sonlarından b a şlay ara k tüm A v r u p a ’ya yayılım; olan B aro k akımını p ıov eıısi.ılızm e ve d in sel sanata ılofcıu itmektedir k l a s i k s a n a t, özellikli* s a r a y l a r mtndu etkisini g o M eııv o r
ve
k o n a k l a r ı n yap;
l 1l u s l a t . i t . ı s ı t i c a ı e t t e n /engi n
it siniş k c n t k ı ı n s u s u d e a s l ı n d a o ı ı l a ı d ı r . K l a s i k s a n a t t a *i-
10.’
inciri, süsleme yalınlık, zariflik, orantılarla yetkinlik var ılır, İlkçağ Y u nan vc R o m a sanatının esinleridir aslında bütün bunlar. Yüzyılın sonuna doğru, 16. Louis Stili ortay.ı çıkacak, biçim ler değirm ileşecek, iri sütunlar eserleri ağırlaştırmaya başlayacaktır. Aynı zam anda R om antizm 'e ılc bir başlangıçtır bu: İngilizvari bahçelerin duygusal d ü zensizliği, dengeli bir perspektifin yerine geçm eye b a şla mıştır. Heykel ve resim, sanatın gözde alanları olmakta devam etmektedir. B ouchardon, Falcon et, H oudon, W atteau, Boııchcr, Fragonard... yüzyılın büyük ustalarıdır. Belki yalnız müziktedir ki, Fransa o yüzyılın yıldızı de ğildir. Gerçi, -b ü tü n 18. yüzyıl Avrupası’nda olduğu gibi,Fnınsa’da da canlı bir müzik yaşamı vardır. “Oda müziği” gelişmiş ve 17. yüzyılda doğan “opera” , -b a ş k a ülkelerde olduğu gib i- orada da gözdedir. B ir Ram eau büyük bir bes tecidir. A m a 18. yüzyılın en büyük bestecileri, bir Jean - S e bastian Bach, bir Haydn ve -s o n o la ra k - bir M ozart A l manya’da ve özellikle Avusturya’da dehalarını ortaya kor lar. Bütün bu sanat, aslında soyluların ve burjuvazinin yaşayışını ren klen d irm ektedir. B u sınırlar, yüzyılın bir başka özelliğini belirten kulüpler, kahveler, özellikle sa lonlarda -m id e d e n düşünceye varıncaya d e k - her şeye karşı duydukları zevki in celtm ek te ve yetkinleştirm ektedir.
Bilim ve felsefe Bu aydın ve incelmiş topluluğun merakı ve zekâsı, ay nı zamanda “doğa”mn incelenmesine, “bilime” de çevrili yor. 18. yüzyıl, çeşitli sözlüklerin, halkın anlayacağı biçim de yazılmış eserlerin, ansiklopedilerin yüzyılıdır. D ’Alem bert ve D iderot’un Ansiklopedi’si - ç o k g eçm ed e n - yüzyı lın simgesi haline gelir. “D o ğ a ”, 18. yüzyılın temel kavramlarındandır. J . J . Rousseau, “ el değmemiş doğa sevgisi” ni getirir. İngiliz filozofu B acon (15 61-1626)’un çömezi olan 18. yüzyıl aynı zamanda denemeler yüzyılıdır da. 103
Fransızca bir çeşit uluslararası dil haline gelm iştir: G a zeteler çok kez Fransızca çıkardı; o zam an hayli faal olan çeşitli akadem ilerin tutanakları Fransızca yazılır ve birçok Alm an yazarı gibi Büyük Friedrich de m eram ını Fransız ca dile getirirdi. M odadan kral saraylarına dek, her yanda Fransız zevki taklit edilir; Lizbon'dan Saint-Petersburg'a değin, yalnız Fransız kitapları ve sanat eserleri değil, Fransız artistleri, edebiyatçıları -v e bu arada a h çıla rı- ta şınır dururdu. Fransa'nın şatoları, Paris'in alanları, hele ünlü "V ersailles Sarayı" bütün A vrupa'da taklit konusu idi. Ç ok kez, Fransız m im arlarına yaptırılırdı bu taklitler. Saraylardan bahçelere dek tüm A vrupa'yı kaplayan bütün bu eserler, "klasik san at"tan esinlenm ektedir ve 16. yüzyılın sonlarından başlayarak tüm A vrupa'ya yayılm ış olan barok akım ını provensializm e ve dinsel sanata doğru itm ektedir. K lasik sanat, özellikle saraylar ve konakların yapım ın da etkisini gösteriyor. U luslararası ticaretten zenginleş m iş kentlerin süsü de aslında onlardır. K lasik sanatta si m etri, süslem e, yalınlık, zariflik, orantılarla yetkinlik vardır. İlkçağ Yunan ve Rom a sanatının esinleridir aslın da bütün bunlar. Y üzyılın sonuna doğru, XV I. Louis Sti li ortaya çıkacak, biçim ler değirm ileşecek, iri sütunlar eserleri ağırlaştırm aya başlayacaktır. Aynı zam anda Rom antizm 'e de bir başlan gıçtır bu: İngilizvari bahçelerin duygusal düzensizliği, dengeli bir perspektifin yerine geçm eye başlam ıştır. H eykel ve resim , sanatın gözde alanları olm akta de vam etm ekted ir. B ou ch ard on , Falcon et, H oudon, W at teau, B ou ch er, Frago n ard ... y ü zy ılın bü yü k u stalarıd ır. Belki yalnız m üziktedir ki, Fransa o yüzyılın yıldızı de ğildir. G erçi, -b ü tü n 18. yüzyıl A vrupası'nda olduğu gibi— Fransa'da da canlı bir m üzik yaşam ı vardır. "O d a m üziği" gelişm iştir ve 17. yüzyılda doğan "o p era" -b a şk a ülkeler de olduğu g ib i- orada da gözdedir. Bir Ram eau büyük bir bestecidir. A m a 18. yüzyılın en büyük bestecileri, bir Johann Sebastian Bach, bir H aydn ve -s o n o la ra k - bir M o zart A lm anya'da ve özellikle A vusturya'da dehalarını or taya koyarlar. 105
Bütün bu sanat, aslında soyluların ve burjuvazinin y a şayışını renklendirm ektedir. Bu sınırlar, yüzyılın bir baş ka özelliğini belirten kulüpler, kahveler, özellikle salon larda -m id e d e n düşünceye varıncaya d e k - her şeye karşı duydukları zevki inceltm ekte ve yetkinleştirm ektedir. Bilim ve felsefe Bu aydın ve incelm iş topluluğun m erakı ve zekâsı, ay nı zam anda "d o ğ a"n ın incelenm esine, "b ilim e" de çevrili yor. 18. yüzyıl, çeşitli sözlüklerin, halkın anlayacağı b i çim d e y azılm ış eserlerin , an sik lo p ed ilerin yü zy ılıd ır. D 'A lem bert ve D iderot'nun A n siklopedi'si -ç o k geçm e d e n - yüzyılın sim gesi haline gelir. "D o ğ a ", 18. yüzyılın te m el kavram larındandır. J. J. Rousseau, "el değm em iş do ğa sevgisi"ni dile getirir. İngiliz filozofu B acon'un (1561-1626) çöm ezi olan 18. yüzyıl aynı zam anda denem eler yüzyılıdır da. H er alanda gelişm e halindedir bilim . A stronom ide, N ew ton 'u n genel çekim kuram ı düşünceye büyük yenilik getirm iştir. Bunun gibi, Fransız bilginlerind en Lagrange ve Laplace gök m ekaniğini aydınlatm aktadırlar. Fizik, ısı ve özellikle elektrik üstüne araştırm alar da büyük geliş m eler kaydetm ekte; kim ya, Lavoisier ile gerçek bir bilim halini alm akta; Buffon, doğa bilim leri alanında cesur b ir takım bireşim ler ileri sürm ektedir. N e var ki, 18. yüzyıl, her şeyden önce "filo zo flar" yü z yılıdır. Filozoflar, doğa incelem esinde D escartes'ın kuşku sunu uygular ve "sağ d u y u "n u n , en çetin sorunları çözebi leceğini düşünürler. Bunlardan bazıları Locke ile Condillac'ı izleyerek düşüncenin tek kaynağını duygularda gö rürler. H ıristiyanlık da içinde olm ak üzere, bütün "tarih sel" dinleri reddeden filozoflar ya "d eist"tirler ya da - n a dir de o ls a - "tan rıtan ım az". Felsefi eserlerde "m etafizik " az yer tutar. D üşüncelere çözüm lem e ve yararlılık ege m endir. Bunun sonucu olarak, dikkatler, çok zam an "so s yal o lay lar"a çevrilm ektedir. Ve asıl yaratıcı faaliyet de o zam an kendini gösterm ek tedir. 106
Böylece, V oltaire, birbirinden kopuk olayların ve ay rıntıların dışına çıkarak, "XIV. L ou is’nirı Yüzyılı'' adlı ese riyle, yeniçağın ilk tarih kitabını veriyor. Bunun gibi, top lum da zenginliklerin nasıl üretildiği, dağıtıldığı ve tüke tildiğini araştıran fizyokratlar, birtakım değişm ez kanun ların varlığını görüyorlar ve böylece iktisat bilim inin ilk esaslarını koyuyorlar. M ontesquieu, coğrafi etkenlerle toplum daki örfler ve ku ram ların karşılaştırılm asından ge nel kanunlara vararak sosyal bilim in olasılığını gösteriyor; Locke ise, siyaset bilim inin tem ellerini atıyor bir bakım a. Filozoflar, işte bu kanunlara bakarak, örflere dayanan toplum u, K ilise'nin ayrıcalıklarını, köhne m onarşinin ge leneklerini m ahkûm ediyorlar. V oltaire, D iderot ve fiz yokratlar gibi bazıları için ülkü, aklın kanunlarına göre hareket edecek olan bir "ay d ın despotluk"tur. Ö teki bazı ları, başka çözüm ler öneriyorlar. Bunlardan M ontesquieu ve R ousseau 'nu nkiler üstelik büyük bir geleceğe de adaydırlar. - Gerçekten Montesquieu'ye göre, her toplum için amaç, bireylerin özgürlüğüdür. Kimdir bu özgürlüğün düşmanı? Despotluk. O halde, özgürlüğü gerçekleştir mek için despotluktan sakınmalı. Onun da yolu, devlette özellikle yasama, yürütme ve yargıyı birbirinden ayır maktır. "Güçler ayrılığı" ilkesini kabul etmek yani. - Rousseau ise, insanlığın gelişimi ile ilgili şöyle bir düşünceden hareket eder: Önceleri doğal bir yaşamı ya şamışlardır insanlar. O zaman özgürdüler; mutlu idiler de. Daha sonra, aralarında bir sözleşme yaparak, toplum yaşamına geçmişlerdir. Ne var ki, sözleşmenin hükümle rine uymaz olmuştur iktidardakiler. Artık doğal yaşayışa dönmek söz konusu olamaz. Ama hükümleri bozulmuş sosyal sözleşmeye de eski değerini ve gücünü vermek ge rekir. Bu olasıdır ve yolu da toplumda yönetimi halka vermektir, "egemenlik halkındır" çünkü. İngiliz parlamentarizminin etkisini taşıyan Montesquieu'nün sistemi bireysel ve liberaldir; Rousseau ise, eşitliği savunarak ve "özgürlüğü, kanunların yapılışına 107
katılma diye göstererek siyasal demokrasinin kuralları nı koymaktadır. Her iki düşüncenin de büyük etkileri olmuştur: Önce her ikisi bir bireşime kavuşturulmak istenmiş (örneğin Condorcet); sonra da, 19. yüzyılda çeşitli ideolojik müca delelere kaynaklık etmişlerdir. Hele Rousseau'nun "mut lak demokrasi''si, Marksist demokrasi anlayışını çok nok tada etkileyecektir ilerde. D A H A Ç O K BİLGİ E. R. Curtius, Fransa Üstüne Deneme (çev. S. Eyüboğlu), İstan bul, 1953. E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü (çev. B. Cömert), İstanbul, 1980. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 3. Bası, İstanbul, 1980. OKUM A A Y D IN LA N M A FELSEFESİ N ED İR ? Feodal düzen içinde yavaş yavaş gelişerek iktisadi ve sosyal alanda üstünlüğü ele geçiren sınıfın burjuva sınıfı olduğunu daha önceleri belirttik. İşte maddi temellere dayanan bu olay, yeni bir sosyal sınıfın ortaya çıkarak siyasi iktidara adaylığını koyması olayı, her zaman olduğu gibi, yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir iktisadi ve sosyal doktrini de beraberin de getirmiştir. İşte burjuvaziye özgü bu genel dünya görüşüne "Aydınlanma Felsefesi" diyoruz. İlkçağda Yunan Aydınlanması'nın merkezi Atina idi. 18. yüzyıl Aydınlanması ise bütün Avrupa'ya yayılmış olan bir fi kir akımıdır. Aydınlanma felsefesi önce İngiltere'de başlamış; oradan Fransa'ya geçmiş ve çok radikal bir nitelik kazanmıştır. Alman ya'ya da kısmen Fransa yoluyla, kısmen de İngiltere'den gelen bu akım, Avrupa'nın bu üç büyük ülkesinde bunların sosyo-politik özelliklerine uygun şekiller almıştır. Aydınlanma felsefesi, İngiltere'de daha çok deneyci, Fransa'da daha çok akılcı, Al manya'da ise daha çok mistik-akılcıdır... 108
1
| I
Aydınlanma felsefesinin dayandığı ilkeler, yalnızca burjuva ziye değil, bütün insanları kapsayan, eski düzenden yana olan lara karşı (asiller, rahipler) bütün insanların mutluluğunu amaç edinmiş görünen ilkelerdir. "Hürriyet", "ilerleme", "in san değeri" gibi kavramlar, bütün insanlığı hedef tutmaktadır. İnsanın özü gereği bir değer olduğu, burjuva felsefesinin temel ilkesidir. Aydınlanma felsefesinin amacı, peşin yargıları yıkmaktır. Aydınlanma felsefesi akla, doğaya, insanın mutluluğuna aykırı tüm peşin yargılara, boş inançlara karşıdır... Aydınlanma felsefesi, her şeyden önce, Katolik dinin getirdi ği peşin yargılara karşı çıkıyordu... Dinin getirdiği peşin yargı ları ortadan kaldırmak otomatik olarak siyasi peşin yargıları da söz konusu etmek, zayıflatmak anlamına geliyordu. Bu peşin yargılara karşı çıkışın kökleri, Rönesans ve Reform hareketleri ne dayanmaktadır. (Murat Sarıca, Fransız İhtilali, İstanbul, 1970, s. 30-33) SO R U LA R 1. Batı uygarlığının gelişiminde 18. yüzyılın önemi nedir? 2. 18. yüzyılda Fransız kültürü nasıl bir yer tutar? 3. 18. yüzyılda bilimsel gelişmeler nasıl bir tablo gösterir? 4. "Aydınlanma felsefesi" deyince ne anlaşılır? (Okuma par çasını okuyunuz.) 5. Montesquieu ile Rousseau'nun düşünceleri arasında temel ayrılıklar hangi noktalardadır? Kendilerinden sonra etkileri ne ler olmuştur bu düşünürlerin?
109
f
i I
I
BÖLÜM IV BATI UYGARLIĞINDA DEVRİMLER (19. YÜZYIL) 19. yüzyıl, Batı uygarlığının tarihi için, ani ve keskin dönüşüm lerin, -d a h a yerinde bir d ey im le- "d ev rim ler"in yüzyılıdır. Yalnız "siy asal" değil, "ik tisad i" ve "so sy al" alanda da böyledir bu. Ö ylesine değişikliklerdir ki bunlar, yeni bir "y ö n " verir tarihe, yeni bir hız kazandırırlar. A m a yalnız Batı uygarlığının tarihine değil, bütün in sanlığın tarihine de... FR A N SIZ D EV RİM İ Devrim in nedenleri Ö nce şu iki kavram a değinelim : "İh tila l" ve "d ev rim " kavram larına. İhtilal, m evcut bir durum un ya da toplum düzeninin zor kullanılarak ansızın değiştirilm esi ya da yıkılm ası an lam ına gelir. D evrim ise, daha geniş kapsam lıdır. İhtilalin yıkıcı niteliğinin yanı sıra, "y ap ıcı" öğeyi de içerir. İhtilal ler, tasfiye edilen "ü retim ilişkileri" nin yerine, daha geliş m iş bir yeni düzen kurabildiklerinde devrim e dönüşürler. 1789 İhtilali, bu anlam da bir devrim dir. N ereden kaynaklanıyordu Fransız D evrim i? D aha önce belirttiğim iz gibi, 18. yüzyılda "filo zo flar", "a k ıl" adına, örflere dayanan m utlak m onarşiyi sert bir eleştiriye tabi tutm uşlardı. Öte yandan, "so y lu lar" ve "ru h b a n ", Fransız toplum unun bu "ay rıcalık lı" sınıf ve züm releri, bu ayrıcalıklarını haklı gösterecek hiçbir etkin rol oynam ıyorlardı. O ysa "b u rju v azi", iktisadi planda en zengin, giderek egem en bir sınıf durum una geldiği halde, 111
bu ayrıcalıklardan yararlanam ıyor ve bunun sonucu ola rak da bu ayrıcalıkların kaldırılm asını istiyordu. A yrıca lıklı sınıf ve züm relerin varlığı toprağa bağlı olduğu hal de, burjuvazi toprağa bağlı değildir. G eçim ini, ticaret ve zaııaatle sağlam aktadır. Zam anla, bu sınıfın çıkarları, hem feodal toprak d üzeniyle hem de kentlerdeki zanaat erba b ının ilişkilerini dü zenleyen korporasyonların sıkı disipli ni ile çelişm eye başlar. K öylülere gelince, bu çok yoksul ve kültürsüz kitleler, ilkel koşullar altında ve sefalet içinde yaşıyorlardı. O za m anın b ir karikatürü, köylüyü sırtına iki kişinin bindiği b ir insan olarak gösterm ektedir. Böylece -to p lu m d ak i ge lişm eye zaten ters düşm üş o la n - "feo d al h aklar" ağırlığı nı artık çekem ez olm uşlardı. Fransa'd a devrim öncesi sosyal sınıflar tablosunun bu görünüşü, devrim in tem el nedenleridir. Bu n edenlerin zorunlu sonuçlarını doğurm ası için u y gun b irtakım koşulların ortaya çıkm ası gerekiyordu. O yılların bir m ali ve iktisadi bunalım ı bu koşulları h azırla dı. Soylular, "E tats-G én érau x"n u n toplanarak, m utlakıye tin sınırlı (m eşruti) bir hale getirilm esiyle, bu bu nalım lar dan -k e n d i h esa p la rın a - yararlanabileceklerini sandılar. Ne var ki, 1789'da toplanan "E tats G én érau x"d a bu rju va ziyi tem sil eden "T iers-E tats", m utlakıyete son verm ek ko nusunda ayrıcalıklı sınıf ve züm relerle anlaşırken, ayrıca lıkları da ortadan kaldırdı. D evrim in gelişim i Burjuvazi, soylulara karşı giriştiği bu m ücadelede b a şarıya ulaştı: O nun zaferi, h alk k itlelerinin gözünde, "feo d alite"n in ve onu n "y ü k ü m lü lü k leri"n in tasfiyesi anla m ına geliyordu çünkü. Bunun içindir ki, özellikle Paris halkı, 14 Tem m uz 1789'dan başlayarak, "E sk i R ejim "i kur tarm ak için kralın yaptığı girişim leri etkisiz bırakacaktır. A nayasayı h azırlayacak olan M illet M eclisi, 9 Tem m uz 1789'da "K u ru cu M illet M eclisi" adını alır. K endilerini m illetin tem silcileri olarak ilan edenler, yasam a gücünü ele geçirm ekle beraber, iktidarı kralla paylaşm aktan vaz
112
geçm iş değillerdir yine de. M ecliste ve halk arasında cum huriyetçi düşünceler henüz yaygın değildir. 26 A ğustos 1789'da "İn san ve Y urttaş H akları B ildiri si" kabul edilir. Eylül 1791'de bir A nayasa kabul edilerek "sınırlı bir m onarşi" kurulur. İlk anayasasıdır bu Fransa'nın. XVI. Louis, elinden m utlak iktidar alındıktan sonra ay rıcalıkların kaldırılışına karşı çıkm ak girişim inde bulunur. Devrim, 10 A ğustos 1792 ayaklanm ası ile, onu bütünüyle tasfiye eder; krallık yıkılır ve az sonra da "C u m h u riy et" ilan edilir. Yeni rejim in anayasası da 24 H aziran 1793'te kabul edilir. İlk C um huriyetidir bu Fransa'nın. Bunun sonucunda, bütün Avrupa m onarşileri Fransa'ya karşı birleşirler. Burjuvazinin iktidardaki ilerici kanadı, yani Jakobenler, bu dış tehlikeye karşı, içeride -birtakım dem ok ratik önlem lere de başvu rarak- halkla daha sıkı biçim de bağlaşıklık kurarlar: Genel oy, m ülkiyetin genişletilmesi, herkese açık eğitim, sosyal yardım gibi konular bu önlem le re örnektir. A ncak Robespierre'in düşüşü (1794) ile, rejimin bu "dem okratik ve sosyal" görünüşü kaybolur ve yeniden 1789'un "bireyci ve liberal" program ına dönülür. Yeni dö neme, Fransa tarihinde "D irektuvar" denir. A ynı zam anda bir iktisadi bunalım ve enflasyon dönem idir bu dönem. B ir süre sonra, D irek tu v ar yön etim i, h alk ın d esteğini y itird iği gibi h alk tak i h u zu rsu zlu k, bazı b a şk ald ırm ala ra da yol açar. Y akın çağ ın ilk k om ü n ist h arek eti olan B abeu f H arek eti de bu h u zu rsu zlu k lard an biridir. K anla bastırılır bü tün bunlar. Rejim den, burjuvazi de m em nun olm am aya başlam ıştır. 1799 yılında, burjuvazinin, sağlam , yerleşm iş b ir rejim e gereksinm esi vardır artık ve ancak böyle bir rejim , feoda liteye ve em ekçi halka karşı burjuvazinin elde ettiği ayrı calıkları koruyabilm esine olanak sağlayacaktır. D irektu var ise, bu nu yerine getirecek durum da değildir. Fakat nasıl kurulm alıdır yeni hüküm et? N asıl bir sis tem getirilm elidir? 9-10 K asım 1799'da gerçekleştirilen bir hüküm et darbe si bu soruları yanıtlar. D arbe Fransa'yı, bü yü k bu rju vazi 113
n in tem silcisi b ir d ik ta tö re teslim ed er.
Adı, N apolyon Bonapart'tır bu diktatörün. Ve onunla Fransa'd a devrim dönem i gerçekten sona erer. K azanan burjuvazidir; kaybeden h alk olacaktır. Ö zgürlük ve eşitlik Fransız D evrim i'n in ilkelerini, başta "İn san ve Yurttaş H akları B ild irisi" sim geler. J. J. R ou sseau 'd an esinlenen bu bildiriye göre, insanın doğuştan birtakım hakları var dır; toplum , bu haklara saygıyla yüküm lüdür. Bildiri, başta iki tem el hak tanıyor: özgürlük ve eşitlik. Bildirideki özgürlük, bir doğal hak olarak, A nglosak son bildirilerindeki özgürlüklerden aslında pek farklı de ğil. Vicdan, din ve basın özgürlükleri tanınırken, dernek özgürlüğü hayli kısıtlanıyor: Bu noktada, girişim özgürlü ğüne herhangi bir engel çıkarılm asından korkan bu rju va zinin bireysel anlayışı görülm ektedir. E şitlik ise, daha yeni bir ilkedir. O sırada B irleşik A m e rik a'd a kölelik ve ırkçılıktan kaynaklanan eşitsizlikler bu lunuyordu. Eşitlik ilkesi, eski rejim in dayandığı toplum sal hiyerarşinin ilkelerini çürütüyordu: A rtık, kişisel ya da k orp oratif ayrıcalıklar yoktur. Ö zellikle K ilise'nin ayrıca lıkları ortadan kaldırılm ıştır. H erkes istediği göreve gire bilecektir; yeter ki yeteneği olsun. Bu "m ed en i eşitlik ", 1789'u n bü yü k yeniliklerinden b i ri oldu. Bununla beraber, fiilî bir ayrıcalık sürm ektedir: para nın ayrıcalığı. 1789'un bireyci burjuvaları, zenginlerle yoksullar ara sındaki farklılıkları h afifletecek önlem leri reddetm ekle kalm ıyor, üstelik, belli ölçüde bir servete sahip olm ayı, seçm en olabilm ek için yeterlik ölçüsü olarak ileri sürüyor lardı. "G en el o y "u engelleyen bu kayıtlar, Fransa'da 1848 D evrim i'n e değin sürecektir.
114
DAH A Ç O K BİLGİ A. Aulard, Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi (çev. N. Poroy), 3 cilt, Ankara, 1944. Pierre Gaxotte, Fransız İhtilali Tarihi (çev. S. Tiryakioğlu), İstanbul, 1969. ]. Lepine, Grachhus Babeuf (çev. Şiar Yalçm), İstanbul, 1969. A. Mathiez, Fransız İhtilali (çev. Şükrü Kaya), 3 cilt, İstanbul, 1940. J. Michelet, Fransa İhtilali Tarihi (çev. H. Varoğlu), 3 cilt, İstanbul, 1967. Murat Sarıca, Fransız İhtilali 2. Bası, İstanbul, 1981. A. Soboul, Fransız İnkılabı Tarihi (çev. Şerif Hulusi), İstanbul, 1969. OKUM A FR A N SIZ D EV R İM İ'N İN A N LA M I Fransız İhtilali'ni, Batı'da, daha kesin bir deyimle Atlantik bölgesinde, Fransa'dan önce İngiltere'de, Amerika'daki İngiliz sömürgelerinde, İsviçre'de ve Hollanda'da gerçekleşen, sonra Fransa'ya, oradan da yine İsviçre ve Hollanda'ya atlayan, ardın dan Almanya ve İtalya'ya geçen burjuva ihtilallerinin sadece bir halkası olarak görmek yanlış olacaktır. Yanlış olacaktır, çün kü bu ihtilaller sadece Batı'da, özellikle Atlantik bölgesinde pat lak vermemiş, 19. yüzyılda kapitalist ekonominin yerleşebildi ği bütün ülkelerde (Japonya gibi) meydana gelmiştir. İngiltere'de 1648 ve 1688 ihtilalleri, sonunda burjuvazinin aristokrasiyle uzlaşmasına yol açtığı halde, çeşitli bocalamala ra rağmen, Fransız İhtilali tam tersi bir gelişme göstermiştir. Jean Jaures'in dediği gibi İngiliz burjuva devrimi "dar anlam da burjuvadır ve muhafazakârdır". Oysa Fransız Devrimi "ge niş anlamda burjuva ve demokratiktir". Fransız aristokrasisinin uzlaşmaz tutumu, büyük burjuva zinin zaman zaman küçük burjuvazi ve emekçi halkla işbirliği yapmasına ve bu kütlelerle işbirliği yaptığı ölçüde de, onların isteklerini bir dereceye kadar olsa da yerine getirmesine yol aç mıştır. 115
İngiltere'de 1648 İhtilali sırasında ortaya çıkan fakat etkin olmayan ve Cromwel tarafından ezilen Eşitçi (Niveleurs) Hare ket bir yana, Fransız İhtilali'nin kendine özgü bir niteliği var dır. Bu da, genel burjuva niteliği yanında, Fransız İhtilali'ni ileriye doğru iten köylü ve kentli emekçi kütlelerin başkaldır ma hareketlerini de içinde taşımasıdır. Öfkeliler Jakobenizmi ve Babeuf Hareketi bu başkaldırmanın en sivri noktalarıdır. Halk kütlelerinin ihtilale katılması, ileride bir bütün haline gelecek olan proletarya ideolojisinin temel taşlarının atılmasına da yol açmıştır. Nitekim sonradan geliştirilecek olan proletarya diktatoryası kavramının, gerçek hürriyet-formel hürriyet ayrı mının ilk tohumlan Fransız İhtilali sırasında atılmıştır. (Murat Sarıca, Fransız İhtilali, İstanbul, 1970, s. 182-183) SO RU LA R 1. Devrim öncesinde Fransa'nın toplumsal yapısı nasıldır? 2. Devrimin akışının kabataslak tablosunu çiziniz. 3. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi nedir? Bu bildirinin, "öz gürlük ve eşitlik"ten anladığı nedir? 4. Fransız Devrimi'nin insanlık tarihi içindeki anlamı nedir? Bu devrim niçin bir burjuva devrimidir ve İngiliz burjuva devrimlerinden farkı nerededir? (Okuma parçasını okuyunuz.) M İLL İY E TL ER İLK ESİN İN D O Ğ U ŞU VE G ELİŞM ESİ M illiyetler ilkesinin kaynaklan M illiyetler ilkesine göre, her halkın, ırkı, dili ya da ge lenekleri bakım ından kendine özgü bir varlığı vardır. Bu nun sonucu olarak da, her h alk bir "bağım sız devlet" h a linde örgütlenebilir; örgütlenm elidir daha doğrusu. H alkların, kendine özgü b ir kültüre sahip canlı varlık lar olduğu düşüncesi, Fransız D evrim i'n d en önce ortaya çıkm ıştır. Ö zellikle A lm an filozofu H erder'in -1 7 7 0 'lere d o ğ ru - işlediği bir tem a idi bu. Fransız D evrim i ise bu düşünceyi biçim lendirm iş, ona 116
bir saygınlık ve önem kazandırm ış ve bu arada dayandığı tem eli de değiştirm iştir: G erçekten, Fransız D evrim i'n e değin, bireylerle devlet arasındaki ilişki m onarşik bir te m ele dayanıyordu. Fransız D evrim i'nde, kral ortadan kal dırılınca, ortaya çıkan boşluğu "u lu sal eg em en lik" düşün cesi doldurm aya başladı. A z sonra, "h alk ların kendi yaz gılarını kendilerinin belirlem esi h akk ı" ortaya çıktı. M illiyetler ilkesinin, A lm an kaynaklı bir "ro m an tik " yo rumu vardır ki "d il"e dayanır; Fransız kaynaklı "k lasik " yorum ise, bu ilkeyi "halkların iradesi"ne dayandırır. G örüldüğü gibi, birbirine zıt her iki yorum da. A m a en çok yayılan, Fransız D evrim i'n in tem eli olan yorum oldu: 1814'lerden başlayarak, m illiyetler ilkesi A v ru pa'da güçlü bir akım haline gelir. Ve sonuçta şu form ü le varılır: U lusla devlet birbiriyle bütünleşen, bü tünleşm e si gereken iki gerekliktir. V iyana K ongresi, aslında eski düzeni korum ak isteyen A vrupa m onarşilerinin, bu akım ı durdurm ak için sarf et tikleri çabanın bir belirtisidir. N e var ki, 1830 ve hele hele 1848 tarihleri bir yana bırakılırsa, 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında, bazen liberal kuru m lardan yararlanarak, bazen ihtilallere başvurarak, m onarşilerin surlarında açtı ğı gedikleri durm adan genişletecektir bu ilke. M illiyetler ilkesi ve yeni A vrupa Ve en bü yü k darbelerden birini O sm anlı İm paratorluğu'na vuracaktır m illiyetler ilkesi: 1830'larda Y unanis tan 'ın bağım sızlığını tanıyan O sm anlı D evleti'nden, daha sonraki yıllarda Sırbistan, Rom anya, Bulgaristan, A rna vutluk birer birer kopacaktır. Bu kopuşlar, im paratorlu ğun 1918'd e yıkılışına değin sürecektir. İçinde birbirinden farklı on h alkı barın dıran A vusturya-M acaristan İm para torluğu da aynı akıbete uğrar. Bunun gibi 1830'da Belçika, P ays-Bas'dan; 1920'de de İrlanda İn giltere'd en ayrılır. İki yeni güç ortaya çıkm ıştır bu nların yanı sıra: 1870'te İtalya, 1871'de de A lm anya doğar. Batı'da ortaya çıkan m illiyetler ilkesi, çok geçm eden dün yanın başka kıtalarına da yayılacak; A sya'nın, A frika'nın 117
uyanan halkları, aynı ilkeyi tarihin bir başka dönem inde bir başka hedefe, yani em peryalizm e yönelteceklerdir. D A H A Ç O K BİLGİ Murat Sarıca, Siyasi Tarih, İstanbul, 1980. OKUM A M İLLİY ET Ç İLİK V E ED EB İYA T : ŞA N D O R PETÖ Fİ Macarların milli şairi Petöfi (1823-1849) yirmi altı yaşında ölmüştür. En güzel şiirleri arasında yurdunun tasvirleri de yer alır. Vatan sevgisi, bu yurt tasvirlerinden başlar gibidir. Hayatı belli bir düzen içinde geçmemişti. Zaten, bu kadar kı sa bir ömür, düzene girmiş olsaydı, bu derece verimli olamazdı... Halkçıydı, samimiydi, teklifsizdi... Ancak yeni kuşakların halka, demokrasi ilkelerine yönelmeleridir ki, onun da zaferine yol açtı: 1848 ihtilalleri Macaristan'a da bulaşmıştı. Macar vatanseverle ri Avusturya boyunduruğuna karşı ayaklanmışlardı. "Millet Şarkı sı" adlı şiirini halkın önünde okuduğu zaman adeta kıyamet kop tu. "Kalk Macar!" diyordu. "Vatan seni çağırıyor. Tam zamanıdır... Ya şimdi... Ya hiçbir zaman..." Sonra ant içiyordu: "Macarların Tanrısına ant içerim!.. Ant içeriz, artık esir olmak yok!" Ama Petö fi o kadar coşmuştu ki... "kralları asınız" diye şiir yazıyordu... 1849'da... General Bern'in ordusuna girdi... AvusturyalIlar, Macarlarla başa çıkamayınca, Rusya'dan yardım istemişler... Petö fi de, Segesvar savaşında şehit düşmüştü. Petöfi'nin naaşı buluna madı. Başka ölülerle birlikte müşterek bir çukura gömüldüğü an laşıldı. "Bir düşünce bana azap veriyor: Yatakta, yastıkların ara sında ölmek!" diyen ve bir savaş alanında can vererek "Dünya hürriyeti" için çarpışan kahramanlarla birlikte bir çukura gömül mek istediğini söyleyen Petöfi'nin dileği yerine gelmiş oluyordu... (S. N. Özerdim, Büyük Şairler ve Şiirleri, İstanbul, 1968, s. 173-175)
118
SO RU LA R 1. Milliyetler ilkesi nedir, nasıl doğmuştur? Ve Avrupa'nın siyasal coğrafyasına ne gibi değişiklikler getirmiştir? 2. Milliyetçilik ve edebiyat arasında hangi koşullarda bir iliş ki doğar? (Okuma parçasını okuyarak bulmaya çalışınız.)
SA N A Y İ D EV R İM İ VE SO N U Ç LA R I İnsanları tarım a ve yerleşik yaşam a götüren tarihöncesinin "neolitik" (cilalı taş) devrim iyle 19. yüzyılın "Sanayi D evrim i" arasında, Batı'da yaşam koşulları çok büyük de ğişikliklere uğram ış değildir aslında. XV. Louis'nin çağdaşı olan insanlar, yaşayışta, eskilere, bizlerden daha yakındılar. Sanayi öncesi dönem de A vrupa 18. yüzyıl insanlarının bü yü k çoğunluğu "k ö y lü " idi. T oprağın işlenişi, onlardan belli birtakım çabalar ister di ve bu işte kullanılan araçlar da yalın şeylerdi. D oğaldır ki, bu nu n karşılığında alm an ürün de -is te r istem ez - y e tersiz oluyordu. Seyahat araçları, bir yerde atın yapabileceği en fazla h ı za bağlı olduğundan, insanların çoğunluğu, yaşadığı bö l genin dışına p ek çıkabilm iş değildir. Ve yine insanların bü yü k çoğunluğu okuryazar değil dir. Ö yle olunca da, kültür, "b ir azınlığın ayrıcalığı" ola rak kalm aktaydı. O azınlık ise soylular, kilise adam ları ve burjuvazidir. Kitaplar, bir yerde onlar için yazılm akta, sa nat eserleri de onlar için yaratılm aktadır. Sanayi D evrim i B ununla beraber, 18. yüzyılın ortalarında "San ay i D ev rim i" denen yeni bir gelişm enin, bu -b ir ö lçü d e - kapalı dünyayı sarsan ilk işaretleri de görülm ektedir. a) Sanayi D evrim i'nin anlamı Sanayi D evrim i derken, bu deyim deki "d ev rim " teri m ini en geniş biçim iyle anlam ak gerekir. 119
1 Sanayi D evrim i, Batılı toplum ların yaşam ında köklü d eğişikliklere yol açm ıştır; ama bu değişiklikler hiç de "a n i" değildir. Ö yle ki, 18. yüzyılın ortalarında kendini gösteren Sanayi D evrim i bugün de sürm ektedir. Bir de, Sanayi D evrim i'ni yalnız sanayi ile ilgili sanm am alı; aslın da tarım sal üretim in biçim lerindeki köklü değişikliklerle, ulaştırm a araçlarındaki büyük değişiklikleri de ona sok m ak gerekir. İşte Sanayi D evrim i'yle, insanlık gitgide genişleyen bir m akineleşm eye yönelirken, nüfus da artm aya, hem de eskiyle kıyaslanm ayacak ölçüde artm aya başlam ıştır. A s lında birbirine bağlı olan bu iki olay, tarihte ilk kez, Batı'd a 18. yüzyılın ortalarında ve İn giltere'de ortaya çıktı. b) Sanayi D evrim i'nin özellikleri Sanayi D evrim i bazı özellikleri taşıyor: - Sanayi D evrim i'n in başta gelen özelliği, zincirlem e b irçok buluşa yol açm asıdır. Bu buluşlar, insanların ü re tim için yaptıkları çabayı derece derece azaltm aya yara m ıştır. İlk buluşlar 18. yüzyılda, çeşitli nedenlerle İngiltere'de görülüyor. - Sanayi D evrim i, serm ayenin ve el em eğinin m erkezî leşm esini de getiriyor beraberinde. M akinelerin gitgide karm aşık durum a gelm esi ve enerji kaynaklarına yakın bir yerde toplanm aları zorunluluğu, büyük fabrikaları do ğuruyor. Böylece, fabrikaların sahipleri bü yü k kapitalist lerle işçiler arasında, eskiden olduğundan çok daha farklı sosyal ilişkiler kuruluyor. - Son olarak, sanayiciler kentlerde yerleşiyor ya da ye ni kentler kuruyorlar çok kez. Bunun sonucunda kentler le köy ve kasabalar arasında -esk id en beri g ö rü len - fark lılık, böylece daha da derinleşiyor: A rtık kentler sınai ve ticari faaliyetlerin m erkezleridir; köyler ve kasabalar ise yalnızca tarım faaliyetlerinde bulunacaklardır. Kentlerin, köy ve kasabaların aleyhine olarak büyüm esi öyle bir n ok taya gelir ki, 20. yüzyılın başlarında Batı A vrupa nüfu su nun çoğunluğu artık kentlerde bulunm aktadır. Bugün de öyledir. 120
c) Sanayi Devrim i'nin aşam aları Sanayi D evrim i'nin bu gelişm e çizgisi içinde, genellikle iki aşam a birbirinden ayrılır ve başka başka adlandırılır: Bunlardan ilk aşama 1750'den 1890'lara değin sürer yakla şık olarak. İkinci aşama ise, 19. yüzyılın sonlarında başlar. - Sanayi D evrim i'n in ilk aşam asına, bu har çağı dendi ği de olur bazen. Çünkü fabrikaların başlangıçta ku llan dıkları "h id ro lik " enerjinin yerine "b u h ar" enerjisinin geç m esi bu dönem de gerçekleşm iştir. Jam es VVatt'ın (1765) buluşudur ki, buharın sanayide kullanılm asını genelleştirir. Sanayi Devrim i'nin ilk aşamasını nitelendiren, yalnız ca buhar enerjisi değildir; büyük dokuma sanayii ile "m etalurji"yi de kaydetmelidir, 18. yüzyıl ortalarının ilk yük sek fırınlarından Bessem er (1856) yöntemiyle çelik üreti mine değin metalürjideki gelişmeler, özellikle "dem iryol ları" yapımına olanak hazırlıyor.
İlk aşam ada, Batı A vrupa, bü tün bu gelişm elerin m er kezi olm uştur. Ö zellikle m aden köm ürü bakım ından zen gin ülkeler, hareketin başını çekm işlerdir: 19. yüzyılın or talarına dek İngiltere, sonlarına doğru da A lm anya bu ül kelere örnektir. - 1896'd an 1928'e dek, fiyatlarda yeni bir yükseliş, Sa nayi D evrim i'n in ikinci aşam asını başlatır. Birincisinden farklı nitelikleri vardır bu aşam anın: Ö nce, enerji kaynakları bakım ından, m aden köm ürü önem li bir rol oynam akta devam eder; ne var ki, başka enerji k ayn ak lan da bulunm uştur: "E lek trik " ve "p etro l" gitgide büyüyen bir rol oynam aktadır. Sonra, yeni sanayi alanları ortaya çıkm ıştır: "K im y a sa nayii" ile otom obil ve u çak yapım ına yarayan "m ekan ik sanayiler". Bu yeni sanayi, daha ileriye vardırılm ış bir "işb ölü m ü "n e dayanm aktadır ve işçilerin zam an kaybını ön ley ecek y ön tem ler araştırılm ak tad ır: "T a y lo riz a sy o n ", zincirlem e çalışm a, m eta üretim ini o zam ana değin işitil m em iş ölçülere çıkarır. 121
Son olarak, tarım da sanayileşiyor ve uzm anlaşıyor: M ekanik tarım araçları, el em eğinin yerine geçiyor; boşta kalan el em eği de kentlere doğru akm aya başlıyor. Belli bölgeler, belli ürünlere ayrılm aktadır artık. Sanayi D evrim i'n in bu ikinci aşam asında Batı A vru p a'n ın dünya çapındaki eski egem en rolü de kaybolm aya başlam ıştır; R u sy a'sı ve Jap on ya'sı ile, başka kıtalardan yarışm acılar türem iştir. Ö zellikle B irleşik A m erika, zen gin kaynaklarının işletm eye açılm ası ve dev işletm elerde çalışm anın rasyonalize edilm eye başlanm ası ile hareketin başını çekm ektedir. Sanayi Devrim i'nin sonuçları Sanayi D evrim i'n in çok önem li sosyal sonuçları oldu: Sanayi D evrim i Batı'da, eski sosyal sınıflar tablosu yerine, yeni bir sosyal sınıflar tablosu koydu. Ve bu yeni sınıflar tablosu, yeni bir ideolojik m ücadele ye yol açtı. a) Burjuvazi-Proletarya çatışm ası K ap italist bu rju vazi, yeni b ir sın ıf d eğildir aslında. D ah a önce de b elirttiğ im iz gibi, ta ortaçağ ın son ların da d oğm u ş ve o tarih lerd en b eri gitgide g elişm iş olan b ir sı n ıftır o. Fransız D ev rim i'n d e başrolü oyn ayan o olm u ş tur. 19. yüzyıld a B atı A v ru p a'd a eg em en sınıf yine bu b u rju v a sınıfıdır. K im ler girm ektedir bu burjuva sınıfına? Sanayiciler, tacirler, serbest m eslekten olanlar, rantiye ler... Bu zengin çevreler, bü yü k fabrikatörler, işletm eleri nin dışında arazileri ve şatolarıyla, soyluların en yüksek tabakasının yaşam ını sürdürm ektedirler. D aha alçakgö nüllü olanlar, dükkân sahipleri ve zanaatkârlar, çalışm a nın yanı sıra faizle para vererek, çok kez orta burjuvaziye girebilm ektedirler. Burjuvazinin ülküsü "lib eralizm "d ir. Liberalizm , giri şim özgürlüğünü savunur ve her türlü devlet karışım ını reddeder. Bu, iktisadi yüzüdür liberalizm in. Siyasal libe 122
ralizm ise, m onarşide ifadesini bulan eski rejim e karşıdır ve " b ir e y c iliğ i" (individualism e) savunur. D oğaldır ki, li beraller içinde de ayrılıklar vardır: Tutucu liberaller top lum düzeninin sarsılm am asını isterken, ilerici liberaller dem okratik reform lardan yanadırlar. Burjuvazinin karşısına yeni b ir sınıf dikilm iştir: Prole tarya. Proletarya, gitgide silinm ekte olan eski korporasyonların işçisinden farklı bir kitledir. Bü yü k çoğunluğu tarım kökenlidir: Çeşitli n edenlerle köyden ve kasabadan ko pup gelm iştir. K oparılm ıştır daha doğrusu. Ve kentlerin çevresine yerleşm ektedir. K entin asıl ahalisiyle bunlar arasında yaşayış düzeyi bakım ından bir fark vardır ki, "k o rk u n ç" tur. Burjuvazi, korku ve tiksintiyle bakm aktadır bu kitlele re. Ö yle de olsa, her iki sınıf arasındaki sosyal eşitsizlikler, gün gelir önce m antık ve kardeşlik adına, daha sonra baş ka gerekçelere dayanarak, çeşitli sosyal kökenlerden gelen aydınlarca eleştirilm eye başlanır. Sosyalist akım böyle böyle doğar. b) Sosyalizm aa- Sosyalizm in anlam ı Sosyalizm in tarihi, bir bakım a, eski çağlara, ilk din ki taplarına değin uzanır. Böylesine geniş anlam da anlaşıldı ğında, sosyalizm , toplum daki adaletsizliklere, insanların söm ürülm esine, eşitsizliğe karşı bir tepkidir. îşte, insanla rın öteden beri içinde yaşayan bu ülkü, 19. yüzyılda so m ut bir iktisadi ve sınıfsal tem el üzerine oturur. Sosyalizm , Sanayi D evrim i ile doğan yeni bir sınıfın, iş çi sınıfının öğretisi olur. İşçi sınıfının öğretisi olarak sosyalizm , burjuvazinin k a pitalist sistem ine ve onun liberal öğretisine bir "tep k i"y i dile getirir. Ç ünkü kapitalizm , burjuva sınıfının yararına olarak, işçi sınıfının söm ürülm esine hizm et etm ekte; libe ralizm ise, aslında, işçi sınıfına karşı burjuvazinin hakları nı savunm aktadır. 123
bb- Ü topyacı sosyalizm İlk sosyalistleri, Fransız D evrim i yetiştirir. D üşünür den çok, eylem adam larıdır bunlar. B abeuf, Fransız Devrim i'nin emekçi halk kitlelerine hiçbir şey getirmediğini, yalnızca sömüren sınıfın değişti ğini ilk kez gören ve devrimin sınıfsal çözümlemesini ya pan kişidir. Ve çözüm yolu olarak da emekçi sınıfların ik tidarı ele geçirmesini ister. 1795'ten sonra kurulan Direktuvar hükümetini devirmek üzere halkı ihtilale kışkırttığı gerekçesi ile idam edilir.
1848 D evrim i'ni izleyecek bir başka grup aydınsa, -s o s yalizm tarihinde Ü topyacı da say ılsalar- büyük önem ta şırlar. Bunlardan İngiliz R obert O w en ile Fransız SaintSim on, Proudhon, Bakunin, Louis Blanc ilk akla gelen adlar. A lm anya'da ise Rodbertus, Lassale, sosyalist dü şüncenin -ü to p y acılık tan bir ölçüde u zak laşm ış- tem silci leridir. A ralarındaki bütün ayrılıklara karşın, ortak bir yanı vardır bu düşünürlerin: Flepsi kapitalist düzene, liberal ekonom iye, -b a şk aların ı söm ürm eye v a ra n - bireyciliğe karşıdır. Fiepsi özel m ülkiyeti, hiç olm azsa üretim araçla rı yönünden reddetm ektedir. Ve son olarak sosyal adale tin ve sınıfsız bir toplum un gerçekleşm esini istem ektedir hepsi de. Ne var ki, bü tü n bu istek ve dileklerin ne yoldan, hangi araçlarla gerçekleşebileceği noktasında, aralarında ayrılıklar vardır. Bazen derin sayılabilecek ayrılıklardır o ayrılıklar. cc- Bilim sel sosyalizm Bu "Ü to p y a cı" sosyalizm , gün gelir, "b ilim sel" tem el ler üzerine oturtulur. Bilim sel sosyalizm in kurucusu, -F r i edrich Engels'le b e ra b e r- K arl M arx'tır (1818-1883). Karl M arx, ütopyacı sosyalizm in uygulam ada hiçbir so nuca varam adığını söyler. Ona göre, ütopyacı sosyalizm , m odern toplum un anarşi, sınıf zıtlıkları ve baskı üstüne 124
oturduğunu söyler ama, bu m ahzurları ortadan kaldırm ak üzere önerdiklerinin evrim le ve iktisadi zorunluluklarla hiçbir ilgisi yoktur. Sosyalizm , iktisadi gelişm enin som ut ve ayrıntılı çözüm lem esine dayanm ak zorundadır oysa. İşte Karl M arx, kapitalist sistem in böylesine bir çözüm lem esi sonucunda bulduğu çelişkilerden yola çıkarak, onun "yıkılm aya m ahkû m " olduğunu söyler. K apitalizm yıkılacak ve yerine "sosyalist d ü zen " geçecektir. Tarihsel ve sosyal gerekirciliğin bir sonucu olacaktır bu. M arx'in söyledikleri, tarihin belli bir yorum una daya nır aslında: H egel'in diyalektik felsefesinden ve İngiliz klasik iktisatçılarından etkilenen M arx, tarihin keskin bir gerekirciliğe bağlı olduğunu ileri sürer. Ona göre tarihi yapan şey, " s ın ıfla r arasın d ak i m ü cad ele"d ir. Bugüne değin bü tün tarih de aslında sınıf m ücadelelerinin tarihi olm uştur. M odern tarih, feodal düzenin tem silcisi olan soy lu lar ile kapitalizm in kurucusu olan bu rju v azin in m ücadelesi ne sahne olm uştur önce. Bu m ücadele, feodalitenin ve soyluların tasfiyesiyle sonuçlanm ıştır. K açınılm azdı öyle olm ası da. Çünkü kapitalizm , feodal sistem e oranla daha ileri bir üretim biçim i idi. Ne var ki, Sanayi Devrim i, burjuvazinin karşısına yeni bir sınıf çıkarm ıştır: P roletarya. Bu iki sınıfın da yararları birbirine zıttır. Burjuvazi, üretim araçları üzerinde özel m ülkiyete sahip olduğu için, "artıd eğ er"i alıkoym akta ve böylece işçi sınıfını söm ürm ektedir. //A rtıd eğ er"in biriki m inden oluşan serm aye günbegün artm akta ve -s a n a y i deki m erkezîleşm enin bir sonucu olarak d a - belli ellerde toplanm aktadır. O ysa, el em eğinden başka serm ayesi ol m ayan proletaryanın "yo k su llaşm ası" ise, gitgide trajik bir görünüş alm aktadır. Bu trajediyi doğuran şudur aslında: Üretim, "so sy al" bir nitelik alm ıştır; am a üretim araçları üzerinde burjuva zinin özel m ülkiyeti bulunduğu içindir ki, aslan payını o sınıf alm akta ve asıl üretim i yapanlar, onun nim etlerinden yararlanam am aktadır. Ü retim güçleri ile ü retim ilişk ile ri arasında zıtlık vardır yani. Soylular ile burjuvazi arasında ki m ücadelede de böyle bir zıtlık ortaya çıkm ıştı vaktiyle. 125
O halde? O halde, üretim araçları üzerindeki özel m ülkiyet kal dırılır, bu nlar toplum a m al edilirse, söm ürünün de k ayn a ğı kurutulm uş olur. Peki kim yapacaktır bunu? Proletarya. Nasıl yapacaktır? İhtilal yoluyla! Proletarya, bu rju vaziye başkaldıracak, yani ihtilal ya pacak ve üretim araçlarını toplum a m al ederek, bu rju vazi nin söm ürüsüne son verecektir. İşte böyle bir tarihsel görevi vardır proletaryanın ve bu görev devrim ci bir görevdir. Proletaryanın kuracağı toplum sosyalist bir toplum olacaktır. Bu toplum , kapitalist toplum un aksine sınıfsız bir toplum dur. H erkes, em eğinin gerçek değerine göre ü retim den yararlanacaktır bu toplum da. M arx'in sosyalizm i, işçi sınıfının ve sosyalizm in tari hind e bir dönüm noktasıdır. M arksizm in ortaya çıkm a sıyla, işçi hareketinin öğretisi olarak sosyalizm de "d ev rim ci" bir içeriğe kavuşm uş olur. N e var ki, 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başların da, M arx'in düşüncelerini "gö zd en geçirm ek" isteyenler çıkacaktır. Sosyalizm in tarihinde bu nların doğurduğu akım a "R ev izy o n izm " denir. Revizyonizm, Marksizmden hareket etmekle beraber, onu eleştirir ve sınıf mücadelesinin karşısında yer alır. Özellikle devrim kuram ının karşısına çıkar ve yeni düze ne ihtilal yoluyla değil, reformlar, sosyal önlemler -v e ge rektiğinde- burjuva iktidarlarıyla işbirliği yoluyla ulaşı labileceğini savunur.
R evizyonizm , çeşitli biçim ler altında bugün de sür m ekte ve zam anım ızın sosyal dem okrat anlayışlarına yol açm aktadır. c) Sendikaların doğuşu, sosyalist partiler ve Enternasyonaller D üşünce dünyasında bu gelişm eler olurken, kapitalist lerle em ekçiler arasındaki m ücadele, işçilerin durum larını 126
düzeltecek önlem lerin alınm aya başlam asına yol açtı. Sendikalaşm a, bunların başın da gelir. işçilerin birlikler kurarak birleşm eleri, önceleri yasak lanmış iken, zamanla bu hak kendilerine kanunlarla veri lir. İngiltere'de, 1824 yılından başlayarak "trade unions" adı verilen ilk işçi sendikaları faaliyete geçer. Fransa'da, yasaklama 1868 yılma değin sürer. Prusya'da 1845 yılın da çıkarılan bir kararname, işçilere sendika kurm ayı ve grev hakkını yasaklamaktaydı. Ne var ki, 1869'da çıkarı lan yeni bir kanun -b a z ı sınırlam alarla- işçi birliklerinin kurulmasına olanak sağlar.
Sendikalar, ilk önceleri, ü cret ve çalışm a koşullarının düzeltilm esi için m ücadeleye başladılar. D aha sonraları, toplu iş sözleşm eleri, sosyal kanunların çıkarılm ası, işçile rin korunm ası ve sosyal kuru lu şların yaratılm asında faali yet gösterdiler. İşçi hareketinin ortaya çıkardığı yeni b ir parti tipi olan Sosyalist Partiler, sendikaların siyasal alanda en büyük yardım cısı rolündeydiler. Sosyalist partiler, bü yü k önem kazanm aya başlarlar zam anla. U lusal plandaki bu örgütlenm elerin yanı sıra, sosyaliz m in "u lu slararası" eylem i de kendini gösterir: 1864 yılın da "B irin ci E n tern asyon al", 1889'da da "ik in ci Enternas y on al" kurulur. Enternasyonallerin gelişim i, sosyalist par tilerin eğilim lerini de etkiler. Ç ok geçm eden, sosyalist partiler arasında "refo rm cu " eğilim ler görülm eye baş lanır. 1919'da Lenin "Ü çü n cü E n tern asyon al"! kurunca, sosyalist partilerle kom ünist partiler ayrılığı ortaya çı kar. Sosyalist partiler, kesin olarak "refo rm cu " çizgiyi tem sil ederken; kom ünist partiler, "devrim ci'T iği asıl ken dilerinin tem sil ettiklerini ileri süreceklerdir artık. D A H A Ç O K BİLGİ Rona Aybay, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Oıoen, İstanbul, 1970. François Barret, Emeğin Tarihi (çev. B. Kuzucu), İstanbul, 1970. 127
Max Beer, Sosyalizmin ve Sosyal Mücaddderiıı Tarihi (çev. G. Üstün), İstanbul, 1965. Pierre Brizon, Emeğin ve Emekçilerin Tarihi (çev. C. Süreya), Ankara, 1977. Jacques Duclos, Birind Enternasyonal (çev. Ö. Ufuk), İstanbul, 1969. Friedrich Engels, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm (çev. S. Kemal), İstanbul, 1979. Walther Kiaulehn, Demir Melekler (çev. H. Örs), İstanbul, 1971. Pierre Rousseau, Keşifler ve İcatlar Tarihi (çev. A. Düz), İstan bul, 1972.
OKUM A SA N A Yİ D EV R İM İ N İÇİN Ö N CE İN G İLT ER E'D E O LM U ŞT U R ? ...İngiltere'nin, Endüstri Devrim i'nde bütün ülkelere öncü lük etmesi, bu ülkede birçok özelliklerin bir araya gelmiş olma sının bir sonucu olarak gözükmektedir... Endüstri Devrim i'ne öncülük etme yolunda, İngiltere'ye üs tünlük sağlayan özelliklerin en önemlisi de, Avrupa ülkeleri arasında en geniş sömürge imparatorluğunun İngiltere'nin elinde bulunmasaydı. Asya, Afrika ve Am erika'daki pazarları ele geçirme yarışında İngiltere, İspanya, Hollanda ve Fransa'yı yenerek aslan payını kazanmıştı. Donanma gücü, rakipleri ara sında İngiltere'ye üstünlük sağlamıştı... Sömürge İm paratorluğu, İngiltere'ye hem endüstrisini kur mak için gerekli kapital kaynaklarını biriktirme imkânını ver miş; hem imal ettiği malları satabileceği geniş pazarlar sağla mış, hem de endüstrisi için gerekli ham m addeleri ve halkı için gerekli yiyeceği sömürgelerden ithal kolaylığını yaratmıştır... (Rona Aybay, Sosyalizmin Öncülerinden Robert Owen, İstanbul, 1970, s. 23-25)
128
SO RU LA R 1. Sanayi Devrimi'nin anlamı ve özellikleri nelerdir? 2. Sanayi Devrimi niçin önce İngiltere'de olmuştur? (Okuma parçasını okuyunuz.) 3. Birinci Sanayi Devrimi ile İkinci Sanayi Devrimi arasında hangi farklar vardır? 4. Sanayi Devrim i'nin sonucunda ortaya çıkan sınıflar tablo su nedir? 5. Ütopyacı sosyalistlerin ortak yanlan nelerdir? 6. Bilimsel sosyalizmin ana çizgileri nelerdir? 7. Sendikalar nasıl doğmuştur? İşçi hareketi nasıl bir parti çe şidi ortaya çıkarmıştır? "Enternasyonal" deyince ne anlaşılır? Üçüncü Enternasyonal'in en önemli sonucu nedir?
EM PERYA LİZM 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, B atı'nın iktisadi, sosyal ve siyasal yaşam ım biçim lendiren yeni bir olay vardır: Em peryalizm . Em peryalizm ile, B atı'n ın tari hi yeni bir aşam aya girer ve ona bağlı olarak da öteki halk ların tarihi... Em peryalizm , kelim e anlam ıyla "im p aratorlu k kurm a eğilim i" dem ek. Böylece, etnik ve kültürel bakım dan bir birinden çok farklı birtakım halklar, bir başka halkın oto riter yönetim i altında, aynı iktisadi ve sosyal bü tün için de bir araya getirilm ek istenir. Em peryalist eğilim , yalnız otoriterliği değil, saldırganlığı da beraberinde taşıyor. Bunun gibi, em peryalizm olayı ile, söm ürgecilik olayı arasında da sık sık rastlanan bir bağ var. İm paratorlu k kurm a eğilim i en eski çağlardan başla m ak üzere, tarih boyunca sürüp gitm iş. 16. yüzyıldan son ra ise, Batı'da im paratorlukların söm ürgeci niteliği daha belirgin hale geliyor. 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, Batı, ta rihte em peryalizm in yeni bir örneğini ortaya koyar. H er şeyd en önce, kapitalizm in, Sanayi D evrim i'nden sonra bünyesinde ortaya çıkan bir büyük değişikliğin so nucudur bu em peryalizm . N edir o değişiklik? 129
r O değişiklik, "yarışm acı k apitalizm "den "tek elci ka p italizm "^ geçiştir. Ö zgür yarışm anın yerini tekellerin alm ası, em peryaliz m in tem el ekonom ik çizgisidir, özüdür. Tekelcilik, Batı kapitalizminde başlıca şu biçimlerde ortaya çıkmıştır: - Üretimin bir elde toplanması, giderek karteller ve tröstler gibi tekelci grupları oluşturmuştur; - Üç-beş büyük banka bütün iktisadi yaşamı egemen liği altına almıştır; - İlkel madde kaynaklarını, tröstler ve -tekelci hale gelmiş sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaş ması demek o la n - mali oligarşi ele geçirmiştir; - Dünya, iktisadi bakımından m illetlerarası karteller arasında bölüşülm üş ve -tekelci olmayan kapitalizm dö nemindeki emtia dışsatımından farklı olarak- sermaye ihracı ön plana geçmiştir. - Dünya, yalnız iktisadi bakımdan değil, topraklar ba kımından da bölüşülm üş ve sömürgecilik başlamıştır.
20. y üzyılın başların d a, dünyanın em peryalistlerce paylaşılm ası tam am lanm ıştı. Bu durum , dünyanın y en i den paylaşılm asını günün sorunu haline getiriyordu. So runu gündem e getirenler de, dünyayı daha önce paylaş m ış İngiltere ve Fransa gibi em peryalist ülkelere karşı, bu paylaşm aya katılm akta gecikm iş, A lm anya ve İtalya gibi em peryalist ülkelerdi. I. D ünya Savaşı bu ndan doğacaktır. II. D ünya Savaşı da öyle. D ünyanın paylaşılm asında, daha önce yeri sınırlı m ü cadelelerle yetinen em peryalizm , 20. yüzyılda "d ü n ya sa vaşları" dönem ini açacaktır böylece. I. Dünya Savaşı'nda yenik düşen İtalya ve Alm an ya'da, tekelci burjuvazi, işçi sınıfına gereken ödünü vere mediği içindir ki, sosyalist devrim tehlikesiyle yüz yüze gelir. Bu tehlikeyi savuşturmak için de şoven ve kanlı bir diktatörlüğe başvurur. Faşizm böyle ortaya çıkar. 130
Böylece, faşizm olayı ile emperyalizm arasında yakın bir ilişki var.
İki dünya savaşı arasında sosyalist bir ülkenin kurulu şu; işçi hareketleri ile ulusal kurtuluş hareketlerinin geliş mesi; anti-em peryalist bir cephenin ortaya çıkarak dünya ölçüsünde serpilip gelişm esi; kapitalizm in genel bu nalı m ının gitgide yoğunlaşm ası, em peryalist politikada da -is te r iste m ez - değişikliklere neden oldu. Söm ürgeciliğin geleneksel biçim leri olan ask erî istila ve söm ürge h alkla rının güç kullanılarak köleleştiril m eşinin yerine, bir eği lim ortaya çıktı. Bu eğilim e, bugün yeni söm ürgecilik deniyor. Nedj,r am acı yeni söm ürgecilik politikasının? Yeni söm ürgecilik politikası, yeni bağım sız devletlerin gelişm elerini etkilem ek, siyasal bağım sızlıklarını sağlam laştırm alarını ve tam bir iktisadi bağım sızlık kazanm aları nı önlem ek, bu genç devletleri kapitalist ekonom inin y ö rüngesinde tutm ak ve giderek sosyalizm i kurm alarına en gel olm ak am acını güder. Bu tür ülkelerdeki dem okrat, giderek devrim ci gelişm e leri baltalam ak için, başlarına faşizm i m usallat etm ek de yeni söm ürgeciliğin politikası içindedir. Bu politika, o ül kelerin işbirlikçi sınıflarıyla ortaklaşa gerçekleştiriliyor. D A H A Ç O K BİLG İ V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (çev. Cemal Süreya), 7. Bası, Ankara, 1979. Murat Sarıca, Siyasal Tarih, İstanbul, 1980.
OKUM A E M PER Y A LİZ M V E D Ü ŞÜ N CE ...Emperyalist doktrinler, açık ve sistematik ifadelerini, sö mürgeci gelişm elerin görüldüğü son yüzyıldan (19. yüzyıl) iti baren buldular ve bu gelişmelerin ideolojisi haline geldiler. Genişleme halinde olan her ülkede Chamberlain, Froude, See
ley ve R. Kipling, A m erika'da başkan Th. Roosevelt, Alman 131
ya'da Panjermanistler, Rusya'da bazı Panslavistler, Fransa'da büyük bir sömürgeci fikir akımı. Bu doktrinin yankıları Japon ya'da bile kendini duyurdu. Okakura Kakuzo gibi orijinal nazariyetçilerin yetişmesi bunu gösterir. Emperyalist doktrinler, kuvvete dayanarak imparatorluk kurma hakkını, ırk, kültür, ekonomi ve toplum nedenleriyle ve çoğu kere bunların tümüyle haklı çıkarmaya çalışırlar. Bu dok trinlerin, bazı başka teorilerle bağları vardır. Bunlar arasında,
kuvvet teorilerini, hayat mücadelesi kavramına dayanan "sos yal Darvin'cilik"i, güçlü olma iradesine dayanan "sosyal Nietzsche'cilik"i, ulusal ekonomi ve büyük alanlar doktrinlerini, "nasyonal sosyalizm"e yönelmiş bazı akımları saymak gerekir. (Meydan Larousse, "Em peryalizm " maddesi)
SO RU LA R 1. Emperyalizm deyince ne anlaşılır? 2. Batı kapitalizminin emperyalizme geçişi nasıl olmuştur? Ve sonuçta nasıl bir tablo ortaya çıkmıştır? 3. Faşizm nedir? Emperyalizmle ne gibi bir ilişkisi vardır? 4. Yeni sömürgecilik nedir? 5. Emperyalist öğretilerin özellikleri nelerdir? (Okuma par çasını okuyunuz.)
19. YÜ ZYILIN K Ü LTÜ R EL TA BLO SU 19. yüzyıl düşüncesinin niteliği Batı'da, bir 16. yüzyılın belirgin özelliğinden, bir 18. yüzyılın belirgin özelliğinden -b ira z da k o lay lık la- bah se dilebilir. Am a 19. yüzyılın belirgin özelliğinden söz aç m ak pek öyle kolay olm asa gerek. Başta, böyle bir "belirg in özelliği" biçim lendiren sosyal ortam , 1800'lerde başkadır, 1900'lerde çok daha başkadır: Yüzyılın başlarında, bilim , sanat ve felsefenin, kısacası kültürün m eraklıları, -1 8 . yüzyılda olduğu g ib i- bir azın lıktır; am a yüzyılın sonlarında, çerçevesi hayli genişlem iş sosyal tabakalar, kültürel gelişm eler hakkında bir düşün 132
I ce sahibi olabilm ektedir. O nların yardım cıları vardır artık: Basın, halkın anlayabileceği biçim de yazılm ış eserler ve konferanslar... Ö zellikle basın tekniğindeki gelişm eler, ga zetelerin fiyatını "tek kuru şa" indirerek, yüzyılın ilk yarı sındaki çerçevesi hayli dar okuyucu züm resi yerine, bü yük kitlelere hitap etm enin yollarını açm ıştır. Sonra, 19. yüzyılın kültürel yaşam ı, önceki herhangi bir çağdan daha karm aşıktır. Değişik nedenlerden ileri gelm ektedir bu: - Ö nce, kültürel yaşam ın coğrafi sınırları, başka kıta lara doğru genişlem iştir: Bir A m erika, bir Rusya bu kültü rel yaşam ın içindedir ve önem li katkıları olm aktadır bu yaşam a. Bunun gibi A vrupa, D oğu'nun, özellikle eski ve m odern H int'in edebiyat ve felsefesinin farkına varm ış ve kapılarını açm ıştır ona. - 18. yüzyıldan beri yapılan yeniliklerin belli başlı kay nağı olan bilim , özellikle jeolojide, biyolojide, fizikte ve organik kim yada yeni fetihler yapm ıştır. - M akineli üretim , toplum yapısını, derinden derine değiştirm iş ve insanlara, doğa karşısındaki güçleri bakı m ından yeni bir görüş kazandırm ıştır. - Son olarak geleneksel düşünce, siyaset ve ekonom i sistem lerine karşı, gerek felsefe alanında, gerek siyasal alanda köklü bir başkaldırı, o zam ana değin dokunulm az sayılan pek çok inanca ve kurum a karşı saldırılara girişil m esine yol açtı. Bu başkaldırmanın, biri romantik, öteki akılcı iki farklı biçimi vardır: Romantik başkaldırı, Byron, Schopenhauer ve Nietzsche'den -2 0 . yüzyılda- faşist harekete dek uzanır. Akılcı başkaldırı ise, 18. yüzyıl Fransız filo zoflarıyla başlar, -biraz yumuşatılmış olarak- İngiliz fel sefesi köktencilerine (radikallerine) geçer, sonra M arx'ta daha köklü bir biçime bürünürken, aynı zamanda bilim sel bir içerik de kazanarak, ilk sosyalist devrimin gerçek leştiği Sovyet Rusya'da somut sonuçlarına ulaşır.
Bilimlerin gelişim i 19. yüzyılda, B atı'da en başta göze çarpan şey, bilim le rin olağanüstü gelişim idir. 133
1 Fizik dalında, daha 17. ve 18. yüzyılda başlayan çalış m alar, 19. yüzyılın ilk yarısında yoğunlaşır. Bunda m ate m atik dildeki zenginleşm enin payı kuşkusuz büyüktür. Fizik olaylar, artık temel kanunlara bağlanm ıştır: Enerji nin sakinim i ilkesi, ışığın dalga kuram ı, elektro-m anyetizm kanunları... 18. yüzyılın ikinci yarısında Lavoisier'nin tem ellerini attığı kim yada, basit elem entler birbirinden ayrılm akta ve sınıflandırılm aktadır. K im yadaki gelişm eler giderek öyle bir boyut kazanacaktır ki, 19. yüzyılın sonlarında kim yacı ile fizikçi, yer yer ortak çalışm aya gideceklerdir. Ö zellikle "m ad d en in b ü n y esi" bah sind e böyle olacaktır: A tom un yapısı, elektronların rolü, radyasyon ve dalgala rın yayılışı... O zam anın tartışm alarının tem el konularıdır bunlar. Fizik ve kim yadaki bu gelişm eler yalnız kuram sal plan da kalm az, çok geçm eden uygulam aya da geçerler. D ina mo, patlam alı m otor, elektrik lam baları, yapay boyalar, in sanların günlük yaşayışına girm ekte ve ona bir renk ve çe şitlilik katm aktadır. D oğa bilim lerine gelince... 18. yüzyılın ortalarında baş layan araştırm a ve sınıflandırm alar, 19. yüzyılda daha bü yük bir yoğunluk kazanır. Ve bunlardan dünyanın ve can lıların gelişim i ile ilgili "toplayıcı bir görü şe" varılacaktır artık: Canlılar dünyasının, gözle görülm eyen canlılardan başlayarak, insana dek uzanan -a ğ ır ve sü rek li- bir geliş m e geçirm iş olduğu düşüncesi, sonuçta D arw in'le kesin b ir zafer kazanır. İngiliz bilgini Charles Darwin (1809-1882), türlerin doğal ayıklama, ortam ve soyaçekimle belirlenerek değiş mek yoluyla oluştuklarını ileri sürer. Bu öğreti, türlerin tek tek yaratıldıklarını ve yaratıldıkları günden beri de yaratıldıkları biçimde kaldıklarını ileri süren dinci görüş leri yerle bir eden bir öğretiydi. Bu yüzden, dinciliğin egemen bulunduğu bütün ülkelerde büyük gürültüler kopardı ve Osmanlı İmparatorluğu'nda da yasaklandı. M arx'm sosyal bilim lerde yaptığı devrimi, Darwin do ğa bilimlerinde yapmıştır. 134
O zam ana değin hayli am pirik kalm ış olan tıp, m ikrop lar dünyasının keşfiyle çok geçm eden gerçekten bir bilim niteliğini alacaktır. İnsan bilim lerinde de bü yü k gelişm eler olm aktadır; özellikle tarihte böyledir. "D u rağ an " bir tarih anlayışı ye rine, "d in a m ik " bir tarih anlayışı geçm ektedir. 18. yüzyıl dan gelen ve 19. yüzyılın özellikle doğa bilim lerindeki bu luşlarla zenginleşen "ilerlem e" kavram ı tarihin açıklan m asında da kullanılm aktadır. Hegel ve M arx, bu "ilerlem e"y e "d iy alek tik " bir içerik kazandıracaklardır. Filoloji ve arkeolojinin de yardım ıyla, tarih bir bilim dir artık. K endine özgü nesnel incelem e yöntem leri vardır ve bun lara dayanarak, geçm işin olayları sıkı b ir eleştiri süzgecin den geçirilm ektedir. R anke'ler, M om m sen'lerle önce A l man ü niversitelerinde başlayan bu eleştirici tutum , çok geçm eden Fransız, İngiliz, Belçika ve İtalyan tarih kültü rünü de etkileyecektir. 19. yüzyılda, insan bilim lerinde bir başka önem li geliş me, toplum bilim in (sosyoloji) doğuşudur. Toplum bilim , -ö ğ retilerd en farklı o la ra k - sosyal olayları, doğa bilim le rindeki gibi olum lu yöntem lerle ele alm ak savıyla doğar. Fransa'da A uguste C om te'un yarattığı bu yeni bilim , çok geçm eden -F ra n sa 'd a ve Fransa d ışın d a- büyük gelişm e ler kaydedecektir. Felsefi düşünce 19. yüzyılda, Batı'da, bilim lerdeki o olağanüstü geliş m e ile ilerlem e düşüncesinin gitgide güç kazanm ası, felse fi düşünceyi de etkilem iştir. Böyle olm ası da doğaldı. 18. yüzyılın "filo zo flar"ın a, onların "m ek an ik " ve - b a zılarında ra stlan an - "m ad d eci" görüşlerine karşı, aynı yüzyılın sonlarında bir tepki başlayacaktır: A lm anya'da Kant, m etafiziğe dalm adan "m an evi d eğ erler"e -k e n d in c e - yeniden bir saygınlık kazandırm aya çalışır. D aha son ra H egel, m addesel dünyadaki diyalektik gelişm elerin, düşüncenin diyalektik gelişm esinin bir yankısı olduğunu 135
sö y ley e ce k tir. O na göre, itici g ü ç "d iiş ü n c e " d ir ; d iy a le k ti ğ e tabi o lan da od u r.
M adde düşünceyi, düşüncedeki diyalektiği izlemektedir. D üşünceci felsefenin H egelTe ulaştığı bu görkem li bi reşim , 19. yüzyılın daha ortalarına gelm eden bir büyük tepkiyle karşılaşır: H egelci sol akım -k i Karl M arx da bu akım ın için d ed ir-, H egel'in söylediğinin tersine, düşünce dünyasındaki değişm elerin m adde dünyasındaki değiş m elerin bir yankısı olduğunu ileri sürer. M arx -E n g els'le b e ra b e r- bu tem el ilkeye dayanarak, "d iyalek tik m adde ciliği" kurar. Böylece, düşünceci felsefenin karşısında çağdaş m addeciliği artık M arx'in bu "d iy alek tik" yön te m e dayanan m addeciliği tem sil edecektir. M arx, az sonra -İn g iliz iktisatçılarıyla Fransız sosyalistlerinin de katkısı na d ay an arak - bu diyalektik m addeciliği tarihe ve toplu m a uygulayarak "tarih sel m addeciliği" kuracaktır. T arih sel m addeciliğin kurulm asıyla da, Batı'da 19. yüzyılda başlayan burjuvazi ile proletarya sınıfları arasındaki zıt lık, felsefe planındaki bölünm eyi de tam am lar. Artık, "d ü şü n ceci" felsefe burjuvazinin, "diy alek tik m addecilik" de proletaryanın felsefesi olarak birbiriyle çatışacaktır. Bu çatışm a günüm üzde de sürm ektedir. 19. yüzyılın ortalarında, felsefi düşünce bakım ından, A lm anya'da bu gelişm eler olurken, Fransa'da Saint-Sim on'un bir çöm ezi, A uguste Com te "P o zitivizm "i k ur m aktadır. Pozitivizm e göre, gerçek bilgi "bilim sel bil g e d ir . Bu bilgi ise, denem eyle ve denem eye dayanan usavurm a ile kazanılır. D enem eye gelm eyen tüm düşünceler ve kavram lar -b u arada m etafizik, tanrı, ru h - dayanaksız dır, hayal ürünüdür. Pozitivizm , görüldüğü gibi, "b ilim ci"d ir. Bu tutum uy la, Fransa'd a "la ik " hareketin gelişm esinde büyük hizm e ti dokunacaktır. Pozitivizm in İn giltere'd ek i büyük tem silcisi H erbert Spencer'dir. F ran sa'd a ise A uguste C om te'u özellikle T aine ve Renan izleyecektir. Fransa'd a toplum bilim i - g e ne A uguste C o m te - bu pozitivizm den çıkaracaktır. Ne var ki, toplum bilim e F ransa'd a gerçek kişiliğini Em ile D urkheim kazandırır. Şu var ki, Fransa'd a toplum bilim 136
pozitivizm gibi, diyalektik yöntem in katkılarından yok sun bir biçim de g e lişe ce k -a slın a b a k ılırsa - gelişm eyip çıkm aza saplanacaktır. "D oğ aü stü "n ii reddediyordu pozitivizm . 19. yüzyılın sonlarına doğru bir tepkiyle karşılaşır bu görüş: Bu tepki yi B ergson tem sil eder ve aklın her şeyi açıklayam ayaca ğını söyleyerek, gerçeğe varm anın bir başka yolu olarak "sez g i"y i ileri sürer. Ve arkasından din, hatta "m istik " -e sk i çapında olm asa d a - yeniden canlanırlar. Pozitivizm , "geri k alm ış" idi; Bergsonculuk ise açıkça "g e ricilik "e hizm et eder. Bu tepkinin felsefede ve edebiyatta hayli izleyicisi ola caktır. Dikkate değer nokta şudur: 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, "akla karşı" olan felsefe akım ları "b u rju v a" çevrelerde palazlanm aktadır. 18. yüzyılın son larına doğru "akla karşı" bir tutum takınm aktadır. Bunu, burjuvazinin o yıllardan başlayarak karşılaştığı ve çözü m ünde bü yü k güçlükler çektiği sosyal sorunlarda aram ak doğru olur. Daha açık bir deyişle, kapitalizm em peryalist aşam aya geçerken, burjuvazinin felsefe sorunları karşısın daki tutum u da "akla karşı" -v e yer yer "k aran lık çı" (obsk ü ra n tist)- olm aktad ır.1 İlerde faşizm, bütün o karamsar, bulanık ve kaypak ide olojik malzemesini, işte bu "m ezbele"den bulup çıkaracaktır. Edebiyat ve sanat Toplum ve düşünce planındaki gelişm e ile edebiyat ile sanattaki gelişm e arasında da yakm bir paralellik görü lü yor: 19. yüzyılın ortalarına değin egem en olan rom antizm , doğaya ve duygulara yakınlığı, lirik çıkışlarıyla, bir yerde, 19. yüzyılın ilk yarısındaki o coşkun ve tutkulu araştırıcı lığın dile getirilm esidir. 1 Bu gelişim i inceleyen G eorg L u k acs'm ünlü eseri La dcstruction de la raison'un (2 cilt, Paris, 1959) Türkçeye de çevrilm iş bir özetlem esi için, bkz. H enri Deniş, Ekonom ik D oktrinler T arihi (çev. A tilla Tokatlı), İstanbul, 1974, c. 2, s. 606 vd.
137
Y üzyılın ortalarından başlayarak "g erçek çilik " (re alizm ) kendisini gösterecektir. Bilim lerdeki o büyük geliş m elerle gözleri büyüyen "bilim ci akım " az sonra, ed ebi yatta da yankısını bulur: D oğalcılık (natüralizm ) böyle do ğar. D oğalcılık, edebiyatta ifade aracı olarak başta "ro m an "! seçecektir. M üzikte o kadar değil, am a "görsel sa n atlar"! derinden derine etkileyecektir bu akım. izlen im cilik (em presyonizm ) bu etkilenm eler içinde ilk akla gelen bir sanat akımı. Son olarak, 19. yüzyılın bitim ine doğru gözüken o "sp iritu alist" değişiklik, edebiyatta çeşitli arayışlara yol açıyor: Fransız sem bolizm i, Ingiliz prerafaelizm i eşya nın gizem li köşelerine eğilm ek savını taşıyan akım lardır. M üziğin folklora ve ulusal kaynaklara yönelm esi de bu dönem e rastlar. Bu arada Batı m üziğinin tem ellerinden olan "g a m ", yavaş yavaş terk edilm ekte ve yeni bir m üzik dilinin araştırılm ası başlam aktadır. Daha 16. yüzyılda ku rulm uş olan resm in tem el ilkelerinden de dönüş başlam ış tır: R essam ın fırçası, artık "p ersp ektif"in kanunlarına de ğil, başta sezgi ve hayale dayanm aktadır. 20. yüzyıl sanatına açılan kapılar hem en hem en belli ol m uştur. DA H A Ç O K BİLGİ J. D. Bernal, M ateryalist B ilim ler Tarihi (çev. E. Marlalı), cilt 2, İstanbul, 1976. Henri Deniş, E konom ik D oktrinler Tarihi (çev. Atilla Tokatlı), cilt 2, İstanbul, 1974. Murat Sarıca, Siyasi D üşünce Tarihi, 3. Bası, İstanbul, 1980. Boris Suchkov, G erçekçiliğin T arihi (çev. Aziz Çalışlar), İstan bul, 1976.
138
OKUMA
R O M A N T İZM VE G ER Ç EK Ç İLİK Rom antizm i "kapitalist-burjuva düzenine", "yitirilmiş düşler" düzenine, iş hayatı ve kazancın bayağılığına karşı bir ayaklanma, tutkulu ve çelişmeli bir ayaklanma olarak tanımlı yor Ernst Fischer. Bu ayaklanma tiyatroda ilk önemli örnekle rini 18. yüzyılın ikinci yarısında Alm anya'da "Sturm und Drang" (fırtına ve atılış) akımıyla verdi (1767-1785). Goethe'nin ve Schiller'in öncülük ettikleri rom antik yazarlar, Rousseau'nun doğaya dönüş öğretisini benimseyerek, Corneille ve Racine'in neo-klasik kurallarına ve neo-klasisizmle uzlaşarak ge lişen burjuva duygusallığına şiddetle saldırdılar. Sayısız sah neye bölünmüş oyunlarda, birkaç saat içinde, yılları kapsayan olaylar anlatılarak yer ve zaman birliği bir yana bırakıldı. Avru pa'nın yaşam akta olduğu devrim bunalım ı, rom antiklerin oyunlarında ayaklanmalar, soygunlar, kadınların kaçırılması gibi heyecan verici olaylar biçiminde belirmeye başladı.... Romantizmin tiyatrodaki ilk örnekleri Almanya'dan gel mekle birlikte, bu oyunların en önemli esin kaynağı Shakespeare'den başkası değildi. Neo-klasisizme başkaldıran Alman yazarları, Shakespeare'in Almancaya çevrilen oyunlarında ken di coşkunluklarına biçim verecek üstün örnekler buldular.... Romantizmin, düşünce ve duyguyu dizginleyen kurallara karşı bir ayaklanma hareketi oluşu, ilk bakışta bu akımın dev rimci niteliğini çağrıştırır. Nitekim Rousseau, aynı zamanda Fransız Devrim i'ni hazırlayan düşüncelerin başlıca kaynakla rından biridir. Ama romantik akımı temsil eden yazarları ayrı ayrı ele alacak olursak, bu yazarların ortak yanının "devrim ci ya da devrime karşı, ilerici ya da tepkici bir siyasal görüşü benim semeleri değil, bu görüşe akıl ve diyalektik dışı, hayalci bir yoldan varmaları olduğunu" görürüz... Romantizm, şiirin işleyebileceği konulan ve kullanabileceği dili sınırlayan neo-klasisizme başkaldırmakla birlikte, aşırı birey sel tutumu ve öznel yöntemi yüzünden bu başkaldırışın temelin de yatan sorunlara olumlu bir çözüm getirmedi... Buna karşılık romantizm, şehirle köy arasındaki kopuşu, bireyin toplum için deki yalnızlığını, kazanç hırsının bayağılıklarını dile getiriyordu.
139
Burjuva değerlerine başkaldırımın ikinci aşaması diyebileceği miz gerçekçilik... Yalnız şehirleşmenin ve makineleşmenin de ğil, aynı zamanda yayılmakta olan demokrasi ve eşitlik düşün celerinin... Bilim ve tekniğin getirdiği ve koşullandırdığı bir an latım yöntemiydi... Gerçekçilik bir tutum olarak yeni bir kavram değildi. Tarihteki bütün önemli sanatçıların ortak bir özelliği ola rak görebileceğimiz bu kavram romanla birlikte nesnel olgula ra, deneye ve görgüye dayanan bir yöntem niteliği kazandı. (Cevat Çapan, Değişen Tiyatro, İstanbul, 1972, s. 126-136)
SO RU LA R 1. Batı'da 19. yüzyıl düşüncesinin nitelikleri nelerdir? 2. Batı'da 19. yüzyılda bilimlerin gelişimi nasıl bir tablo gös terir? 3. Batı'da 19. yüzyılda felsefi düşüncedeki gelişimler neler dir? 4. Batı'da 19. yüzyılda edebiyat ve sanattaki gelişimlerin ge nel tablosu nedir? 5. "Rom antizm " ve "gerçekçilik", 19. yüzyılda neye karşı bir başkaldırm adır ve edebiyatla sanata ne getirmişlerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
140
BÖLÜM V ÇAĞDAŞ BATI UYGARLIĞI: (1) BATI AVRUPA D ayandığı kültürel kaynaklar bakım ından olsun, tarih sel gelişim i bakım ından olsun, başka uygarlıklardan ayrı lan Batı uygarlığı, bugün nasıl bir tablo gösteriyor? Bu tabloyu, -tem eld e bazı ortak çizgiler taşısalar d a "Batı A vru pa" ile "B irleşik A m erik a" için ayrı ayrı çizm ek gerekiyor. G üçlülüğün, term onükleer bom balar ve aya yapılan se ferlerin sayısı ile ölçüldüğü bir dünyada, Batı A vrupa'nın uluslararası planda -b u g ü n d e - büyük bir ağırlığı olm ası, biraz paradoks gibi görünür. Y aşadığım ız dünyada, Batı A vrupa iktisat ve teknikte -2 0 . yüzyılın başlarına dek ol duğu g ib i- "sü rü k ley ici" bir rol oynam ıyor gerçi; ama edebiyatı ve sanatı ile kültürde -b u g ü n d e - yer yer öncü roliindedir. Batı uygarlığının kültürel coğrafyası içinde ise, hâlâ bu uygarlığın "b ey n i"d ir Batı Avrupa. SO SYA L VE İK TİSA D İ YA ŞA M Sosyal yaşam Nüfus artışındaki yavaşlık, Batı A vrupa'da sosyal ya şamın başta gelen özelliklerinden biri bugün. Y aş oram bakım ından ise, Batı A vrupa nüfusu gitgide yaşlanm akta. Sosyal yaşam ın bir başka önem li olayı da, kentleşm e nin gün geçtikçe artm ası. Sanayileşm e ve tarım ın m akine leşm esi ile -ç o k daha ö n celeri- başlam ış olan köylerin kentlere boşalm ası olayı, bugün de sürm ekte. Batı A vrupa'da, bu birikm e üç büyük m erkezin çevre sinde olm akta: Londra, Paris ve Ren Ruhr bölgesi. D oğal 141
dır ki, kent-köy ilişkisinin gün geçtikçe değişm esi, köylerin istikrarı ve kentlerin dengesi ile ilgili olarak sosyal, iktisa di, siyasal ve kültürel çetin sorunlar çıkarm aktadır ortaya. Kentlerin sosyal yaşamı ise, hem artan nüfus hem de konut yetersizliği yüzünden günden güne bozulmakta dır. Gitgide devleşen yapılar içinde, kent insanının içine gömüldüğü yalnızlık, kent yaşam ının doğurduğu yor gunluk, özellikle televizyon gibi eğlence araçlarının bi reyselleşmesi, kent topluluklarının gelişmesinde daha bugünden insanı düşündüren noktalar oluyor. Kent dışı na dinlenmeye giden insanların her yıl artması, "kam ping"lerin çoğalması, futbol gibi kolektif sporların büyük kitleleri gitgide daha fazla uğraştırması -eğlendirici ol malarının yanı sıra- acaba bir "kaçış" da değil midir?
İktisadi yaşam Batı A vru pa'd a, iktisadi yaşam "k ap italizm "e dayanır. Bu kapitalizm , bir ileri sanayi kapitalizm idir. Ekonom ide tem el kesim sanayi kesim idir. Ö zellikle İtalya'd a güneyin y er yer "azg elişm iş" bir görünüm de olm ası nadir örnek lerdir. Sanayide enerji üretim i başta gelir. Term onükleer ener ji ise, -em ek lem e dönem inde de o ls a - enerji üretim inde yeni ufuklar açm aktadır. M ekanik sanayi hâlâ önem ini koruyorsa da, kim ya sanayii -ö zellik le plastik m addelerin ü retim in d e- dev gelişm eler kaydetm iş ve m odern yaşam a çok bü yü k katkılarda bulunm uştur. Taşım a araçlarındaki gelişm eler, özellikle "jet'Terin b u lunuşu, gidiş gelişe, giderek iktisadi yaşam a büyük bir yo ğunluk kazandırm aktadır. Y aşadığım ız dünyada, çeşitli ülkeler arasında iktisadi işbirliğini geliştirm ek için hem en her yanda girişilen bü tünleşm e denem e ve örgütlenm elerine Batı A vru pa'd a da rastlıyoruz. -
Bunlardan biri, 1950'de -İngiltere'nin önderliğinde-
yedi Batı Avrupa ülkesi arasında kurulan Avrupa Ser best Ticaret Bölgesi'dir (EFTA). 142
- Am a Batı Avrupa'da bundan daha çok adı duyulan ve geniş tartışmalara konu olan, Ortak Pazar -y a da daha teknik deyim iyle- Avrupa Ekonomik Topluluğu'dur (AET). Bu, altı Batı ülkesi (Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, H ollanda, Luxem burg) arasında, 1958'de kuru lan bir güm rük birliğidir. N e var ki, bu örgüt bir güm rük birliği olarak kalm ayıp, iktisadi ve giderek siyasal am açları düşleyen bir topluluktur. - Batı A vrupa'da, bütün ülkeleri -v e öteki ü lk eleribir araya getiren, bir de Avrupa iktisadi işbirliği Ör
gütü (OEEC) vardır ve 1948'de kurulm akla ötekilere öncülük etm iştir.
B atı A v ru p a 'n ın tek elci k ap italizm i, çağd aş ek o n o m i n in artık v azg eçilm ez kuru m u olan "p la n la m a "y a da b aşv u rm a k ta d u raksam am aktad ır. N e var ki, bu p lan la m a -s o s y a lis t p lan lam ad an fark lı o la r a k - "b u y u ru cu " ve "z o rla y ıcı" değil, "ö z e n d irici" b ir n itelik taşım ak ta dır. B atı A v ru p a ek o n o m isin d ek i g elişm elerin k olayca y ü rü d ü ğü de söy len em ez. Siy asal, u lusal, p sik o lo jik b ir ço k en g eller b u g ü n de v ard ır b u k on u d a. A m a yin e de, k a p ita liz m in k an u n ları ve zo ru n lu lu kları, b ü tü n b u en g elleri tö rp ü lem ek te ve aşabilm ek ted ir. S İY A SA L Y A ŞA M B atı A vru pa, belli b ir d em o k rasi tip inin yu rd u d u r: "B a tı d e m o k ra sisi" ya da "k la sik d e m o k ra si" d en en bu d em okrasi tipi, önce B atı A v ru p a'd a d oğm u ş ve orad an çev reye y ayılm ıştır. N ed ir B atı d em o krasisi? H an gi ilkelere d ayanır? V e b u g ü n v ard ığ ı aşam a ned ir? Siyasal liberalizm B atı d em o k rasisin in eg em en ilkesi, "s iy a s a l lib eraliz m "d ir. S iy asal lib eralizm , en gü zel an latım ın ı, 1789 tarih li 143
"İn s a n ve Y u rttaş H ak ları B ild irisi"n in 1. m ad d esin d e bulur: "İnsanlar, hakları bakım ından özgür ve eşit doğar ve öyle yaşarlar." N edir eşitlik? H iç kim senin, kendisini başkalarının üstüne çıkaran birtakım haklara ve ayrıcalıklara "m iras yolu y la" sahip ol m am ası. Ve bütün insanlar birbirine eşit olduğuna göre, toplum da siyasal iktidarı kullanacak kim seleri de yurttaş ların kendileri belirlem elidir. B unun da sonucu, hüküm darlık yerine Cum huriyet, giderek dem okrasi, "tem silî sistem " ve "seçim "d ir. Ya özgürlük? Ö zgürlük, bir kim senin istediği gibi düşünebilm esi, düşündüğünü yapabilm esi ve istediği gibi hareket edebil mesi. Tek sınırı vardır özgürlüğün: "B aşk ald ırın ın Ö z g ü rlü ğü ". Ö zgürlük yalnız başkalarının özgürlüğünü sı nırlam az; aynı zam anda siyasal iktidarda bulunanları da sınırlar. "İk tid arın sın ırlan m ası", siyasal liberalizm in dikkati çeken bir başka yanı. H em en bü tün bü yü k liberal kurum lar bu am aca dö nüktür. Ö zgürlükler, "k işi ö zgürlükleri" ve "k am u sal özgür lü k ler" olm ak üzere ikiye ayrılır. Kişi özgürlükleri, özellikle kişinin özel faaliyetiyle il gilidirler. Önce, "güvenlik" ya da keyfî tutuklamalara karşı koruma gelir. Bunun hemen yanı sıra, konut doku nulmazlığı, haberleşme ve seyahat özgürlükleri gelir. Ai le ile ilgili özgürlükler de bunlara girer: evlenme hakkı, çocukları serbestçe eğitme hakkı, boşanma hakkı vb. Kamusal özgürlükler, kolektif eylem, yani yurttaşla rın kendi aralarındaki ilişkilerle ilgilidir. Bunların başlıcaları, basın ve öteki anlatım araçları özgürlükleri, tiyatro ve sinema, toplanma ve gösteri özgürlükleri, dernek öz gürlüğüdür.
Siyasal liberalizm , "eşitçi" ve "özgürlükçü " olarak, bir görüş ya da öğreti yararına tekelciliği ve ayrıcalığı kabul et mez. Özgürlüğe saygılı oldukça, her türlü görüş ve düşün celer serbesttir: Serbestçe tartışır, serbestçe örgütlenirler. 144
Bunun sonucu olarak Batı dem okrasisi "çoğ u lcu "d u r. Ve yalnız yurttaşları değil, yönetenleri de bağlar bu ilke. Siyasal liberalizm in uluslararası örgütlenişi Siyasal liberalizm , Batı A vru p a'd a uluslararası bir ör gütlenm eye de gitm iş. İki u luslararası örgüt görüyoruz: A vrupa Parlam entosu ile A vrupa Konseyi. A vrupa Parlam entosu ile A vrupa K onseyi birbirleriyle sık sık karıştırılan iki organ. A vrupa P arlam entosu 'nu n A vrupa K onseyi ile h içbir ilişkisi yok aslında. M erkezi L u xem bou rg'da, ancak zam an zam an S trasb o u rg 'da top lanıyor. A vrupa Parlam entosu, ilk kez 1979 yılında A ET üyesi ülkelerin her birinde halk tarafından doğrudan seçilen parlam enterlerle oluştu. A ET ya da O rtak Pazar diye b ili nen ve Y unanistan'ın kendilerine katılm asıyla sayıları ona yükselen grubun "siyasal o rgan ı". Parlam enterler geldikleri ülkelere göre değil, taşıdıkla rı düşüncelere göre gruplaşıyorlar. Avrupa Parlamentosu parlamenterlerinden 113'ü Sos yalist, 107'si Hıristiyan Demokrat, 64'ü Avrupa Demok ratları (Muhafazakârlar), 44'ü Komünist, 40'ı Liberal, 22'si Avrupa İlerici Demokratlan (De Gaulle'cüler), 10'u Tek nik işbirliği ve 10'u Bağımsızlar grubuna mensup.
A vrupa K onseyi ise, II. D ünya Savaşı'ndan sonra 1949 yılında on A vrupa ülkesi tarafından kuruldu. Belçika, Danimarka, İzlanda, İngiltere, Fransa, Hollan da, İtalya, İsveç, Norveç ve Luxembourg tarafından kuru lan Konsey'e 1950'de Türkiye ve Yunanistan, daha sonraki yıllarda ise F. Almanya, İzlanda, Avusturya, İsviçre, Malta ve Kıbrıs katıldılar. İspanya ve Portekiz bu iki ülkede de mokrasiye geçildikten sonra 1977'de üye olmuşlardır. Buna karşılık, Yunanistan, 1967'deki albaylar cuntasından sonra üyelikten çıkarılma noktasına gelmiş, ancak Konsey'in bu kararını beklemeden kendisi üyelikten ayrılmışü. 145
A vrupa K onseyi'nin Parlam entosu olan A ssam ble, üye ülkelerin 170 P arlam ento tem silcisinden oluşuyor. Batı dem okrasisi hedeflerine ulaşabilm iş m idir? Eleştirilere bakarsanız hayır. Batı dem okrasileri, yurttaşlarına dev ilerlem eler sağla dıkları halde, hedeflerine ulaşam am ışlardır. Yalnız sorun ları olan bir dem okrasi değil, "b u n alım " içinde bir de m okrasidir o. Batı dem okrasisinin bunalım ı K ökleri 19. yüzyıla giden, fakat 20. yüzyılda kesin çiz gilerle ortaya çıkan gelişm eler, Batı dem okrasisine bazı d eğişiklikler getirm iş ve sonuçta onu "k la sik " kim liğin den sıyırıp "sosyal d em okrasi" denen yeni bir kim liğe büründürm üştür. Bu değişm ede, sosyalist düşünce ve hareketlerin katkı sı büyüktür. Bütün bunlar sorunları çözebilm iş ve Batı dem okrasisi ni hedeflerine ulaştırm ış m ıdır? K endisi hiç de M arksist olm ayan C laude Julien adlı ta nınm ış bir Fransız yazarı, D em okrasilerin intiharı adlı ese rinde pek ilginç bir tablo çiziyor. Ö zetle şu söyledikleri: "B a tı dem okrasileri, yurttaşlarına dev ilerlem eler sağ ladıkları halde, hedeflerine ulaşam am ışlardır. Sanayileş m iş toplum lar, asıl dem okratik hedeflerini daha başka uğ raşılara feda etm işe benziyorlar. Bu hedefleri tam am en yadsım am akla beraber, bazen görem eyecek kadar uzağa, ikinci plana itiyorlar... A nlaşılan, zenginliklerin ve gücün gelişm esi, dem okrasilerin özellikle üzerinde durdukları bir uğraşı olm uştur... D em okratik sayılm ak için, refahın gelişm esi, elbette zenginliklerin eşit biçim de dağıtılm asını gerektirir; oysa kalkınm anın ürünleri çok eşitsiz bir biçim de bölünm ekte dir. Ve bazı sosyal sınıflar eğer bir kenara itilm em işlerse, pay diye yalnız birkaç kırıntı alabilm ekte, bu na karşılık b ir m utlu azınlık aslan payına konm aktadır. Z enginlik ve güç bü tün insan topluluklarının am açları 146
arasında yer alır, am a dem okratik bir toplum da asla önce lik tanınacak hedefler diye kabul edilem ez: Böyle bir top lum için asıl olan, yine özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik tir. Ve bunlar h içbir zam an ekonom ik kalkınm anın yan ürünleri sayılam azlar. Y üzyılın başından beri Batı dünya sı üretim m ekanizm asını kökünden değiştirm iş, zengin liklerini kat kat artırm ış, tüketim düzeyini yükseltm iş, ya şam biçim ini allak bu llak etm iştir. M ilyonlarca insanı yok luğun, hastalıkların, cehaletin sultasından kurtarm ış, bir b enzetm e yapm ak istenirse kağnı çağından, sesten de h ız lı uçak dönem ine geçirm iştir. Am a acaba özgürlük, eşitlik, adalet böylesine hızlı bir kalkınm aya tanık olm uş m udur? Bu kavram lar çok ağır bir ilerlem e gösterm iş, aralıksız paranın ya da b ir sınıfın ayrıcalıklarına, peşin yargılara, grupların bencilliğine ve düşüncenin katılaşm asına toslam ıştır. Toplum un en kendi halinde diye bilinen sınıfları, ortaöğrenim yapm ak olanaklarına ve özel otom obile kavuşurken, bir zam anlar bunları ayrıcalık olarak bilen sınıf da, son derece gelişm iş bir uzm anlık öğrenim ine ve özel uçağa sahip olm aya baş lam aktadır. Refah ve güç, toplum da dev bir genel kalkın m aya neden olurken, aynı toplum u gerçekten özgür kılam am ıştır. Şim di yoksullar daha az yoksuldur, am a eşit sizlikler yine alabildiğine büyüktür. Bilgisizlikleri geri lem iştir, am a iktidar sahibi olm alarına yetecek insancıl b il giler edinem em işlerdir. D aha rahata kavuşm uşlardır, am a boş b ir lüksle donanm ışlardır. Seslerini belki y ükseltebil m ektedirler, am a kitle haberleşm e araçları ya da reklam cı lığın sesi kadar değil. Tek silahları, tıpkı yüzyılın başında olduğu gibi, yine oy pusulaları ve grevdir. O ysa ekono m ik ve siyasal iktidarı ellerinde tutanlar, bilim ve tekno lojinin bü tü n kaynaklarından yararlanarak kom uta ettik leri araçları geliştirm ek yolunu seçm işlerdir. Refah ve güç, dem okratik yaşam ın serpilip gelişm esine yarayabilirdi; bu nu n yerine bunalım lı çırpıntılar içinde bırakıverm iştir d em o krasiy i..."1
! Claude Julien, Demokrasilerin İntiharı (çev. M ehm et A. Kayabal), İstanbul, 1974, s. 351-353.
147
r K Ü LTÜ R EL YA ŞA M Batı A vrupa ülkelerinin son on yıllarda geçirdiği ikti sadi ve teknik değişikliklerden, belki siyasal yaşam dan çok daha fazla kültürel yaşam etkilenm iştir. Felsefe ve bilim Batı A vru pa'd a felsefi akım ların çağdaş tablosunu b ir kaç satırda çizm ek aslında pek kolay değil. G öze ilk çar pan noktalar şunlar oluyor: 19. yüzyılda esasları konan M arksist felsefenin, 20. yüz yıldaki gelişm elerle daha da zenginlik kazandığı bir gerçek. Bunun yanı sıra fenom enoloji ile v arolu şçu lu k (existen tialism e), dünyayı ve insanı yeni bir biçim de kavram ak için yapılan çabalan tem sil eden iki büyük felsefe akımı. Tem el de kapitalizm in çıkm azlarının doğurduğu "bunaltı"nın bel ki en çok üzerinde duran da varoluşçuluk oluyor. Personalizm in de üstünde özellikle durduğu konulardan biri bu. Bütün bu akım ların içinde Marksizm, egem en durumda olanı. Varoluşçuluğun en büyük temsilcilerinden olan JeanPaul Sartre, -so n büyük eserlerinden biri o lan - Diyalektik A k im Eleştirisi'nde bunu açıkça söylüyor: "Tarihte Descartes ile Locke'un dönemi olmuştur; Kant'm ve H egel'in dönemi ol muştur. Bu üç felsefenin üçü de, sırasıyla, bütün bir düşün ceyi besleyen tarla ve bütün bir kültürün ufku oluyor. Daha önce söyledim, şim di de tekrarlıyorum: İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu diyalektik m addeciliktir." "V e çünkü -y in e Sartre'a g ö re- gerçekliğin kendisi M arksisttir ve Marksizm, -h iç olmazsa çağımız için - aşılmaz durum dadır." Fizik, kim ya ve biyoloji gibi deneysel bilim lerdeki b ü yük gelişm elerin yanı sıra, Batı A vru pa'd a özellikle "insan bilim leri" (antropoloji, psikoloji, toplum bilim , iktisat ve siyaset bilim leri), son on yıllarda çok bü yü k gelişm eler kaydetm iştir ve etm ektedir. Edebiyat Batı A vrupa'nın çeşitli ülkelerinde edebiyatın artık k la sikleşm iş biçim lerine u yarak eser veren yazarların sayısı 148
bugün de hayli fazla. E d ebî biçim ler arasında, rom an, b u gün de başta gelen bir yer tutuyor; tiyatro ondan sonra, şi ir ise daha sonra geliyor. A m a bunların yanı sıra, konu ve biçim de bir yenileşm e yi deneyen çabalar da göze çarpm akta: Fransa'da, Alain R o b b e -G rille t'n in "yen i rom an" anlayışı bunlardan biri. Bunun gibi, Batı A vrupa'da "A m erikan rom anı"m n keşfi nin -b ira z geç de olm uş o ls a - etkileri bugün de sürüyor. Sinem anın anlatım gücünün ulaştığı boyutlarla, resim ve m üzikteki soyutlam anın genişlettiği ufuk karşısında, tiyatronun özü ve olanakları tartışm a konusu oluyor. Ionesco, yazdığı eserlerle tiyatroyu gerçekten bir sorun ha line getirm iştir. A m a tiyatronun gelişim inde, son zam an larda, en bü yü k yeniliklerden ve katkılardan birini büyük A lm an yazarı B ertolt B recht yaptı.2 İnsanlığın içinde yaşadığı büyük dönüşümü en iyi an layabilenlerden biri Bertolt Brecht (1898-1956) oldu. Ve çağım ızın getirdiği yeni öze uygun yeni sanatsal biçim le rin arkasına düştü. Brecht'in bütün sorulan, kendi özellikleriyle çağımıza yönelmiştir. Onun asıl özgünlüğü de buradadır. Ortaya attığı sorular ile onlara verdiği yanıtlar, hep insanlığı için de yaşadığı hoşnutsuzluktan kurtarmak gereksinmesin den doğar. Brecht, gerçek bir dram yazarıdır. En büyük amacı, kitleleri, piyeslerini görenleri, dinleyenleri değiştirmek
tir. İnsanlar tiyatrodan çıktıkları zaman, yalnızca sarsıl mış değil, değişmiş de olmalıdırlar: Uygulamada iyiye, bilinçli uyanışa, eyleme, ilerlemeye yönelm işlerdir. Çünkü estetik etkinin işlevi, sosyal, ahlaksal bir dönüşüm oluşturmaktır.
Güzel sanatlar G üzel sanatlardan resim , bu gü n -esk isin d en çok fa z la bir bollu k ve çeşitlilik gösteriyor. Ö yle olunca da, resim le ' Brecht konusunda özellikle bkz. Teoman Aktürel, "B ir H alk Filozofu: Bertolt B rech t", M illiyet Sanat Dergisi, Yeni dizi, sayı 21, s. 21-23.
149
ilgili akım ların bir tablosunu verm ek aslında hayli zor bir iş. Bununla beraber, Batı'da bugünkü resim , iki büyük akım arasında paylaşılm ıştır denebilir: Bunlardan biri, -b u g ü n de savsaklanam ayacak eserler v e re n - figüratif ya da gerçekçi geleneği tem sil eder; ötekisi de soyut resim akım ıdır. B atı'd a çağdaş resim deki devrim in sim gesi olarak da Picasso kabul edilm ektedir hâlâ. Batı'd a, çağdaş heykele iki eğilim egem en durum da: İçinde A uricosto, C outurier, G iacom etti'lerin bulunduğu ekspresyonist eğilim in yanında, soyutçu eğilim göze çar pıyor. Bu ikinci eğilim in içinde, ilk anda akla gelen bü yü k adlar Calder, Arp, H enry M oore, A. Pevsner... oluyor. Ç ağım ızda, güzel sanatlarda ağırlık "m im arlık "a doğ ru kaym aktadır. Ç ağdaş m im arlık, dünya çapında bir gelişim içindedir: Ç ağdaş m im arlıktaki katkıları belli bir ülkeye bağlam ak hayli güç. Bu konuda çeşitli düşünceler, Birleşik A m eri ka'd an gelip A vru pa'ya, giderek dünyaya yayılıyor: "O r ganik m im arlık" kavram ına bü yü k bir açıklık getiren A m erikalı W right'in etkisi bu bakım dan büyük olm uştur. M ies van der Rohe, W alter G rapius, A lvor A olto, M arcel Breuer, vb... B atı'd a çağdaş m im arlığın, giderek şehirciliğin kendisi ne çok şey borçlu olduğu bü yü k adlardan biri Fransız Le C orbusier'dir. Toplum ların tam bir büyüm e halinde ol duğu bir dünyada şehirciliğin görevlerini -b e lk i- en iyi belirten o oldu. Le Corbusier, kentte yalnız, insanca, daha konforlu yaşayabilm enin koşullarını değil, aynı zam anda k en t-d oğ a b ü tü n leşm esin in de y olların ı saptam ıştır. "B an liyö ler kaldırılm alı, doğa kentlerin içine getirilm eli d ir" ilkesi onundur. V e bu ilke, şehirciliğin "on su z olm az" ilkelerinden b iri dir bugün. M üzikteki gelişm eler B atı'd a çağdaş m üzikteki gelişm elerin içinde, başta önem le bir olay üstünde durm ak gerekir: M üzik, önceleri, 150
dar bir seçkinler çevresine hitap eden ve konser salonları na hapsolm uş bir durum da idi. Bugün ise, geniş kitlelere doğru yayılm aktadır. Plak sanayim deki gelişm eler, radyo ve televizyonun bolluğu, m üziği -h e m e n - her yere ve her kese götürm üştür. Ve eskisinden daha yetkin bir dinlem e tekniği yaratıl m ıştır. Bugün Batı'da, M artinen, Lesur, Land o w sky Terin tem sil ettiği "k la sik " akım ın karşısında, -d a h a şim diden kla sik örneklerini verm iş sa y ıla n - bir "y en i m ü zik " akım ı vardır: Schoenberg, Bartók, Stravinski, W ebern, Varese, M essiaen... çağdaş yeni m üziğin ünlü adlarıdır. Bunun gi bi, sibernetik m üzik, elektronik m üzik, som ut m üzik, Batı'da çağdaş m üzik içindeki yeni arayışlara birer örnek olarak gösterilebilir.3 D insel yaşam Batı A vrupa toplum larında dinsel yaşam da, içinde y a şanılan dönem in bunalım ını yansıtm aktadır. Ö nce, dinin etkisinin, sosyal planda, çeşitli nedenlerle hayli gerilem iş olduğu bir gerçektir. İnsanlar eskisinden daha az inanm akta ve dinin ayin ve törenlerine daha az katılm aktadır. Bütün bunlar, gerek Katolikliği, gerek Pro testanlığı -çeşitli y ö n lerd en - birtakım girişim lere, giderek yeniliklere götürm ekte. D A H A Ç O K BİLGİ Aragon, Çağım ızın Sanatı (çev. Bertan Onaran), İstanbul, 1966. Bertolt Brecht, H alkın E km eği (çev. A. Kadir - A. Bezirci), İstanbul, 1972. M. Ş. İpşiroğlu - S. Eyüboğlu, A vrupa R esm in de G erçek D uygu su, İstanbul, 1972.
Claude Julien, D em okrasilerin İntiharı (çev. Mehm et A. Kayabal), İstanbul, 1974. Ernest Mandel, A vrupa M eydan O kuyor (çev. T. Tayanç), ' Batı'da son m üzik gelişm eleri için bkz. Filiz Ali Laslo, "Yeniden Doğuş m u?", Gösteri, 1981, sayı 8, s. 46-47.
151
F
Ankara, 1974. A. Mishin, Teoride ve Pratikte Burjuva Demokrasisi (çev. E. Aköz), İstanbul, 1976. Herbert Read, Manet'den Picasso'ya 20 Çağdaş Ressam (haz. Adli Moran), İstanbul, 1966. Boris Suchkov, Gerçekçiliğin Tarihi (çev. Aziz Çalışlar), İstan bul, 1976.
OKUM A B R EC H T VE PİC A SSO ...Çağdaş yazarlardan pek azmin eserleri bu büyük Alman şairinin, bu dâhi dram yazarınmki kadar barış düşüncesiyle dolmuş, barışa hizm etin gerekliliğini belirtmiştir. Brecht, insan lık davasının, iyilik için, gelecek için, yaşam ak için savaşan ba sit insanın davasının eri olmuştur. İşin ilginç yanı, çağımızın en iyi hümanistlerinden birkaçı Prusyalı baronlarla barbar general lerin bu militarist Alm anya'sından, bu kültür düşmanı Hitler Alm anyası'ndan çıkmıştır: Heinrich ve Thomas Mann, Anna Seghers, Arnold Zweig, Bertolt Brecht. Şüphesiz, Alman halkı nın en derin gerçeğini onlar temsil ederler. Brecht, bize derin görüşler, büyülü düşünceler ve yüksek duygular ile atılgan bir biçim orijinalliğinden meydana gelmiş bir eser bıraktı. Sanıyorum ki, zamanımızın herhangi bir eserin den çok, Brecht'in eserinde, sanatın gelecekte ne olacağını şim diden görebiliriz: Sanat eserinin her türlü şematizmden ve dog macılıktan iyice arınması... Yeni bir hayat kurulur ve insanlığın yüzü değişirken, Brecht, çağımızın getirdiği yeni öze uygun ye ni sanatsal biçimlerin peşine düştü.
Halka adanan bir eserin, nasıl halkın silahı haline geldiği ni, bunun için kendisini sınırlamaya, formüllere, şemalara hap setmeye nasıl ihtiyaç olmadığını ve insanları silkelemek, etkile mek, dünyanın değişmesini var gücüyle desteklemek üzere ba yağılaşm anın nasıl gerekli olmadığını gösterdi... "Popüler" ile
"entelektüel"in birbirine karşıt alanlar olmadığını ispat etti. En yüksek düzeyde bir aydının dahi nasıl bir halk yazarı olabilece ğini öğretti. Öyleyken, hiçbir zaman sadelikle yalmkatlığı, halk la ayaktakımmı birbirine karıştırmadı. Bir zamanlar moda olan 152
şu tezi de kabul etmedi: Büyük yığınları etkilemek ve bu yığmlarca anlaşılmak için entelektüel düzeyi düşürmek, yeni biçim ler aramayı boşlam ak yahut duyguları ve gerçekliği sınırlandır mak gerekir. Brecht halkına karşı da, kendine karşı da namuslu, tam anlamıyla gerçekçi, eşsiz bir yazar örneği oldu. Brecht, insanın savaştığı ve yüceldiği her yerde hazır olacak tır... (Jorge Amado - Bertolt Brecht, H alkın Ekm eği, çev. A. Kadir - A. Bezirci, İstanbul, 1972 s. 5-6) Les Lettres Françaises dergisinin 25 Mart 1945 tarihli sayısında
Picasso'nun şu bildirisi yayımlanmıştı: "Bir sanatçı nedir dersiniz? Ressam sa yalnız gözleri, müzikçi ise yalnız kulakları, ozansa kalbinin her katında bir lir ve hat ta boksörse, yalnız adaleleri olan bir ahmak mı? Tersine aynı za manda siyasal bir kişidir sanatçı. Bütün varlığı ile tepki göster mesi gereken, acıklı, keskin, mutlu olayların karşısında her an bilinçli olması zorunlu bir kişidir sanatçı. Başkalarına karşı ilgi göstermeden yapabilir mi kişi... Kendisine bol bol canlılık geti renlerden kopabilir mi? Resim, odaları süslemek için yapılma
mıştır. Resim, düşmana karşı saldırıda ve savunmada kulla nılması gereken bir savaş silahıdır." Ve düşman, Picasso'nun birçok defalar belirttiği gibi, bencil liği ve çıkarı için başka insanları sömüren kişidir. (Herbert Read, M anet'den Picasso'ya 20 Çağdaş R essam ve Ö tekiler, hazırlayan: Adli Moran, İstanbul, 1966, s. 122)
H A LK IN EK M EĞ İ Bilin: H alkın ekm eğidir adalet. Bakarsınız bol olur bu ekm ek, bakarsınız kıt, bakarsınız doyum olm az tadına, bakarsınız berbat. Azaldı mı ekm ek, başlar açlık, bozuldu m u tadı, başlar hoşnu tsu zlu k boy atm aya. Bozuk adalet yeter artık! 153
r
A cem i ellerde yoğrulan, iyi pişirilm em iş adalet yeter! Yeter katıksız, kara kabuklu adalet! D ura dura bayatlayan adalet yeter! B olsa insanın önünde ekm ek, lezzetliyse, gözler öbür yiyeceklere yum ulsa da olur. A m a her şey bollaşm az ki birdenbire. Bilirsiniz, nasıl bolluk doğurur ekm ek: A daletin ekm eğiyle beslene beslene. Ekm ek her gün gerekliyse nasıl, adalet de gerekli her gün, hem o, günde birçok kez gerekli. Sabahtan akşam a dek, iş yerinde, eğlencede, hele çalışırken canla başla, kederliyken, sevinçliyken, halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekm eğe, günlük, has ekm eğine adaletin. M adem adaletin ekm eği bu kadar önem li, onu kim pişirm eli, dostlar, söyleyin? Ö teki ekm eği kim pişiren? A daletin ekm eğini de kendisi pişirm eli halkın, gündelik ekm ek gibi, Bol, pişkin, verim li. Bertolt Brecht (Çev. A. Kadir - A sım Bezirci) SO R U LA R 1. Batı Avrupa'da, son zam anlarda sosyal yaşamda ne gibi değişiklikler olmuştur ve olmaktadır? 2. Ne gibi iktisadi gelişmeler olmuştur ve olmaktadır? 3. Siyasal liberalizm nedir? "Çoğulculuk" deyince ne anlaşı lır? Batı demokrasisi, hedeflerine ulaşmış bir demokrasi midir? Değilse bunun temel nedenleri nelerdir? 154
4. Batı Avrupa'nın kültür yaşamında son yıllarda felsefe ve bilim bakım ından ne gibi gelişmeler olmuştur? Marksizmin bu yaşamdaki yeri nedir? 5. Edebiyatta, ne gibi gelişmeler olmuştur? Bertolt Brecht'in tiyatro ve Picasso'nun resim anlayışındaki özellikler nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.) 6. Güzel sanatlar ve müzikte ne gibi gelişmeler olmuştur? 7. Batı Avrupa'da bugünkü dinsel yaşam ne gibi özellikler taşır?
155
r
BÖLÜM VI ÇAĞDAŞ BATI UYGARLIĞI: (2) BİRLEŞİK AMERİKA Birleşik A m erika, iki yüz m ilyonu aşkın nüfusuyla -K a n a d a ile b e ra b er- A m erika kıtasında "B atı U ygarlı ğı "m n tem silcisidir. Batı A vrupa ile ortak noktaları var Birleşik A m eri ka'nın, iktisadi ve sosyal sistem olarak "k ap italizm i", si yasal rejim olarak da "B atı d em okrasisi"n i kabul etm esi, ilk akla gelenler. Bununla beraber, Birleşik A m erika'ya has birtakım özellikler var ki, onun Batı A vru p a'd an ayrı olarak incelenm esini gerektiriyor. BİR LEŞİK A M E R İK A 'N IN D O Ğ U ŞU Batı uygarlığım Batı A vru p a'd a kuranların ataları, yü z yıllardan b eri o topraklarda yaşam ışlardı. Birleşik A m eri k a'yı kuranlar ise, 16. yüzyıld an sonra -ö zellik le A vru p a 'd a n - A m erika'ya göç edenler oldu. A m erika'nın asıl yerli ahalisinin bu kuruluştaki payı, -b irk a ç kentin taşıdı ğı kızıl derili kelim enin d ışın d a - hiç denecek denli az. Bu göçün iki rolü olm uştur: - A vrupalı göçm enler A m erika'ya, ayrıldıkları ülkenin örf ve âdetlerini de getirdiler. - N e var ki, göçm enler A m erika'ya, A vru pa'd aki siya sal baskıdan ve iktisadi zorluklardan kaçarak geliyorlardı. Böylece, içlerinde A vru pa'ya karşı derin bir tepkiyi taşı yorlardı. A m erika onlar için bir "özg ü rlü k beld esi" idi. O rada h em özgürlük içinde yaşayabilir, hem de zenginleşebilirlerdi. Ç ok geçm eden, "A v ru p alılığa" karşı çıkan ve kendisini "A m erik alı" olarak duyan bir kuşak doğm aya başladı. Bugün A vrupalıdan birçok yönleri ile ayrılan A m erika lının atası işte bu kuşaktır. 157
A m erika'ya yalnız A vrupalı "b ey azlar" göç etm edi. Be yazların dışında -A sy a lı Çinli ve Japonlar bir y a n a - özel likle A frikalı "k ara in san lar" da geldiler, daha doğrusu getirildiler. Tarladan m adenlere değin çalışan, -d a h a doğ rusu kırbaç altında çalıştırılan lar- bu kara derili bahtsızlar oldu. Bugün de Birleşik A m erika'da nüfusun -y ak laşık o la ra k - % 10'unu onlar oluşturuyor. Kara insanların çoğu, beyazların yaşam biçim ini be nim sem iş olm akla beraber, her ikisi arasındaki ilişkiler -b u g ü n b ile - çeşitli güçlüklerle doludur; özellikle güneyli eyaletlerde, karalarla beyazlar arasında bir "ay ırm a" poli tikası uygulanır. G ünlük yaşayışın hem en her kesim inde böyledir bu: K aralar, ayrı m ahallelerde yaşar, ayrı okulla ra gider, ayrı kiliselerde dua eder, ayrı araçlarda seyahat ederler. Federal devletin, bu ayırm a politikasına karşı al dığı önlem ler, özellikle güney eyaletlerde, bugün bile çe tin güçlüklerle karşılaşm aktadır. 1861-1865 yıllarının İç Savaşı'nd a "k ö leliğ in " kaldırılm ası, "karaların sorunu"nu kökünden çözm eye yetm edi. Bu sorun, bugün de çeşitli görüşleri biçim lendirm ekte ve bu farklı görüşler re form cu " ya da "d ev rim ci" biçim ler altın d a - eylem lere yol açm aktadır. İK TİSA D İ VE SO SY A L YAŞAM Kapitalizm ve sosyal sınıflar Birleşik A m erika, özellikle I. D ünya Savaşı'ndan başla yarak, dünyanın "1 n u m aralı" ekonom ik gücü olarak or taya çıkar. Sosyalist ekonom ilerin de ağırlıklarını ortaya koydukları günüm üzün iktisadi dünyasında, "kap italist" ekonom iler içinde, -ö z ellik le "d o la r"m değerindeki sal lantı ve düşüşlere k a rşın - bugün de "lid er" durum unda olan odur. Birleşik A m erika, "k ap italist" bir ülkedir. Ne var ki, sistem , Batı A vru pa'd akinden çok daha fazla, iktisadi ve sosyal yaşam a -d e rin liğ in e - kök salm ıştır. Sendikalar bile, sistem in kendisini tartışm az. Sosyalist akım ise, Batı Av158
I
rııpa'dan farklı olarak, serpilip yayılm a olanağını hiçbir zam an bulam am ıştır. Başlarda "y arışm acı" bir nitelik taşıyan A m erikan ka pitalizm i, -kap italizm in çağım ızdaki gelişim ine u y arak "te k e lci" bir kapitalizm haline gelm iştir. "T ek elci" nitelik, Batı A vru pa'd aki kapitalizm den daha önce başlam ıştır: 1929 İktisadi Bu nalım ı'n dan sonra, federal yönetim in tröstlere karşı aldığı önlem lere karşın, sistem e bugün de yön veren, belli tekelci gruplardır: "G eneral M otors", "U . S. Steel", "G eneral Electric", "IT T ", A m erikan iktisadi ya şam ının dizginlerini ellerinden tutan büyük tekelci grup lar içinde ilk anda akla gelenler. Bu tekelci gruplar, Birleşik Amerika'da, yalnız iktisa di ve sosyal yaşama değil, siyasal yaşama da yön veriyor lar. Emperyalizmin özü gereği, azgelişmiş ülkelerdeki ge lişmelere -siyasal iktidar değişikliklerine varıncaya d ek uzanıyor bu yön veriş. İçerde, silah fabrikatörleriyle yük sek rütbeli askerlerin oluşturduğu -kendi de bir tür fa şizm o la n - "pentagonizm", azgelişmiş ülkelerdeki ba ğımsızlık isteklerine karşı oralara "ihraç" edilecek faşizmi belirliyor. Son Şili örneği, bunun ilginç bir örneğidir.
Birleşik A m erika'da, iktisadi iktidar çok küçük bir azınlığın elinde olm asına karşın, hayli geniş bir "orta sı n ıf" da var. Bunun yanı sıra, büyük bir "işçi sınıfı" görüyoruz: N ü fusun -h em en h e m en - üçte biri bu sınıfa giriyor. İşçilerin bü yü k bir kısm ı sendikalıdır. Sendikalar, ülkenin iktisadi, giderek siyasal yaşam ında büyük bir ağırlığı olan kuru luşlardır. Ne var ki, A m erikan sendikacılığı, kapitalist sis tem in tem elini tartışm a konusu yapm ayan bir sendikacı lık anlayışını tem sil eder. A m erikan sendikaları, grev ara cılığıyla, yalnız daha fazla ücret ve daha iyi çalışm a koşu l ları için m ücadele ederler. Yer yer "d ev rim ci" bir anlayışı tem sil eden Batı A vru pa sendikacılığından ayrılırlar bu bakım dan. Birleşik A m erika'da -g ü n e y bir y a n a - klasik köylü 159
züm resi yoktur. Kendi toprağında, önce kendi gereksin mesi için çeşitli şeyleri ekip biçen köylü yerine, tarım ke sim inin norm al tipi " farm er"dır: Farm er, tarım da m akineli faaliyet gösteren ve genellikle belli bir üretim dalında uz m anlaşm ış bir girişim cidir. Toprak aşkından çok daha fazla, "v erim lilik "tir onu düşündüren. '‘A m erikan yaşam biçim i" Am erikalı "o rta " insan tipi "b irey ci"d ir. Çünkü yaşam , karşısına bir yarış alanı gibi çıkarılır. O alanda m ücadele serttir ve herkesin şansı da kendinedir. Bu "o rta " insan ti pi, aynı zam anda, toplum un kurallarına daha çok bağlı dır; daha doğrusu, bağlı olm ak zorundadır. Başta tabi o l duğu eğitim sistem i ona bunu öğütler, bunu aşılar. Birleşik A m erika'da ilk ve orta eğitim ve öğretim , 18 yaşına değin sürer. Ç ocuğun eğitim i, cezalandırıcı nitelik ten -o la b ild iğ in ce - uzaktır. Ç ocuk ailede bir kral kadar serbesttir. İlköğretim , sonra da ortaöğretim de (high school), program lar az yüklüdür. Ö ğrenciler arasında ister iste m ez eşitliği bozacak olan "k o m p o zisy o n "a yer verilm ez. Okulun am acı bilgi verm ekten çok, kişisel görüşlerini -y ü zey sel de o ls a - form üllendirebilecek serbest yurttaşlar yetiştirm ektir. O kulda spora büyük yer verilir. Boşanm a bir ölçü olarak alındığında, A m erikan ailesi dayanıksız ailedir. Ö zellikle kentlerde boşanm alar hayli sıktır (% 17). Eski genişliğini yitirip bugünkü dar çerçeve sine geçen A m erikan ailesinin bir özelliği "ço k çocuklu" olm asıdır. Doğurganlık, 1940'lardan başlayarak hayli yük sek oranda gelişm ektedir (% 0,24). A m erikan ailesi, günlük yaşayışında "m ak in e"y e en çok yer veren bir ailedir. D ışa rıda "sü perm arket" denilen büyük m ağazalar, bu yaşayışı daha kolaylaştırır. A m erikalılar, "in ziv a"y ı çok az ararlar. Genel eğlence nin konusu, başta "ü n iversite fu tbolu "du r. Başka ülkeler deki büyük futbol kulüpleri yerine, dev statlarda karşıla şanlar çeşitli üniversite ekipleridir. Beyzbol, ulusal sporun l(.()
bir başka çeşididir. G olfe de büyük yer verilir. Bütün bunlar A m erikan toplum unun bir yüzüdür. İle ri, "u y g a r" A m erika'nın bir de "ö b ü r yüzü" var. Ne görüyoruz o yüzde? Birleşik A m erika'da, son istatistiklere göre, insanların cebinde ya da evinde serbestçe 50 milyon silah bulunm ak ta, yani her dört A m erikalıdan biri tabanca taşım akta; ül kede her yirm i dört dakikada bir cinayet işlenm ekte; her on saniyede bir ev soyulm akta ve her yedi saniyede bir kadının ırzına geçilm ektedir. M ilyonlarca A m erikalı, özellikle büyük kent sakinleri bu korkuyu yaşarlar her g ü n .1 Koca ülkeyi saran "cin a y e t h u m m ası"n d a, 19. yüzy ıl dan kalma uygulam aların sonucu silah alışverişinin ser best olm ası ve herkesin rahatlıkla silah taşım asının rolü büyük kuşkusuz. Toplum bilim ciler, ruhbilim ciler, yıllar dan beri bunu söylüyorlar ve silahların denetim altına alınm ası halinde, bu cinayet dalgasının büyük ölçüde di nebileceğim savunuyorlar. Büyük cinayetlerden sonra, konu hep gündem e gelir. Televizyonda ve öteki forum larda tartışılır; hatta bu konu da bir şeyler yapılm ası gereği üzerinde anlaşm aya da va rılır. Ancak, bütün bunlar unutulur kısa bir süre sonra ve düşünülen önlem lerin hiçbiri alınm az. Güç değildir bunun nedenini anlam ak. O dev silah sa nayinin VVashington'daki etkisi büyüktür. Kongre'deki "silah lobisi", şim diye dek, silah satışı üzerinde herhangi bir kısıtlam aya gidilm esini hep önlem iştir, önleyebilm iştir. A m erikan toplum unun zam an zam an başkanları hedef alan saldırılara değin yol açan bunalım ını, yalnızca silah bolluğuna bağlam am ak gerek kuşkusuz. Bütün bir toplu mu saran cinayet dalgası, ciddi toplum sal sorunların orta ya çıkardığı bir patlam adır. Başka bir deyişle, toplum sal ve ruhsal bir bunalım geçirm ektedir Birleşik A m erika. N ereden kaynaklanıyor bu bunalım ? Çok şey söylenm iştir bu konuda ve daha da söylene cektir. 1 Bu konuda şu ilginç yazıya bkz. Haluk Şahin, "Kentleri Bekleyen Kor ku", Cumhuriyet, 30 H aziran 1981.
161
w
Am a sorunun yanıtı, büyük ölçüde kapitalizm e, onun bunalım ına bağlı olm asın? SİY A SA L SİSTEM Birleşik A m erika, bugün dünyanın en yaşlı bir anaya sasıyla yönetilm ektedir. 1787 tarihli bu anayasa, A m eri ka'd a iktisadi ve sosyal gelişm elerin gerektirdiği çeşitli d eğişikliklere uğrayarak bugüne değin yaşayabilm iştir. A m erikan anayasası, başta iki temel ilke üzerine daya nır: federalizm ve dem okrasi. Federalizm Birleşik A m erika, 50 devletten oluşan bir federasyon dur. Böylece, her "fed ere" devletin örgütünden başka, onla rın üstünde bir "fed eral örgü t" vardır. D evlet yetkileri, bu iki çeşit otorite arasında paylaşıl m ıştır. Ulusal savunm a, dış politika, güm rük ve posta ile ilgili önem li konular federal devletin yetkisine bırakılm ış; m edeni hukuk, polis, sağlık ve eğitim gibi konular da fe dere devletlerin yetkisine giriyor. Ç ağdaş iktisadi ve sosyal zorunluluklar, federal devle tin otoritesini gitgide artırm aktadır. Federe devletler, h al kın seçtiği valilerin başkanlık ettiği yürütm e organlarıyla, m eclisleriyle ve yargı organlarıyla varlıklarını hâlâ sür dürm ektedir. D em okrasi A m erika'da rejim , "B atı d e m o k ra s is in in temel ilkele rine dayanır. H üküm et edenleri halk seçer; seçim ler, "gen el o y "a da yanır. Y urttaşların tem el hak ve özgürlükleri kabul edil m iş olup, hepsi kanun karşısında eşittirler. Gerçi, dem ok rasinin bu ayrıcalıklarından "kara derili insanlar" uzun süre yoksun tutulm uşlar; am a sonuçta, onlara da bu hak162
i
lar tanınm ıştır. Bunun gibi, kilise ile devlet ayrılığı ilkesi nin bir sonucu olarak, tüm m ezhepler arasında m utlak bir eşitlik vardır. Y asam a yetkisi, K ongre adı verilen -ik i m e clisli- bir parlam entoya bırakılm ıştır. Bu meclislerden biri (Senato), teker teker federe dev letleri temsil ediyor. Her devletin Senato'da ikişer temsil cisi oluyor. Öteki meclis (Temsilciler Meclisi), her devletin nüfu su oranında seçilen temsilcilerden oluşuyor. Bu meclis, federe devletleri değil, tüm federal halkı temsil ediyor. Kanunları ve bütçeyi Kongre yapıyor; Senato'nun ay rıca uluslararası antlaşmalar konusunda birtakım yetkile ri vardır.
Y ürütm e yetkisi, bir "B aşk an "a verilm iş. A m erikan si yasal sistem inin asıl özelliği de bu Başkan'ın durum unda ve yetkilerinde kendini gösteriyor. Başkan'ı, dört yıl için, -ik i dereceli bir seçimle ve genel o y la - halk seçiyor. Başkan'ın elinde çok geniş yetkiler bulunuyor: O rdu ların başkomutanlığından, iç ve dış politikanın yürütül mesine varıncaya dek yığınla yetki. Kongre'nin yaptığı kanunları "veto" etmek de, Başkan'ın önemli yetkilerin den biri. Başkan'ın, bir de Kongre'ye "m esaj" gönderme yetkisi var ki, Kongre ile ilişkilerini düzenleyen başlıca araçlardan biri o oluyor. Başkan, faaliyetini birtakım yardımcılarla yürütüyor. "Sekreter" adı verilen bu yardımcıları seçen de kendisi. Sekreterler, yalnız Başkan'a karşı sorumlular; parlamento karşısında sorumlulukları yoktur. Bunun gibi Başkan'ın kendisi de parlamento karşısında siyasal bakımdan so rumsuz.
B aşkan lık statü sün d eki bu özellikler, A m erikan h ü k ü m et biçim in i parlam en ter h ü k ü m et biçim in d en ayırıyor: A m erikan h ü k ü m et biçim i, "B atı d em o k rasisi"n in bir farklı u ygu lam ası olarak, "B aşk an lık rejim i" adıyla an ı lıyor. 163
A m erikan yargı örgütünün başı, Y üksek M ahkem e denen bir anayasa kurum udur. Ç eşitli yetkileri içinde, asıl önem lisi, adi m ahkem elerden gelen "kan u n ların anayasa ya ay kırılığı" savlarına bakm ak. Siyasal yaşam Birleşik A m erika'da siyasal yaşam birtakım özellikler taşıyor: - A m erikan siyasal yaşam ı, iki partili bir rejim e daya nır. Bu partilerden biri C um huriyetçi Parti, öteki D em ok rat Parti adını taşıyor: İktidar, bu iki parti arasında alınıp veriliyor. Seçim sistem i, bu ikisinin dışında bir üçüncü partinin desteklenm esi için seçm enlere cesaret verm iyor. - A m a daha önem li olanı, her iki partinin de ideolojik farklılıklar taşım am aları. D aha doğrusu, her iki parti "k a pitalist d ü zen"in sürdürülm esi konusunda anlaşm ış du rum da. A ralarındaki m ücadele, bu önem li noktanın dışın daki konularda oluyor. Birer öğreti partisi olmamakla beraber, iki partiden bi rini ya da ötekini destekleyen çevreler arasında yine de birtakım sosyal farklılıklar göze çarpar: Örneğin sendika lar, kuzeyli zenciler, daha çok Demokrat Parti'yi destek lerken; iş çevreleri, büyük çiftlik sahipleri de daha çok Cumhuriyetçi Parti'ye oy verirler. Bunun gibi, Demokrat ları destekleyenler daha çok büyük kentlerde bulunur ken; Cumhuriyetçi adaylar daha çok tarımsal bölgelerin desteğine güvenirler.
- A m erikan siyasal yaşam ının bir başka önem li özelli ği, kapitalizm in etkisinin -b u arada tah rib atın ın - daha gözle görülür biçim ler alm asıdır: Lobbying denen ve bir çeşit "kan u n ticareti" ile uğraşan kuruluşlarla, her dört yılda bir yinelenen B aşkanlık seçim leri, bu etki ve tahriba tın hangi boyutlara vardığını gösteren tipik örneklerdir. Amerikan siyasal yaşamında bugün bir adayın Baş kan seçilebilmesi için, her şeyden önce paraya gereksin 164
mesi vardır. Bu sistemde büyük iş çevreleri ile arası iyi olan aday, seçimlerde kam panyasını başarıyla yürütebil mekte, bu ilişkileri gereğince sağlam tutamayan aday ise büyük sıkıntılara düşmektedir. Para toplamak için kullanılan yöntemler pek değişiktir: Dans partileri, pahalı akşam yemekleri, poker partileri... Adaylara büyük mali yardım da bulunanlara çeşitli el çilikler dağıtıldığı ise bilinen bir gerçektir. Öte yandan, büyük şirketler de kendi çıkarlarına uygun adaya mali destekte bulunmaktadırlar. 400 milyon doların harcandı ğı 1972 Başkanlık seçimleri dolayısıyla, bir senatörün söy lediği şu sözler ne kadar ilginç: "Paranın böylesine güçlü oluşu, demokratik sistemi mizin en büyük ayıplarından biridir."2
D Ü ŞÜ N C E VE SA N A T Y A ŞA M I Kolej ve üniversiteler A ncak A m erika'da yükseköğretim 18 yaşında başlar. A ncak yükseköğretim in Birleşik A m erika'ya özgü bir özelliği vardır ki, A vru pa'd a rastlanm az: Ü niversitede belli bir dalda uzm anlık öğrenim ine başlam adan önce bir kolej aşam asından geçilir. Koleji bitirenlere, “graduates" (diplom alı) olarak bakılır ve “graduate school"d a çalışm ala rını sürdürürler. Bir A m erikan üniversitesi, genel olarak, bir "k o le j" ile bir "graduate school"d a n oluşur. Kolej ve üniversitelerin çoğu "özel"d ir. Ve çeşitli kaynaklardan gelen paralarla yaşarlar: Eski öğrencilerin bağışları, sanayi ve ticarette ün yapm ış (Ford, Rockefeller, C arnegie gibi) bü yü k para babalarının kurdu ğu fonlarla, asıl okuyacak öğrencilerin ödedikleri paralar, bu kaynakların başında gelir. Aslında belli bir refah düzeyine gelm iş ailelerin çocuk larını ayrıcalıklı durum a getiren bu sistem in zararları, doğrudan doğruya devletin k u rd u ğ a üniversiteler yoluy la -b ir p a rç a - giderilm ek istenir.
2 23 Ekim 1972 tarihli Time dergisi.
165
F
Edebiyat ve sanat Birleşik A m erika'd a bü yü k bir edebiyat ve sanat faali yeti vardır. Bir çağdaş Fransız romanından daha az kültürlü, ama da ha canlı ve daha insani olan Amerikan romanı, dünya edebi yatında sürekli büyük bir yer tutmuştur, M arx Twain ve Henry Jam es'lerden günümüze değin ulaşan büyük bir ya zarlar kafilesi içinde, I. Dünya Savaşı'ndan sonra gelen ve "kayıp kuşak" adı verilen yazarları -H em ingw ay, Faulkner, Caldwell ve Steinbeck- özellikle hatırlatm ak gerekir. Rom an, bir A m erikan buluşu olan "cep k itabı" biçim iy le, bü yü k okuyucu kitlelere yayılm ak fırsatını daha kolay bulabilm iştir. A m erikan edebiyatı, Edgar A llan Poe'dan başlayarak, Ezra Pou nd 'a değin şiirde bü yü k tem silciler yetiştirm iştir. Tiyatronun da, Eugene O 'N eill'den bir A rthur M iller'e değin soylu tem silcileri olm uştur. M üzik de en popüler sanatlardan biridir. A m erikan gençlerinin bü yü k bir bölüm ü, bir m üzik aleti kullanm ası nı bilir. O rkestralar hayli yaygındır. Copland, C hadw ick, G ershw in gibi bestecilerin tem silcisi oldukları senfonik m üziğin yanı sıra, zencilerin yarattıkları caz m üziğinin et kisi büyüktür. Bu etki, Birleşik A m erika'yla sınırlı olm ayıp dünya ça pındadır da... H ollyw ood'da m erkezleşen sinem a, aynı zam anda dev bir sanayi halindedir. "M ily o n er" yıldızların çevresinde "y ıld ız " olabilm ek için yığınla insanın verdiği -y e r yer d ra m a tik - bir m ücadeleye rastlanır. Film üretim inde b aş ta gelen A m erikan sinem ası -g e n e llik le - "orta düzey d e d ir . Bununla beraber "w estern'Terle, görkem li sahne lerin oluşturduğu film ler ve kom edi film leri içinde, sine m a tarihine geçenler olm uştur. A m erika'da, sinem anın etkisini, radyo ve özellikle tele vizyon tam am lar. G örsel sanatların başında m im arlık gelir. A m erika'nın m im arlığı "işlev sel"d ir. Ev kullanışlı ve konforlu olm alıdır, iş yaşam ı, bü yü k "gökdelen'Terde ge 166
çer. Bu gökdelenler içinde gerçekten güzel olanlar vardır. Anıtlar, -fa z la bir özgünlüğü o lm a y a n - grekorom en stilde yapılır genellikle. A m erikan resm inde, A vrupa etkisinden kurtulm ak ça balarına karşın, bu etki hâlâ egem endir. H eykelde de öyle. A vrupa sanatının resim ve heykelde ortaya koyduğu başeserlerin önde gelen alıcısı da Birleşik A m erika olm ak tadır. Bu arada, çok ileri bir m üzecilik görüyoruz. Basın Basın, Birleşik A m erika'da, A vrupa'da olduğundan çok daha önem li bir rol oynar. Y üksek düzeyde birkaç ga zetenin dışında kalanlar, yerel ve sporla ilgili haberlerle çarpıcı haberlere ayrılm ıştır. G azetelerin çoğu büyük iktisadi kuruluşlarındır. Ve böylece ister istem ez kapitalizm in düşünce ve çıkarlarını savunurlar. D İN SEL Y A ŞA M A m erikalılar, kendilerini dünyanın en dindar halkla rından biri olarak görürler. G erçekten de halkın % 60'ı dü zenli olarak kiliseye gitm ekte; % 98'i de T anrı'ya inand ığı nı söylem ektedir. Birleşik A m erika'da tüm kiliseler devletten bağım sız dır. E gem en din H ıristiyanlık, m ezhep de Protestanlıktır: 1954'te 57 m ilyon Protestana karşılık, 32 m ilyon Katolik ve 5 m ilyon da Y ahudi vardı. H em en hepsi Protestan olan zencilerin, özellikle gü neyde, kendilerinin olan kiliseleri vardır. D A H A Ç O K BİLGİ Türkkaya Ataöv, Amerikan Emperyalizminin Doğuşu, 2. Bası, Ankara, 1970. 167
IV Juan Bosch, Pentagonizm, (çev. B. Kuzucu), İstanbul, 1969. Carl Van Doren, Kısa Amerikan Edebiyatı Tarihi (çev. O. Azizoğlu), İstanbul, 1952. Claude Julien, Amerikan İmparatorluğu (çev. T. Saraç - A. Gülercan), Ankara, 1969. André Maurois, Amerika Birleşik Devletleri Tarihi (çev. F. Gökbudak), 2 cilt, İstanbul, 1945. Wright Mills, Dinle Yankee (çev. İ. Özgüden - D. Özgüden), İstanbul, 1969. Vladimir Pozner, Amerika Birleşmemiş Devletleri (çev. C. Süreya), İstanbul, 1967. Paul Sweezy - Paul Baran - Harry Magdoff, Çağdaş Kapitaliz min Bunalımı, Ankara, 1975. David Wise - Thomas B. Ross, Görünmeyen Hükümet CIA, (çev. A. Bilgi), 2. Bası, Ankara, 1976. OKUM A ED EB İYA T I H A LK IN M U TFA Ğ IN A SO K A N A D AM : JA C K LO N D O N XX. yüzyılın başlarında Amerikan edebiyatını altüst eden, yerleşmiş beğeni ve düşünce kalıplarını sarsarak kırıp atan bir "serseri" çıktı ortaya. Bu adı kendisine kendisi yakıştırmıştı. Fel sefi anlamda da savunuculuğunu yapıyordu bunun. Ortaokulu zar zor bitirmiş ama üniversite giriş sınavlarını beş hafta gibi kı sa bir çalışma sonucunda başarıyla vermişti. Onun gerçek okulu hayatın ta kendisiydi aslında. On altı yaşında, kıyı koruma örgü tünde bekçiyken beş azılı korsanın üstüne tek başına ve silahsız yürümüştü. Yirmi ikisinde Alaska'da altın arıyordu, bir yığın se rüvencinin arasında. Marx'i, Nietzsche'yi, Spencer'i kendi ken dine okumuştu. Rudyard Kipling'le Herman Melville'e hayran dı. Kırk-elli cilt kitap yazdı bu "serseri", on iki-on beş kadar ro man. Bir dolu da gazete, dergi yazıları, bilimsel ve gezi konula rında. İyi bir gazeteciydi. 1905'teki Rus-Japon savaşını bin bir en geli atlatarak, cephenin göbeğine girerek izlemiş, unutulmaz rö portajlar yazmıştı. Sınırsız bir özverisi vardı. Yılda kitaplarından ve yazılarından binlerce dolar kazanıyordu. Kazandıklarım eşi ne dostuna, akrabasına hesap tutmaksızm harcıyordu. Evindeki
168
içki masasında her akşam ortalama on beş-yirmi kişi bulunurdu. Gülümsemesi, iyi yürekliliği ve korkusuzluğu ünlüydü... Yete nekli bir profesörün yasadışı evlilikten doğma oğluydu. Tamdınız tabii, bu göz kamaştıran insan Jack London'dan başkası değildir. Kitaplardan değil, yaşamdan doğma bir sa natçıydı Jack London. Her şeyi yaşamdan öğrenmişti. Kitaplar daki yanlışlıkları yaşam deneyleriyle yüzleştirerek düzeltmişti. Sınırsız bir imge gücüne sahip olan, ama gerçeğin ve gerçekçi liğin aşkıyla yanan London, katıksız doğanın çocuğuydu. London'da, Anatole France'ın deyişiyle, "kalabalıklara gizli kalan şeyi sezmek, üstün bilgisiyle geleceği görüp, tasvir et mek yeteneği" vardır. Nitekim, bu yeteneğini, Demir Ökçe-The Iron Heel adlı imgesel romanıyla yetkin bir biçimde kanıtlamıştı. Demir Ökçe, dört yüz yıl sonra geleceğe bakan bir romandı. Adem'den Önee-Before Adam bunun tersidir. Bu romanda, Lon don, "insanın insan olma savaşını" anlatır. İlkel, vahşi ve şiirli bir dille... Bu iki romanın ortasında kalan Deniz Kurdu-7/u’ Sea W olf u hepiniz bilirsiniz. Çarpıtılmış bir dünyanın 20. yüzyıl başlarındaki patlamaya her an hazır durumunu bu romandan gizli motifler halinde sezmek mümkündür... Biyografik romanlar yazmakla ün kazanmış Irving Stone, London hakkında yazdığı Doludizgin Denizci adlı kitabında şöyle der: "Jack London, yoğun düşünce ve gerçek sanat gücü sayesin de, ancak devlerin yapabileceği işi başarmıştı." Bu kitabı oku yup da London'ın yaşamını yakından tanıyanlar, Irving Stone'un bu yargısında hiç de abartma olmadığını anlayacaklardır... Türk okuru London'ı daha çok Vahşetin Çağrısı-T/ie Cali of the Wild, Ateş Yakmak-To Build a Fire ve Yaşamak Hırsı- The Lo ve of Life gibi roman ve öykü kitaplarıyla tanır. Bunun, London gi bi çok boyutlu bir yazarın, yurdumuzda tek boyutuyla tanınmış olduğu anlamına geldiğini kestirmek zor değil. Yıllar yılı yurdu muzda, London'a, yalnız çocukları ve serüvenci ruhlu kimseleri eğlendiren, doğa ve vahşet öyküleri yazan biri nazarıyla bakıl mıştır. Bu kanı çok daha sonraları, yazarın Demir Ökçe, Yanan Gün-Burning Daylight ve Martin Eden gibi soylu yapıtlarının çevrilmesiyle yavaş yavaş değişmiş ve London, Türk okurları arasında layık olduğu ilgiyi bulabilmiştir... ...Amerikan romanını kurtarmış, Henry James'in salon ede biyatını "halkın mutfağına sokmayı" başarmıştı... 169
London, kendi eliyle çizdiği bir plana göre yaşamıştır. Kim bilir, belki de Anatole France'ın sözünü ettiği "sezgiciliği" ken di alınyazısı söz konusu olunca da geçerliydi... 1916 yılı Kasımı'nda bir gün, hiç kimseye bir şey söylemeden, arkasında bir mektup bile bırakmadan morfin sülfat tabletleri alarak intihar etti. Cesedini bir krematoryumda yakarak, küllerini çiftliğinde sevdiği bir tepeye gömdüler... (Ziihtü Bayar, "Edebiyatı Halkın Mutfağına Sokan Adam: Jack London", Yeni Ortanı, 13 Ağustos 1973) A N N A BEL LEE Senelerce senelerce evveldi Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz. Adı A nnabel Lee H içbir şey düşünm ezdi sevilm ekten Sevm ekten başka beni. O çocuk ben çocuk, m em leketim iz O deniz ülkesiydi Sevdalı değil, karasevdalıydık Ben ve A nnabel Lee G öklerde uçuşan m elekler bile K ıskanırdı bizi Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde Üşüdü rüzgârından bir bulutun G üzelim A nnabel Lee G ötürdüler el üstünde K oyup gittiler beni M ezarı ordadır şim di O deniz ülkesinde. Biz daha bahtiyardık m eleklerden O nlar kıskandı bizi Evet -Bu yüzden şahidim dir herkes ve o deniz ülkesiBir gece rüzgârından Ü şüdü gitti A nnabel Lee. 170
Sevdadan yana kim olursa olsun Yaşça başça ileri G eçem ezdi ki bizi Ne yedi kat gökteki m elekler N e deniz dibi cinleri H içbiri ayıram az beni senden G üzelim A nnabel Lee. A y gelip ışır, hayalin erişir G üzelim A nnabel Lee. Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar G üzelim A nnabel Lee. Orada gecelerim , uzanır beklerim Sevgilim , hayatım , gelinim O azgın sahildeki Y attığın yerde seni. Edgar A llan Poe (Çev. M. C. A nday) SO RU LA R 1. Birleşik Amerika'nın tarihsel kaynaklan nelerdir? 2. Birleşik Amerika'nın iktisadi ve sosyal tablosunun özellik leri nelerdir? "Amerikan yaşam biçimi" nasıldır? 3. Birleşik Amerika'nın siyasal sistemi hangi ilkelere dayan maktadır? Birleşik Amerika'da hükümet biçimi ile siyasal yaşa mın özellikleri nelerdir? Kapitalizmin, Amerikan siyasal yaşa mını etkilediği başlıca noktalar hangileridir? 4. Amerikan eğitim sistemi nasıldır? 5. Birleşik Amerika'da çağdaş edebiyat, sanat ve basın hak kında neler biliyorsunuz? Edgar Allan Poe ile Jack London'un Amerikan edebiyatındaki yerleri ile sanat anlayışları nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.) 6. Birleşik Amerika'da dinsel yaşam hangi özellikleri taşır?
171
n SOSYALİST DÜNYA
r
«
İçinde yaşadığım ız dünyada, "B atı d ü nyası"n m karşı sında "so sy alist dünya" yer alır. Batı dünyası, nasıl çeşitli kıtalara yayıldığı halde, birtakım "o rtak değerlere" sahip se, sosyalist dünyanın da, bugün, çeşitli kıtalara y ayılm a sına karşın, "ortak değerler"i vardır. Bu ortak değerler Batı'da, "B atı u ygarlığı"nı oluştururken, sosyalist dünyada da "so sy alist u ygarlığı" oluşturm aktadır. Sosyalist uygarlık da, Batı uygarlığı gibi, bir "ileri sana y i" uygarlığıdır. H er iki uygarlık arasındaki benzerlik -b e lk i- yalnızca bu noktadadır. Yoksa, bu "ileri sana y i n i n üzerine kurulu olduğu "iktisad i s is te n id e n başla m ak üzere, sosyal, siyasal, ideolojik ve kültürel değer ve kurum lar bakım ından, Batı dünyası ile sosyalist dünya arasında derin farklar vardır. Sosyalist dünya, 20. yüzyılda kurulm aya başlar. II. Dünya Savaşı'n a değin, bu dünya yalnız "S o v yetler B irli ğ in d e n ibaretti. II. D ünya Savaşı'yla, sosyalizm , Sovyet ler Birliği dışında, yalnız A vru pa'ya yayılm akla kalm az, -A s y a kıtası başta olm ak ü z e re - Latin A m erika'ya dek ya yılır. A vrupa'daki sosyalist rejim lere özel bir ad verilir: "H alk D em okrasileri". Yugoslavya, D em okratik A lm an ya, Ç ekoslovakya, Polonya, M acaristan, Bulgaristan, R o m anya ve A rnavutluk bu gruba girer. Sosyalist dünyanın A sya'da üç tem silcisi var; Çin H alk C um huriyeti başta ol m ak üzere, K uzey Kore ve K uzey V ietnam . Latin A m erika'da ise, sosyalist dünyaya girm iş tek ü l ke görüyoruz: K üba. C oğrafya planında böylesine bir yaygınlık gösteren sosyalist dünyayı, aşağıda iki ayrı paragraf halinde incele yeceğiz. Birinci paragrafta, "Sovy etler B irliği" ile "H alk d e m o k ra s ile rin i içine alan "So sy alist A vru p a"yı; ikinci paragrafta da "Ç in ve öteki sosyalist ü lkeleri" ele alacağız.
175
r
BÖLÜM I SOSYALİST AVRUPA'NIN DOĞUŞU Sosyalist Avrupa dünyasına giren bütün ülkelerin baş ta gelen ortak özelliği, hepsinin siyasal ve sosyal felsefele rinin tek bir kaynaktan çıkm ası: O felsefe "M arksizırT'dir. M arksizm , aynı zam anda "resm î" dünya görüşüdür bu ülkelerin. Tüm siyasal, sosyal, iktisadi ve kültürel kurum lar, bu dünya görüşünden esinlenir. Ne var ki, bugün M arksist dünya görüşünü kabul et miş olan bütün bu ülkeler, birbirinden farklı bir tarihi ya şam ışlardır. Sosyalizm i kurarken karşılaştıkları sorunla rın birbirinden farklılığı da, bir yerde, vaktiyle yaşadıkla rı tarihin birbirinden farklı çizgilerinde bulunm akta. M ARKSİZM M arksizm Batı'da, 19. yüzyılda, belli iktisadi ve sosyal koşulların ortaya çıkardığı yeni bir dünya görüşüdür. N e dir o iktisadi ve sosyal koşullar? Ve nasıl bir dünya görü şüdür M arksizm ? M arksiznıi doğuran koşullar M arksizm Batı'da, "Sanayi D evrim i"nin yarattığı or tam da doğdu. G erçekten, 18. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere'de, buhar gücüyle işleyen m akinelerin geliştirilm esi, bunların başta dokum a tezgâhları olm ak üzere çeşitli im alat kolla rına ve m adenciliğe uygulanm ası, fabrikalar yoluyla türlü dallardaki üretim in o zam ana değin görülm em iş ölçüde artm ası gibi -ta rih te benzeri o lm ay an - bir olay görülür. G enellikle "San ayi D evrim i" diye adlandırılan bu oluşum , 19. yüzyılın başlarından başlayarak, Batı A vrupa'yı da sa 177
r rar. Ve gerçekten "d ev rim " adımı yaraşır bir oluşum dur bu: Sanayinin baş döndürücü bir hızla büyüm esi, toplum yapısını kökünden sarsm ıştır. O zam ana değin tarım la u ğ raşan insanlar köylerini bırakıp kentlere koşm akta, daha önce adları bile duyulm am ış yerlerde yeni sanayi m erkez leri doğm akta ve ü lkelerin nüfuslarında hızlı artışlar ol m aktadır. Sanayi Devrim i, Batı A vrupa'ya iktisadi ve sos yal planda bir "h arek etlilik " getirm ekle kalm ıyor, aynı za m anda bir sefalet tablosu da çıkarıyor ortaya: Büyük işçi kitleleri, çok düşük ücretlerle, en kötü koşullar içinde ça lıştırılm aktadır. Gerçi, bundan elde edilen bü yü k kârlar, serm aye birikim ine ve yeni yatırım lara yol açtığı için Sa nayi Devrim i daha da hızlanm aktadır. Ne var ki, bü yü k yığınların sefaleti pahasına olm akta dır bu. Sanayi D evrim i'n in doğduğu yıllarda, "gen el o y "u n henüz tanınm am ış olm ası, sayıları çığ gibi büyüyen işçi kitlelerin yakınm alarını parlam entolara tam anlam ıyla yansıtm alarına olanak verm iyor. Ü stelik, o yılların yaygın ve gözde iktisadi görüşü olan liberalizm , devletin sosyal sorunlarına karışm asını istem em ekte, tam bir özgürlük, tam bir yarışm ayı savunm aktır. Sanayi D evrim i'nin ortaya çıkardığı sefalet tablosunu d eğiştirm ek üzere, sözde birtakım "in san i" önlem lere b aş vurulur. Ç alışm a yaşam ını düzenlem ek için bazı kanunlar çıkarılm aya başlanır. Bütün bu önlem ve kanunlara karşın çocuk ve kadın em eğinin m adenlerde ve ağır sanayide sö m ürülm esi, işçi yığınlarının ezilircesine çalıştırılm ası da ha uzun yıllar sürecektir. İşte, M arksizm Batı A vrupa'd a, 19. yüzyılın ortaların da, böyle bir ortam da doğar. M arksizm in tem elleri M arksizm in kurucuları iki Alm an düşünürdür: Kari M arx (1818-1883) ile Friedrich Engels (1820-1895). Batı A vru pa'd a Sanayi D evrim i'nin doğurduğu iktisa di ve sosyal sonuçların nedenleri ile kaçınılm az gelişm ele rini araştıran bu iki düşünür, bu araştırm alarından, so 178
nunda yepyeni bir dünya görüşü ortaya çıkarırlar. Bu ye ni dünya görüşü, artık yalnız Sanayi D evrim i ile ilgili so runların değil, tüm doğa, toplum ve insanla ilgili her so runun karşılığını veren eksiksiz bir görüştür. M arx ve E n g els'in ortaya koydukları yeni dünya görü şüne diyalektik m addecilik adı verilir. Ve genellikle M arksizm diye anılır. M arksizm m addeci, diyalektik ve hüm anist bir dünya görüşüdür. a) D iyalektik m addecilik M arksizm , her şeyden önce, m addeci (m ateryalist) bir tem ele dayanır. N edir m addecilik? Ve nasıl bir m addeciliktir M arksizm in m addeciliği? M addecilik, evrendeki tek özün "m ad d e" olduğunu ve bütün varlıkların m addeden türediğini ileri süren bir dün ya görüşü. Bu genel anlam da m addecilik, her türlü ger çekliğin tek özünün "d ü şü n ce" (idea) olduğunu ileri sü ren "d ü şü n cecilik "in (idealizm ) zıddı oluyor. Bir de, yaşamın temel değerlerinin beden ve zihin ra hatlığı, servet ve hazdan başka bir şey olmadığını ileri sü ren bir anlayış var. "Maddeci bir insan" ya da "maddeye tapan" deyimlerinde görüldüğü gibi çoğu zaman yerici ve kötüleyici bir anlama bürünen bu anlamdaki maddeci liği, felsefi anlamdaki maddecilikle asla karıştırmamak. Ama karıştırılır ve çoğu kasıtlı olarak yapılır bu! Marksizmin maddeciliği, işte bu felsefi anlamda mad deciliktir. M addecilik, felsefe tarihinde, 19. yüzyıla gelinceye dek, "m ek an ist" bir yorum a tabi tutulur: M adde bizim dışı m ızda, bizim düşüncem izden bağım sız ve ezeli olarak var olan bir şeydir; am a ancak dış etkilerle değişen hareketsiz bir nesnedir. M arksizm in m addeciliği böyle değildir: M arksizm e gö re m adde, bizim dışım ızda, bizim düşüncem izden bağım 179
sız ve ezeli olarak vardır; ama sürekli bir hareket, bir de vinm e içindedir de. H areket, m addenin bir var olm a biçi m idir; hiçbir yerde, hiçbir zam an hareketsiz bir m addeye rastlanm am ıştır. Bu hareket, gerek uzayda, gerek m olekül lerin titreşim i olarak ısıda ya da çekim akım larında; çö züm lem e ve bileşim olarak kim yada, canlı yaratıklarda sü rekli olarak vardır. M addesiz hareketi kavrayam ayacağı m ız gibi, hareketsiz m adde diye bir şey de düşünem eyiz. K arşıt akım ların, güçlerin çarpıştığı bir alandır m adde. Bu çarpışm a sonunda karşıtlar yeni bir bireşim e varırlar. İşte "d iy alek tik" diye de, bu harekete, bu çarpışm aya ve karşıt ların bireşim ine varm alarının incelenm esine denir. D iyalektik, eski Y unanca'da "tartışm a sanatı" anlam ı na gelen "d ialek tik e" sözünden geliyor. "K arşıt tezler" ile ri sürerek bir tartışm a sanatıdır diyalektik. Bu anlam ıyla, diyalektiğin unutulm az örneklerini E flatun'u n diyalogla rında görüyoruz. M odern çağda, diyalektik H egel'le beraber, yalın bir tartışm a ve karşıtlar yoluyla sonuca varm a sanatı olm ak tan çıkar, "k u rallar" ı olan b ir "d ü şü n m e yön tem i" haline gelir. Ç ağdaş düşüncenin yaratıcı yöntem lerinden biri olarak üstelik.
; î Î
Hegel'e göre, doğada ve tarihte bütün oluşum, "idea''ya, "yaratıcı bir idea"ya dayanıyordu. Ama bu /'idea"nın yaratıcılığı, "idea"run doğurduğu "çeşitleme"lerde saklıdır: "Tez" adı verilen bir başlangıç, zamanla, kendi içinden çıkan -ama kendisinden farklı olan- "anti tez"! yaratmakta, her ikisinin çelişmesinden de bir "sentez" ortaya çıkmaktadır. Sentez, daha öncekilerin her ikisini de içine alır; ama hiçbiriyle aynı değildir ve onları aşmakta, öteye geçmektedir. Başka bir deyişle, değişen, "kendi çatış masını kendi içinde taşıdığı için" değişmektedir. H egel, her şeyin hareket halinde ve değişm ekte oldu ğunu, oluşlar arasında ü stelik sürekli bir bağlantı bu lu n duğunu ortaya koyarak diyalektik yöntem i geliştirm işti am a, bütün bu "d iy alek tik o lu şu m "u n tem elini "som u t 180
'
g erçeğe" değil, bir çeşit "d üşün celeştirilm iş T a n r iy a ya da "T an rılaşm ış dü şü nce"ye, kendi deyim iyle "id ea "y a dayandırm aktaydı. H egel, felsefesin i "id e a "y a d ayand ırd ığı için, felsefi anlam ıyla "id e a list", yani "d ü şü n ceci" bir filozoftu. A n cak "d iy a le k tik " dü şü nen bir filozof. Ve H eg el'le b era ber, dü şü nceci felsefe, B atı'd a en görkem li bireşim in e ulaşm ıştır. M arx ve Engels, nasıl m addeciliğin "m ek an ist" yoru m u yerine ona "b ilim sel" b ir içerik kazandırm ışlarsa, Hegel'in "so y u t" diyalektiğini de "so m u t" olaylar dünyasına uyguladılar. O nlara göre, oluşum , giderek tarihsel gerçek lik "d iy alek tik "tir. Am a dış gerçeklikteki bu diyalektik ge lişm e, öyle H eg el'in sandığı gibi düşüncenin dışavurm ası değildi. Tam tersidir: M adde, düşüncenin, in san akim ın büsbütün dışındadır. Tezli, antitezli ve sentezli gelişim , yani diyalektik gelişim , aslında m addenin kendisinde olur; düşüncenin diyalektiği ise, m adde planındaki diya lektiğin b ir yankısıdır. M arx, "H eg el'in sistem i baş aşağı duruyordu; ben onu ayaklan üzerine kald ırd ım " derken işte bunu belirtm ek ister. M arx ve En gels'i böylesine bir diyalektik anlayışa götü ren, kendi kişisel beğenileri değildi. B atı'd a 19. yüzyılın ortalarına değin süren dönem de, doğa bilim lerindeki b ü yük ilerlem eler diyalektiği doğruladığı gibi, onun "n es n el" bir tem ele dayandığını da tanıtlıyordu. Fizik ve kim yadaki buluşlar, hele D arw in 'in görüşleri, bu konuda bü yük rol oynam ışlardır. M arx ve Engels, m addeci diyalektik yöntem i tarihe ve toplum a uyguladıklarında, ortaya -d a h a önce yapılanlar d a n - çok daha doğru, çok daha anlam lı bir tablo çıkacaktır. b) Tarihsel m addecilik M arx ve Engels, "m ad d eci diyalektik" yöntem i, tarihin ve toplum un çözüm lenm esinde de kullanırlar. Bundan, tarihsel ve sosyal birtakım sonuçlara varırlar. Bu açıklam alarının tüm üne "tarihsel m ad d ecilik " adı verilir. 181
1 Ö nce nedir toplum ? "T o p lu m " deyince, M arx ve E n gels'e göre, aslında yal nız insanlara ve insanlar arasındaki ilişkilere rastlarız. Bir toplum daki insanlar gibi, insanlar arasındaki ilişkiler de "som u t"tu r. M arx ve Engels, toplum ları insanlar arasındaki som ut ilişkiler açısından incelerken, bu ilişkilerin tem elinde ya tan etken olarak "in san ın doğa ile m ü cad elesi"n i görüyor lar: İnsanlar, yaşam ak ve -b u n u n da ötesind e-h ay van lardan farklı olarak, "d oğ ay ı aşabilm ek" için her şeyden ön ce çalışıp üretm ek zorundadırlar. İnsanlar, üretim faaliye tinde bulunurken de, birtakım üretim araçları kullanır ve üretim deki çalışm alarını örgütlerler. D em ek ki, bir toplu m un ana ilişkileri doğa ile olan ilişkileridir. Bu ilişkiler ise, doğrudan doğruya üretim e dayandığına göre, bir toplu mu tanıyabilm ek için, her şeyden önce, o toplum daki "ü retim ilişkileri"ni incelem ek gerekir. N eler girer üretim ilişkilerinin içine? Üretim ilişkilerinin içine, doğal kaynaklar (toprağın ve rim i, iklim , vb.), ü retim i sağlayacak araçlar ve dolayısıyla bunların kullanılm ası, yani üretim tekniği, bir de üretim in düzene sokulm ası, yani işbölüm ü girer. M arx ve Engels, bunlara da "ü retici g ü çler" diyorlar. Bu güçlerin her biri zam an içinde -k u ş k u s u z - aynı k al m az, değişirler; yeni kaynaklar bulunur, araçlar geliştiri lir, işbölüm ü yeniden düzenlenir. İnsanların belli bir top lum içindeki varlığını, bilincini etkileyen ve özel m ülkiyet kavram ını, fertlerin ya da grupların toplum içindeki gö revler bakım ından farklılaşm asını, dolayısıyla "sın ıflar"ı yaratanlar da bunlardır. Üretici güçlerle üretim ilişkileri bir toplum daki "ü re tim biçim i"ni m eydana getirirler. M arx ve E n gels'e göre, üretim biçim i her toplum un "altyap ı"sım oluşturur. Toplum ların yüzeyde görülen "üstyapı'Tarını, yani siyasal ve hukuksal rejim kurum larını, felsefe, din, ahlak, sanat ve edebiyatını, başka b ir deyişle "k ü ltü r"ü n ü yaratan hep "alty ap ı"d ır. Bu "a lty ap ı"n m yansım ası bakım ından en çok önem taşıyan da "m ü lk iyet ilişk ileri" ve özellikle toprak, araç, m akine ve daha geniş anlam ıyla serm aye gi 182
bi “üretim araçlarının s a h ip liğ id ir. Toplum larm " a lt y a p is ı da " ü s ty a p is ı da aynı kalm az, değişirler. İlk bakışta, “ü s ty a p id a k i değişiklikler, hep b i reylerin eseriym iş gibi görünür. N e var ki bireyler, kendi çağlarının üretim biçim inden bağım sız olarak hareket edebilm iş değildirler; tarih, aslında, üretici güçlerdeki ge lişm enin üretim biçim inde yarattığı değişiklikleri yansıt m aktadır: İnsanlık tarihinde, ilkel ve daha sonraki ataerkil üretim biçim lerini bü yü k çapta el em eğinin kullanıldığı köleliğe çeviren, toprağa bağlı serilerin çalıştırılm asına dayandırılm ış feodal düzeni yaratan ve daha sonra kapi talist düzeni doğuran, aslında hep bu üretici güçlerdeki gelişm eler olm uştur. Üretim biçim inin böylece değişm esi, er-geç üstyapıyı da değiştirir. A ncak, toplum larm oluşum unda ekonom ik etken, "en güçlü, en tem el ve en ağır basan etk en"d ir. Bir toplum da "ü sty a p ı", " a lty a p id a k i değişikliklerin bir sonucudur am a, "ü sty ap ı" ku ru m lan da " a lt y a p iy ı etkilem ekten, daha doğrusu etkilem eye çalışm aktan geri kalm az. En gels, işin kolayına kaçan birtakım şem acı genellem eleri önlem ek için bu noktayı açıkça belirtir. Egemen sınıfların "ideolojik" faaliyeti, "üstyapı" etki lemesinin tipik örneklerinden biridir: Üretim araçlarını ellerinde bulundurdukları için "egemen sınıf" durumuna gelmiş olanlar, kurulu düzenin ideolojisini kullanarak -örneğin dine başvurarak ya da sınıf çatışması gerçeğini yadsıyarak ya da yozlaştırarak- tarihsel gelişimi gözler den kaçırmaya ve artık "aşikâr" duruma gelmiş çözümler yerine sahte çözümler ileri sürmeye çalışırlar. Toplum düzenindeki gelişm elerin yaratıcı kaynağı ne dir? M arx ve E n gels'e göre, bu " s ın ıf ç e liş m e le r id ir . Başka b ir deyişle, üretim araçlarına sahip olan sınıflarla sahip ol m ayan sınıflar arasındaki çatışm adır. G erçekten, M arksizm e göre, sınıf ayrım larını ortadan kaldırm am ış olan her toplum düzeni kendi içindeki çelişm eler sonucunda başka 183
1 bir toplum düzeni doğurm aktadır. Marx ve Engels, ilk çağdaki kölelik düzeninden feodaliteye, feodaliteden de burjuvazinin kapitalist düzenine geçişi, o düzenlerden her birinin kendi içlerindeki sınıf çelişm eleriyle açıklam akta dırlar. K apitalist düzendeki çelişm e hangi sınıflar arasınd a dır? M arx ve Engels'e göre, bu çelişm e b u rju v azi ile p ro le tarya, yani işçi sınıfı arasındadır. Ü retim araçlarına sahip bulunan, dolayısıyla üstün ve "eg em en " durum da olan burjuvazi, proletaryayı "artı d eğ er" yoluyla söm ürm ekte dir. G erçekten, kapitalist düzen içinde işçiler, günlük ge çim lerini sağlam ak için, bedenlerinin gücünü, yani em ek lerini satışa çıkarm aktadırlar. Başka bir yol da yoktur on lar için. Ne var ki, proletarya, em eğinin tam karşılığını da alam am aktadır; daha doğrusu insanca yaşam ası için ge rekli olandan fazla çalıştırılm akta ve aradaki fark da "artıd eğer" olarak serm ayeye eklenm ekte, bir başka deyişle, kapitalistin cebine girm ektedir. Böylece, proletarya ile burjuvazi, aynı üretim ilişkisi içinde birbirine "k arşıt" sı nıflar durum undadırlar. Bu karşıtlık, bir yerde "ku tu p laşm ıştır" da... M arx ve Engels'e göre, kapitalizm in gelişm esi içinde, Sanayi D evrim i ile ortaya çıkan burjuvazi-proletarya ça tışm ası, insanlık tarihinde son sınıf çatışm asıdır. Ve prole taryanın burjuvaziyi devirip toplum u "sın ıfsız" hale getir m esiyle yalnız burjuvazi-proletarya çatışm ası değil, bütün tarihi kaplam ış olan sınıf çatışm aları dönem i de sona ere cektir. Burjuvazinin yıkılm ası kaçınılm azdır, m utlaka ola caktır bu. Çünkü, burjuvazi gitgide zenginleşm ekte ve hep yoksullaşan, durm adan da büyüyen proletarya ile ça tışm aktadır; bu çatışm anın ortaya çıkardığı gerilim yıldan yıla artm aktadır. Ç oğalan ve güçlenen proletarya nasıl ol sa bir gün burjuvaziye üstün gelecektir. K endiliğinden m i olacaktır bu? H ayır, zora başvurarak, yani "ih tilal" yoluyla! Ama niçin bu yolla? Tarihsel gelişim in belli bir dönem inde iktidara geçen ve onu elden bırakm am ak için örgütlenen, toplum da kilit 184
noktalan ele geçiren bir burjuva sınıfından, ayrıcalıklarını kendiliğinden bırakm asını istem ek, boş bir hayal arkasın dan koşm ak olur. O yüzdendir ki, işçi sınıfı zora başvu r m adan iktidara geçem ez. Bununla beraber, Marx ve Engels, zora başvurmanın burjuvazinin tutumuna bağlı olduğunu da belirtmişler dir: Burjuva sınıfı anlayış gösterirse, kaçınılmaz bir olu şum adına, insanlığın iyiliği adına gelişmeyi engellemek istemezse, iktidar değişimi parlamento yoluyla da ger çekleşebilir. Ancak, -bu yolla da olsa- iktidara gelen işçi sınıfı -ister istemez- burjuva sınıfının ayrıcalıklarını elin den alacaktır. Proletaryanın, aslında kendi lehine olan tarihsel gelişi mi sezm esi, onun kurallarını kavram ası ve kendi rolünün bilincine varm ası, karşısındaki sınıfın, burjuvazinin kaçı nılm az olan yıkılışını çabuklaştıracaktır. Proletaryanın iktidarı bu rju vazin in elinden alm asın dan hem en sonra "k o m ü n ist" bir toplum kurabilm esi olanaksızdır. Ç ünkü, bir toplum un "ko m ü n istleşm esi" kolay erişilebilen bir aşam a değildir. Böyle bir aşam aya varabilm enin zorunlu u ğrak noktaları -M ark sizm e g ö re şunlardır: - İşçi sınıfı iktidara geçince, önce bir "p roletarya dikta törlüğü " kurulacaktır. Buradaki "d ik tatö rlü k ", devlet yönetim inin yalnız pro letarya elinde bulunm ası ve burjuvazinin "egem en sınıf" olm aktan çıkarılıp proletaryanın egem enliği altına alın m ası anlam ında kullanılm aktadır. Burjuvazinin egem en sınıf olm aktan çıkarılm ası için başvurulacak ilk önlem de, "üretim araçlarını toplum a aktarm ak"tır. - İkinci aşam a "so sy alist" aşam adır. Burjuva sınıfı tasfiye edilm iş, fakat iktisadi bolluğa he nüz ulaşılm am ıştır. Toplum da üretim ve tüketim in "h e r kesten kendi gücüne, herkese kendi em eğine göre" ayar landığı bir aşam adır bu. - Son olarak "k o m ü n ist" toplum aşam asına varılacak tır. 185
Bu aşam ada, toplum , iktisadi bakım dan tam bir bolluğa ulaşacağı için, herkes "gereksinm esine göre" tüketebilecektir. Vaktiyle, burjuvazinin "söm ü rü örgütü ve baskısı" dem ek olan "d ev let" de -p roletaryan ın elinde eski toplum düzenini değiştirm e gücü olarak kullanıldıktan so n ra - or tadan kalkacaktır. Bu aşam ada, "hüküm et, insanların yö netim ini bırakıp, üretim in yönetim ini üzerine alır." Engels, öyle diyordu. c) H üm anist m addecilik M arksizm in öngördüğü "kom ü n ist toplu m "da, insan "y ab an cılaşm a"d an da kurtulacaktır. N edir yabancılaşm a? Ve nasıl kurtulacaktır insan bu yabancılaşm adan? Sınıflı toplum lar, özellikle kapitalist burjuva düzeni, insanın kendi kendisinden kopm asına, asıl bilincinden, asıl sorunlarından u zaklaşm asına yol açm akta, onu başkalaştırm akta, evrenin yüce varlığı olm aktan çıkarıp "in san lığından uzaklaştırm aktadır." Ö rneğin, çalışan bir işçi tut sak olm uş, alabildiğine söm ürülm ektedir; insanın doğaya karşı m ücadelesinin bir ürünü olan zenginlik, serm aye, özel m ülkiyet yoluyla belli bir sınıfın eline geçm iş, çalışan ları baskı altında tutm aya yaram aktadır ve çalışanların em eği dem ek olan para, bu em ekten ayrı tutularak çalı şanların efendisi durum una gelm iştir. İnsanın kendi yarattığı şeylerden kopm ası, bunları ken di dışında birer soyut varlık, üstün birer güç gibi görm esi, onların karşısında kendi kişiliğinden, insanlığından olm a sı, bunların boyunduruğu altına girm esi M arx'in dilinde yabancılaşm a (aliénation) kelim esiyle dile getiriliyor. Bütün yabancılaşm aların tem elinde iktisadi yabancı laşm a vardır. D inler, daha genel bir deyim le, egem en sı nıfların "id eo lo ji"si, aslında bu yabancılaşm aya hizm et et m ektedir. Sınıflı bir toplum olarak, kapitalist burjuva düzeninde hüküm süren yabancılaşm anın ortadan kaldırılm ası ancak devrim le m üm kündür. Bu devrim i gerçekleştirm ek görevi de işçi sınıfına düşm ektedir. İşçi sınıfının kuracağı kom ü 186
nist toplum da, bireyin, özellikle sınıflı toplum larda görülen kısıtlı, kusurlu, eksik ve sakat yaşam ının yerini; tam geliş miş, toplum yaşam ına egem en ve özgür insan yaşam ı ala caktır. M arksist düşüncede bu durum a, "bütünsel insana" varm ak denir. M arx, gençlik eserlerinde, tarihsel gelişm e nin am acını, "bütünsel insana" ulaşm ak olarak görüyordu. Y abancılaşm a kavram ı, M arksist düşüncenin bir hü m anizm (insancılık) olm asını sağlayan kavram dır. Bu kavram köklerini, ekonom inin ve tarihin saptanm asından alarak "a h lak i" bir görüşe yönelir, insan yaşam ının yetkin ve m utlu bir hale gelişinin "k o şu lların ı" ve bu koşullara ulaşm ak için yapılm ası gereken "ey lem i" açıklar. D A H A Ç O K BİLG İ Max Beer, Karl Marx (çev. Şerif Hulusi - Muvaffak Şeref), İstanbul, 1968. Emile Burns, Marksizmin Temel Kitabı (çev. M. Dikmen), İstanbul, 1978. Fedoseyev ve arkadaşları, Karl Marx -Biyografi (çev. E. Kürk çü), İstanbul, 1976. Roger Garaudy, Karl Marx'in Fikir Dünyası (çev. A. Cemgil), İstanbul, 1969. Henri Lefebvre, Karl Marx, Hayatı ve Eserleri (çev. M. Reşat Baraner), 2 cilt, Ankara, 1968. Henri Lefebvre, M arx’in Sosyolojisi (çev. S. Hilav), 2. Bası, İstanbul, 1976. V. İ. Lenin, Karl Marx ve Doktrini (çev. Şiar Yalçın), 2. Bası, Ankara, 1980. OKUM A M A R X 'IN ELEŞT İR İSİ Marx'a karşı çıkmaya çalışan bütün bu "mızmız felsefeler" (Max Sheler, Ernest Mach ve ötekiler kast ediliyor) bir yana, Marx'in asıl eleştirisi, Marx'tan yana görünenlerce yapılmıştır. Gerçekten de Marx'çılığı bozmanın ve düşünceleri saptırmaya çalışmanın en etkili yolu Marks'çı görünmektedir. Bu yolun en 187
tipik örnekleri gözden geçiricilik (revizyonizm) ve iyileştirmecilik (reformizm) adlarını taşırlar. Sol gösterip sağ vurmanın en yeni örneği de Marcuse'çülüktür. Alman düşünür Edouard Bemstein'a (1850-1938) göre, "di yalektik, Marksizmin sinesinde barınan bir hain, eşyanın her tür lü gözlemi yolunda kurulmuş bir tuzaktır." Bu anlamda gözden geçiricilik, diyalektik olmayan bir Marksizm gütmektedir. Göz den geçiricilik (revizyonizm), Marksizmin bu temel yapısının ve daha başka yanlarının yeniden gözden geçirilerek düzeltilmesi gerektiğini savundukları tanıtlandığı halde, korumak için çırpın maktadırlar... Gerçekten Marx, ütopyacılarm buldukları çözümü kabul etmiş ve ondan yola çıkmıştı. Ama çözüm yollarını ve kul landıkları tanımlamaları yetersiz buluyordu. Bu yüzden bunları değiştirmek istedi ve bunu bilimci bir dehanın çabası, keskin ze kâsı ve gerçeğe olan sevgisiyle yaptı. Hiçbir önemli gerçeği gör memezlikten gelmedi. Bu noktaya gelinceye kadar Marx'in yapı tında bilimsel yöntemi bozan hiçbir eğilim yoktur. İşçi sınıfının kurtuluşu için yaptığı mücadeleye genellikle yakınlık duyması bilimsel yönetimi sarsmaz. Ama son amacın ortaya çıktığı nokta ya gelince, Marx'in söyledikleri belirsiz ve güvenilmez bir biçim almaktadır. Örneğin modern toplumda gelirlerin el değiştirme siyle ilgili parçada çelişmeler vardır. Böylece bu büyük bilim de hası, bir öğretinin esiriymiş gibi görünmektedir. Bernstein, Al man düşünürü Conrad Schmidt'le, Kant'a dönmek gerektiğini savunmuş ve Alman sosyal demokrat (sağcı toplumculuk) hare ketinin öncülüğünü yapmıştır. İyileştirmecilik (reformizm), amaçlanan genel iyiliğe azar azar gerçekleştirilen küçük iyiliklerin birikmesiyle hissedilme den varılacağını, amaca varmak için sıçrama ve devrim gerek mediği gibi, büyük köklü reformların da gerekmediğini savu nur. İyileştirmeciler... Devrimleri rastlantı saymaktadırlar... Öğ retiyi birçok bakımlardan düzeltmeye giriştiği için daha çok gözden geçirmeci olarak anılan Edouard Bernstein'la 1910 yılın dan sonraki tutumuyla Kari Kautsky (1854-1932) iyileştirmeciliği savunmuşlardır. Bütün bu savlar, gerçekte, Marx'çılıkla kökten çelişik düşün celerdir. Amerika'ya yerleşmiş Alman Profesörü Herbert Marcuse'e göre, "...Dünyamız iki kampa ayrılmıştır. Her iki kamp da tek
188
nik gelişmenin en tehlikeli çizgisine varmışlardır. Teknolojinin bu çizgisi baskıyı gerektirir. Bu baskı, teknolojik toplumun ya pısından doğmaktadır. Baskılı toplumlarsa karşıtlıksız toplumlardır ve tek boyutludurlar. Tek boyutlulukta niteliksel bir dev rim yapılamaz, çünkü niteliksel bir sıçrama için bir karşıtlık bu lunması gerekir. Diyalektik teori bir kenara atılmamıştır, ancak bir çare de getirememektedir..." Öyleyse ne yapmalı? Profesör Marcuse öğütliiyor: "Önemli olan kurumlan değiştirmek değil dir. Önemli olan insanı değiştirmek, görüşlerine yeni bir yön vermek, içgüdülerini yeniden biçimlendirmek, hedeflerini taze lemek ve değer ölçülerini yeni baştan düzenlemektir." Açıkçası, hayal alanında olan gerçeği elde etmek için maddeyi bir yana bırakıp ruhu işlemek gerekir. Ruhu nasıl işlemek gerektiğine gelince... Marcuse'ün bunun için de bir öğüdü var. 1967 yılında Berlin Üniversitesi'nin kon ferans salonunda Alman öğrencilere şöyle sesleniyor: "Özgür sevişmenin tadına varın." (Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, İstanbul, 1970, s. 352-353) SO RU LA R 1. Batı'da Marksizmi, hangi iktisadi ve sosyal koşullar do ğurmuştur? 2. Marksizmin "maddecilik" anlayışı ile, daha önceki dö nemlerin maddecilik anlayışı arasında ne gibi farklar vardır? 3. "Diyalektik" kelimesi, kökeninde ne anlama geliyordu? Hegel'in, diyalektik kavramına yaptığı "katkı" nedir? Hegel'in diyalektiği ile Marksist diyalektiğin birbirinden ayrıldıkları te mel nokta hangisidir? 4. "Tarihsel maddecilik" deyince, kavram olarak ne anlaşılır? 5. Marksizm, "toplum" deyince, her şeyden önce neyi ince ler? "Üretim ilişkileri", "üretim güçleri", "sınıf", "üretim biçi mi" ne demektir? 6. Marksizme göre, bir toplumun "altyapı"sı ile "üstyapı"sı derken ne anlaşılır? Bu ikisi arasında nasıl bir ilişki vardır? 7. "Sınıf çelişmesi" ne demektir? Marksizme göre, tarih bo yunca hangi düzenlerde, başlıca hangi sınıf çelişmeleri ortaya çıkmıştır? Batı kapitalizminde, Sanayi Devrimi'nden sonra, te 189
1 mel çelişme hangi sınıflar arasındadır? 8. Batı kapitalizminde, burjuvazi ile proletarya niçin birbiriyle "çelişen" sınıflardır? Bu iki sınıfın "uzlaşma"sı mümkün müdür? Değil ise, bu çelişme -Marksizme göre- nasıl son bulacaktır? 9. Marksizm, "komünist toplum" a ulaşabilmek için ne gibi aşamaları öngörmektedir? Ve niçin? 10. "Yabancılaşma" nedir? Hangi toplumlarda ortaya çıkar? "Marksist hümanizm" ile "klasik hümanizm" arasında ne gibi farklar vardır? 11. Marx'ın eleştirisi, kimlerce, nasıl yapılmıştır? (Okuma parçasını okuyunuz). Bu eleştiriler karşısında siz ne düşünüyor sunuz? KU TSA L R U SY A 'D A N SO V Y ET R U SY A 'Y A Tarihsel başlangıçlar O rtaçağın başlarında, Slavlar bü tü n D oğu A vrupa'yı işgal etm iş buluyorlardı. Slavların bir kolu olan V areg'ler, İskan d in avya'd an gelir, bu günkü R u sya'd a K iev'e yerle şirler. O günkü kervanların belli başlı m erkezlerinden biri olan K iev 'e yerleşen bu V areg'ler, bir oluşum un ilk çekir değidir. Efsanevi bir kişi olan R u rik'ten sonra Oleg, Kiev Prensi unvanını alır (881). Böylece tarihte ilk "R u s" devle ti kurulm uş olur. Ö nce B izan s'la, sonra daha başka topluluklarla ilişkiler başlar. Ç eşitli dış etkiler ve katkılar, K iev P rensliği'n in ge lişim ini biçim lendirir. Çeşitli etkiler a) Bizans ve H ıristiyanlığın etkisi İlk etki ve katkı B izans'tan gelir. O nunla H ıristiyanlık girer R usya'ya. O rtodoks H ıristiyanlıktır bu. Bu Hıristiyanlaşma, başlangıçta olumlu sonuçlar doğurur: O zam anki bü tü n O rtaçağ A vru pası'nda olduğu gibi, R u sya'd a da H ıristiyanlık m anevi planda, birleştirici bir rol oynar; 190
- K ilise'nin hukuksal otoritesi aracılığıyla Bizans huku ku gelir, örf ve âdet h ukuku nu n yerine geçer; - Y ine K ilise aracılığıyla, Y un an alfabesi ve arkasından H ıristiyanlığın dinsel edebiyatı gelir; - Ç ok geçm eden, Bizans etkisi, m im arlıkta, resim de ve dinsel süslem ede büyük gelişm elere yol açacaktır. Bütün bu katkılar öylesine etkilidir ki, Bizans devleti 1453'te tarihe karışınca, Rusya kendisini B izan s'ın tek m i rasçısı olarak görm eye ve gösterm eye başlar. M etropolit Z osim , 1492'de bu inancı şöyle dile getirir: "H e r iki Rom a da yıkıldı. Ü çüncü R om a, M oskova olacaktır ve bir dör düncüsü görülm eyecek tir." O rtodoks K ilisesi'nin başlardaki olum lu etkilerine da ha sonra olum suz etkiler de katılacaktır: - D evlet otoritesi gitgide bir istibdat halini alınca, K ili se de ona tabi ve giderek onun yardım cısı olur; - Kilise, R usya'yı Batı'd aki gelişm elerden u zak tuta caktır: R önesans ve Reform , R u sya'yı çok sonraları -v e o da bir ö lçü d e - etkileyecektir; - Kilise'nin anlayışsızlığı, bilim in gelişmesini de engeller; - Son olarak, R usya'da gerçekten ulusal b ir sanatın ge lişm esini köstekleyenlerin başında K ilise'yi görüyoruz. b) A syalı etkiler O rtaçağ R usyası üzerinde, çeşitli A syalı toplum ların da etkileri olm uştur. Bunlardan M oğollar ile Ç inlilerin etki leri özellikle önem lidir. - M oğol istilası, çeşitli Rus devletlerinin varlığına son verm iş, onları yalnızca vergiye bağlam ıştı. O dönem den en kazançlı çıkan M oskova prensleri oldu. Ve sonuçta, si yasal ağırlığın m erkezi R u sya'n ın güneyinden m erkezî R usya'ya geçer. - 1852'den başlayarak, R u sya'n ın Sibirya'ya doğru y a yılışı başlar. Sibirya'nın fethi Ç in 'le ilişkileri kolaylaştırır. O rta A sya ile K afkasya'yı da içine alan Rus yayılışı, bü tün b ir 19. yüzyıl boyunca sürecektir. A rtık A sya, Rus coğraf yacılarının, jeologlarının, etnograf ve arkeologlarının ince lem e konusudur. K afkasya, nice Rus yazarının eserine k o 191
nu olurken, O rta Asya stepleri büyük besteci Borodin'e esin kaynağı olacaktır. Rusların Asya'ya yayılışlarının daha önemli sonuçları da vardır: - Önce, şu anlaşılmıştır: Doğu Avrupa'yı Asya'dan ayıran ciddi hiçbir coğrafi engel yoktur; Urallar, bir sınır olamaz. - İkinci olarak, Asya'da o denli çeşitli topluluklarla karşılaşan Ruslar, ırkçı önyargılardan herkesten önce sıy rılmışlardır; Rusya'da 1917'den sonra kurulan "çokulus lu devlet"in koşullan aslında çok önceden gerçekleşmeye başlamıştı. c) Batı'nm etkisi R usya'n ın Batı ile ilişkileri, Büyük P etro'd an çok önce başlam ıştır gerçi. A m a Batı uygarlığının etkilerini hızlan dıran ve bunu -y e r yer zora b aşv u rarak - gerçekleştiren Büyük Petro olm uştur. Büyük P etro'nun başlattığı hareket, 20. yüzyıl başları na değin sürer. Bütün bu gelişim içinde birbirine zıt iki akım biçim lenir: Batıcılar, Batı uygarlığının her şeyiyle be n im senm esinin şart olduğunu savunurken; Slavcılar, y e ni R usya'nın kaynaklarının kendi geçm işinde aranm ası gerektiğini ileri sürerler. U ygulam ada ortaya çıkan karm aşık bir tablodur. Ö nce kılık ve kıyafette değişiklik başlar. Büyük Petro, kendi deyim iyle, "h ay v an sürüsünün insanlar gibi giyin m esin i", yani A vrupah gibi giyinm eyi ister ve giyinişteki değişikliğin, giderek görüşlerde de değişiklik yapacağını düşünür. Saray ve konaklara, zam anın Fransız ve Alm an örf ve âdetleri girer. 18. yüzyılda, soylular ve burjuvazi, tem el olarak Fransız toplum unu örnek alm ıştır. Batı A v ru pa'yla bu ilişkiler, 19. yüzyılda daha da sıklaşacaktır. Bu arada kadın da kapalılıktan kurtulm uştur. A m a bütün bunlar, aslında egem en sınıf ve züm relerin çerçevesini aş m az; kentlerin em ekçi halkı ile köylüler, bu değişikliğin ve yaşayışın dışındadırlar. 192
Y aşayıştaki bu değişikliğin yanı sıra, Batı sanat ve ede biyatı da R u sy a'y a girer. Ö zellikle A ydınlanm a yüzyılının (18. yüzyıl) Fransız sanat ve edebiyatı gözdedir. Bu etkilerin açtığı yolda, 19. yüzyılın -ö z ellik le ro m an d a- büyük Rus edebiyatı doğacaktır. H eykel ve resim de o denli değil, am a m üzikte, -ö zellik le G linka'dan b aşlay arak - ulusal tem aları işleyen bir senfoni, bir opera, bir bale doğacaktır. Batı'nın etkisi, siyasal planda daha sınırlı oldu. Zam an zam an "İng iliz parlam entarizm i" ile "Fransız A nayasacılığ ı"n a özenilir; am a bundan, gelecek vaat eden sonuçlar doğm az. Bu, 1905'lere değin sürecektir. 1905'te, II. Nikola bir anayasa yayım layıp da parlam entoyu (Dum a) topladı ğında, aslında Batı'nın etkisi bitm iş, R usya'da oluşm akta olan devrim in etkisi başlam ıştı. Batı, en belirleyici rolünü, iktisadi planda oynar. Bü yük Petro'd an II. A leksandr'a değin, am pirik yollarla, Ba tı öykünm esi birtakım fabrikalar kurulur. A m a ekonom i deki bu canlanışın tem elinde -B a tı kapitalizm inin gücünü o lu ştu ran - önem li bir şey eksiktir: U laştırm a araçlarında ki eksikliğin yanı sıra, serm aye birikim i tam am lanm am ış ve örgütlenm em iştir. N e var ki, 1914'lerin eşiğinde, R us ya, -ço ğ u , B atı'd an aldığı ödünçlerle de o ls a - ciddi sayıla bilecek bir sanayi potansiyeline sahip bulunuyordu. Bu, borçlanarak sanayileşmenin birtakım sonuçları olur: - Diplomatik planda, Çar yönetimi, Batı'daki alacak lılarına bağımlı duruma düşmüş, giderek onların denetimine girmişti; - Ama sosyal planda, önce sayıca, sonra etki bakımın dan ağırlığını gösteren bir işçi sınıfı (proletarya) doğar. 1905 Devrimi, hele hele 1917 Devrimi, büyük ölçüde, bu sınıfın varlığıyla açıklanabilir. D üşünceler planında, B atı'nın etkisi daha da ağır bas tı ve Çar yönetim ine karşı m uhalefetin doğuşunda bü yü k katkısı oldu. Başlangıçta, siyasal sorunların yine siyasal önlem lerle çözülebileceği düşünülür; soylular sınıfının liberal kanadı nın bu konuda ağır bastığını görüyoruz. Bu ilk liberal can193
! j ! j
ı
!
j
1
lanışı, Çar yönetim i, hapis ve Sibirya sürgünleri ile yanıtlar. Liberal canlanış, (1815 A ralık'ınd a) D ek am b rist'lerin başkaldırısı ile daha belirgin olarak tekrarlanır; hareket, "anayasalı bir rejim " -v e belki cu m h u riy et- istem ektedir. Ne var ki, halkın çoğunluğunun katılm adığı başkaldırı şiddetle bastırılır. Sosyal sorunlar sivrilik ve keskinlik kazandıkça, re form yand aşlan, çözüm yollan için gözlerini daha çok Batı'ya çevirirler: A lm an felsefesi ile ilgilenilir (özellikle He gel ve Feuerbach); Batı'daki bilim sel araştırm alar dikkat leri toplar (özellikle A lm an Büchner ve İngiliz D arw in); sosyal eleştiri ve ütopyacı sosyalizm -ç o k g eçm ed en Fransa'daıı çıkagelir. Petraşevski'nin kurduğu -D o sto yevski'nin de k atıld ığ ı- dernek, ünlü Fransız sosyalistle rinden Saint-Sim on, Fourier ve Proudhon'un eserleri üze rine çalışıyordu. Dernek, 1849'da kapatılır. Bazı aydınlar da Batı'ya gitm eyi yeğlerler. Herzen ile Bakunin bunların ilk akla gelenleri. (Bakunin, I. Enternasyonal'de etkin bir rol oynayacaktır.) Popü lizm hareketi başarısızlığa uğrayınca Profesör Lavrov da Paris'e gelir. Zürih'te ve Cenevre'de yığınla sosyalist top lanır. Batı'daki Rus aydınları arasında kadınlar da vardır. (En tanınmışlarından biri olan Elizabet Dimitrief ünlü Paris Komün İhtilali'ne katılacaktır).
İşte bu dönem dedir ki, görüş ve yöntem leri uzun za m andır açıklık kazanm am ış olan bütün bu düşünce hare ketleri, yepyeni bir akım ın Rusya'ya girm eye başlam asıy la yenileşm eye ve açıklık kazanm aya başlar. "M ark sizm "d ir bu akım. M arksizm ve 1917 Ekim D evrim i a) M arksizm in Rusya'ya girişi ve Leninizm in doğuşu M arksizm , R usya'daki devrim ci çevrelere, 1864 yılın dan başlayarak -a ğ ır a ğ ır- girer. Am a M arksizm asıl etki sini, Rusya'daki gelişm elerin sağladığı bir ortam da, Le-
nin'in öğreti ve eylem iyle gösterecektir. M arksist düşünce, R usya'd a başta Çar yönetim inin sansürüyle karşılaşır. Bundan başka, o sıralarda hâlâ güç lü olan "P o p ü lizm " de M arksizm in etkisini sınırlar. Popülizm, "sınıf mücadelesi" düşüncesini kabul et mekle beraber, kapitalizmin Rusya'da "geçici bir olay" olduğunu ileri sürmekte ve -buradan hareket ederek"işçi sınıfının devrimci rolü"nü yadsımakta, örgütlü kü çük grupların eylemine bağlı kalarak, halk kitlelerinin de bunu izleyeceğine inanmaktadır. Ancak "şiddet hareket leri" (terörizm) başarısızlığa uğrayıp da Çar yönetimini daha da sertliğe yöneltmekten başka bir şeye yaramadığı anlaşılınca popülizm saygınlığını yitirir. C enevre'de P lek h a n o f ile Rus aydınları -"E m e ğ in Kur tuluşu" adını taşıy an - ilk M arksist kuruluşun tem ellerini atarlar. Ayrıca Plekhanof, gerek kişiliği gerek eserleri ile, M arksist düşüncenin yayılm asına ve M arksist bir partinin kurulm asına elverişli bir ortam ın hazırlanm asına büyük katkıda bulunur. Bunun yanı sıra, işçi hareketi de geliş mekte ve çeşitli bölgelerde örgütlenm ektedir. Ne var ki, bu çeşitli hareketler arasında bir birlik yoktur. L en in işte bu sırada ortaya çıkar. 1902'den başlayarak Lenin adını taşıyacak olan V ladi mir İliç U lyanov, hem bir kuram cı hem de bir m ilitan d ır. "D üşünceyle eylem in bir bütün oluşturduğunu" iyi bil mektedir. Başlangıçta, üç yönde çaba gösterecektir: - P op ü lizm i red. Lenin'e göre, Rusya'daki kurulu dü zene karşı popülizm in verdiği m ücadele büyüktür, kahra mancadır. Ama yapılan özveriler olum lu bir sonuca var m amıştır, varam azdı da. "B u g ü n e değin tutulan yoldan başka bir yol tutacağız" der. - M a rk sist h a rek etlerin b irle ştirilm e si, daha doğrusu em ekçilerle aydınlar arasında bağı kurm ak. - M ark sizm i d erin leştirm ek . M arx, Rusların yerinde olsaydı ne yapardı? M arx gibi düşünm ek, am a gerçekliği hiçbir zam an gözden uzak tutm am ak. 195
Bunun bir sonucu olarak, Lenin önce Rusya çapında sorunu ele alır; Rusya'da Kapitalizm in Gelişm esi adlı eserin de (1898) böyle yapar. Bir süre sonra sorunlara, daha ge niş bir tarihsel perspektiften bakm aya başlar ve özellikle em p ery alizm olayı üzerinde durur. M arx öldüğü zam an (1883) em peryalizm yeni yeni yeşeriyordu. Am a Lenin'in tarihin sahnesinde görünm eye başladığı yıllarda, em per yalizm artık bütün nitelikleri ile ortadadır. Em peryalizm i, gelişim i içinde incelem ek, niteliklerini belirtm ek, tehlike lerini haber verm ek gerekiyordu. Kapitalizm in Son A şam a sı O larak Em peryalizm adlı eserinde bunu yapar Lenin. 1905 D evrim i'ne yaklaşıldığında, ortada henüz Leninizm yoktur, am a onu haber veren birtakım yaklaşım lar da gö rülm ektedir. 1905 D evrim i'nin öncesinde şu hedeflere varılm ış bu lu nuyordu: - 1898'de Rus Sosyal D em okrat İşçi Partisi kurulm uş tur. Partinin program ı M arksizm den esinlenm ektedir; ne var ki, bütün M arksist kuruluşlar henüz bu partiye katıl mış değildir. - 1900 yılında İskra (Kıvılcım ) çıkarılm aya başlanır. Z ü rih'te yayım lanır, fakat bütün Rusya'ya dağıtılır. Parti, kendisi için gerekli araştırm a ve propaganda organına ka vuşm uştur. - 1903'te, Londra K ongresi'nde, Lenin kendi parti anla yışını açıklar: Bu, doktrini açık, devrim ci ve m erkezci bir örgüte sahip, sert disiplinli bir partidir. Bu parti anlayışı K ongre'deki "ço ğ u n lu k "ça kabul edilir (Rusça'da çoğun luğa "b olşev ik " denildiği için, bu anlayışta olanlara daha sonra "bolşev ikler" denilecektir; Lenin'e karşı olanlara ise azınlık anlam ında "m en şev ik ler" denilm iştir). Böylece daha 1905 D evrim i öncesinde ciddi tem eller atılm ıştır. 1905 D evrim i'yle de bu ilkeler ve örgütleniş, so m ut bir olayın deneyinden geçm ek fırsatını bulur. 1905 Devrimi, Marksizmden esinlenmediği gibi, Marksistlerce de yönetilmiş değildir. Bu devrimi aslında "meşrutiyetçi ve demokrat" burjuvalar yönetir ve çoğu, -geçici nitelikte- reformlarla kolayca yetinebilecek du 1%
) rumdadırlar. Bununla beraber, Marksistler, 1905 Devrimi'ııe etkin olarak katılırlar. İhtilali, burjuva demokratik devrimi aşamasında omuzlarlar ve hareketin giderek
sosyalist devrime dönüşmesi için çaba harcarlar. Ama sonuç olumsuzdur. İhtilal, Çar yönetimince bastırılır ve devrimci güçlerin çekilişi başlar.
1905 D evrim i'nin, "K om ü n 'd en sonra proletaryanın en büyük hareketi" olduğunu söyleyen Lenin, bu denem e den birtakım önem li dersler de çıkarm aktan geri kalmaz. N edir o dersler? - Devrim ci m ücadele süresince, birçok kentlerde işçi delegelerden oluşan birtakım konseylerle (Sovyet), "çok küçük yerel cu m hu riyetler" kurulm uş ve "yeni bir siyasal iktidar" örneği gösterm işlerdir. Bu yeni iktidar biçim inden ileriki devrim hareketinde faydalanılm ak gerekir. - Birçok noktalarda, askerler ve denizciler isyan etm iş lerdir (Lenin, özellikle "P o tem kin " isyanından çok duygu lanm ıştır). Böylece, ileriki bir devrim hareketinde bu "ü n i formalı m ujikler"in de katılışı sağlanm alıdır. - Birçok yerlerde, özellikle K afkasya'da, "ulu sal azın lıklar" başkaldırmıştım Am a ortak düşm ana -y a n i Ç arlı ğ a - karşı savaşacakları yerde, birbirlerine düşm üşlerdir. O nların hareketine de bir düzen getirm ek gerekir. - K öylüler, onlar da başkald ırm alard ır; am a bu kanlı bir ayaklanm adan öteye geçem em iş ve özellikle kentler deki hareketlerle bir işbirliğine girm em iş ya da girem e m iştir. A ncak köylüler, bir devrim için gereklidirler ve ile riki bir harekete kazanılm alıdırlar. 1905 D evrim i'n in başarısızlığından Lenin'in çıkardığı dersler ve ileriki bir devrim hareketi için M arksistlere önerdiği görevler işte bunlar. 1912'de, Prag K ongresi'nde, Parti, "B olşev ik " adını alır ve yeniden eylem e koyulur. 1917 D evrim i, işte bütün bu M arksist düşünce ve ey lem lerin bir sonucu olarak olacak ve işçi sınıfı ile beraber M arksizm i de iktidara getirecektir.
197
b) Ekim Devrimi'nin anlam ı M arx ve E n gels'in 1848 yılında yayım ladıkları ünlü K o m ünist Partisi M anifestosu şöyle başlar: "A v ru p a'n ın ü ze rinde bir hayalet dolaşıyor: K om ünizm h ayaleti." L enin'in liderliğindeki bolşevikler, 1917 E kim 'inde iktidarı -b ir ih tilal so n u cu n d a- ele alınca, M arx ve Engels'in bahsettiği "h a y a let", 69 yıl sonra "g erçek " haline gelir. Ekim D evrim i'n in insanlık tarihindeki anlam ı nedir? Ekim D evrim i, sosyalist devrim in R usya'daki gerçek leşm e biçim idir. - Ekim D evrim i'yle, R usya'daki burjuva ve toprak sa hiplerinin iktidarı devrilm iş, Bolşevik Parti yönetim inde, işçi-köylü bağlaşıklığına dayanan ve Sovyet devlet biçim i ne dönüşen proletarya diktatoryası kurularak, "iktid ar so runu" çözülm üştür. Lenin'e göre, iktidara el koymak, devrimin ta kendisiydi. Gerçekten, sosyalist devrimle, sosyalist iktisat ve toplum düzeninin kuruluş sürecini, yani sosyalizmin si yasal öğesiyle, iktisadi ve sosyal öğelerini birbirine karış tırmamak gerekir. Sosyalizm bir durum değil, bir harekettir. Sosyalist devrim, işte bu hareketin siyasal öğesini oluşturur. Sosya list devrim, işçi sınıfının -başta geniş köylü yığınları ol mak üzere- bağlaşıklarıyla birlikte, sosyalist iktisat ve toplum düzenini kurma amacıyla, devletin sınıf yapısını değiştirerek, iktidara el koyması demektir. Öyleyse, sos yalist devrim bir sıçrama anıdır ve sosyalist hareketin, sosyalist iktisat ve toplum düzeninin kurulmasını amaç layan devrimci mücadele sürecinin zorunlu bir uğrağıdır. - Ekim Devrim i, yalnız burjuva ve toprak sahiplerinin iktidarını yıkm akla kalm am ış, aynı zam anda, "iktisad i ba kım dan geri" bir ülkede sosyalist devrim i gerçekleştirerek -em p ery alist çağın koşulları içinde sosyalist bir hareket için ayak bağı haline gelm iş b u lu n a n - dogm atik bir sosya list devrim anlayışını da yıkm ıştır. İlk sosyalist devrim in "iktisadi bakım dan geri" bir ülke l‘)K
olan Rusya'da gerçekleşm esi ortaya bir tartışma konusu çı karmıştır. Çünkü, bir zam anlar, sosyalistler arasında da yaygın bulunan dogm atik anlayışa göre, kapitalizm in te mel çelişm esinin çözümü, önce bu çelişm enin en keskin ha le geldiği "ileri sanayi ülkeleri" için söz konusu olabilirdi. Genel olarak M arx'ta bir "k âh in " görm ekten hoşlanan çoğu burjuva yazarlar, Ekim D evrim i'ni M arx'in "kehane t i n i yalanlayan bir olay olarak değerlendirirler. Onlara gö re, M arx'in çözüm lem eleri doğru olsaydı, ilk sosyalist dev rim Rusya gibi "g eri" bir ülkede değil, -ö rn eğin İngiltere ya da Alm anya g ib i- "ileri" bir ülkede gerçekleşirdi. Böylece, burjuva ideolojisi, M arksizm i "çürü ten " belli başlı "kanıt lar" arasında Ekim D evrim i'ne de seçkin bir yer verir. O ysa M arx, sosyalist devrim in önce hangi ülkede ger çekleşeceği konusunda herhangi bir kehanette bu lu nm a m ıştır. Başta şu nedenle ki, M arx bir kâhin değil, sosyal gelişm enin genel kanunlarını arayan -v e bu arada b u la n bir bilim adam ıydı. M arx, yalnızca yaşam ının sonlarına doğru, olayların akışına dayanarak, o zam anlar Fran sa'd an A lm anya'ya kaym ış bulunan devrim ci hareketin ağırlık m erkezinin, daha da "D o ğ u "y a kaym a eğilim ini sezm iş, sosyalist devrim in Batı'da değil, D oğu'da başla m ası olasılığı üzerinde durm uştur. K ehanete benzer bir şey varsa M arx'ta, o da budur. Ö zellikle II. Enternasyonal çevrelerinde yaygın ve ege m en bulunan anlayışa göre, sosyalist devrim in başarı ka zanm ası için, üretim güçlerinin sosyalist iktisat düzeninin hem en kurulm asını sağlayacak ölçüde gelişm iş; işçi sınıfı nın da, genel nüfus içinde çoğunluk sağlayabilecek denli genişlem iş ve yüksek bir kültür düzeyine ulaşm ış olm ası gerekiyordu. Başka bir deyişle, sosyalizm in siyasal öğe siyle iktisadi öğesi arasında b ir uygunluk bulunm ası gere kiyordu. O ysa, Rusya, Ekim D evrim i'nden sonra, sosya lizm in siyasal öğesini gerçekleştirdiği, sosyalist devrimi başarıya ulaştırdığı, yani işçi sınıfı -bağ laşık larıy la birlik te— siyasal iktidara el koyduğu için "siy a sa l bak ım d an ile r i"; fakat, üretim güçleri henüz sosyalist iktisat düzeni ni kuracak kadar gelişm iş bulunm adığı için, "ik tisa d i b a k ım d an g e ri" bir ülke durum undaydı. Lenin'in sosyalist 199
devrim anlayışı, sosyalizm in siyasal öğesiyle iktisadi öğe si arasındaki uygunluk zorunluluğunu reddeder, siyasal öğeye öncelik verir. Böylece Ekim Devrim i, Lenin'in sosyalist devrim anla yışının bir gerçekleşm esidir. M arx'ın düşüncesini em peryalist çağın koşullan içinde geliştiren Lenin'e göre, sosyalist devrim bakım ından asıl önem li olan şey, şu ya da bu ülkenin iktisadi gelişm e du rumu değil, em peryalist sistem in bütünüydü. Em perya lizm kapitalizm in en yüksek gelişm e aşam asıydı; böyle ol duğu için de, sosyalist devrim , em peryalist sistem in bü tü nü bakım ından olası bir hale gelm iş bulunuyordu: 1914'te başlayan em peryalist savaş, bütün insanlığı ya m ilyonlar ca insanın ölm esi ya da uygar ülkelerde siyasal iktidarın en devrim ci sınıfa devredilm esi, yani sosyalist devrim arasında bir seçm e zorunluluğu karşısında bırakıyordu. Peki, em peryalist savaş koşulları içinde, bütün "u y g ar" ülkeler için olanaklı hale gelen sosyalist devrim , niçin yal nız Rusya'da gerçekleşebildi? Bunun yanıtı, R u sya'n ın o zam anki özel koşullarında gizlidir. O zam an varlığı olası bütün tarihsel çelişm elerin b iri kip şiddetlendiği bir ülke olan Rusya, bundan dolayı "e m peryalist devletler zincirinin en çürük halkası"nı oluştu ruyordu. Rusya, em peryalist dünyanın hem bir yüzyıl ge risinde hem de önündeydi. Burjuva dem okratik devrim ini tam am lam am ış, sosyalist devrim in kapısına dayan mıştı. İki devrim e birden gebeydi. Birinin tam am lanm am ış oluşu, ötekini daha zorunlu kılıyordu. DA H A ÇOK BİLGİ Henri Lefebvre, V. İ. Lenin, Hayatı ve Eserleri (çev. R. N. İleri), Ankara, 1968. Kenan Somer, Ekim İhtilali, İstanbul, 1970.
200
OKUM A
19. Y Ü ZYIL RUS ED EBİYA T I ...1812'de Napoleon'un seferinden sonra, bütün edebiyat tür lerinde devler yetiştirmiştir Rusya. Rus edebiyatının büyüklüğünün en büyük sebebi, Rus dili dir. Zengin bir kelime hâzinesi ve değişik, çeşitli üsluplara yat kın bir yapısı vardır Rusçanın... Rus halkını tanımanın en sağlam yolu, Rus edebiyatını bilmektir. Tartışmayı seven, kadere inanan, acı çektikçe şüphe ci olan bir insandır -Rus insanı. Arkadaşlarını, tabiatı, hayvan ları sever. Öteki Avrupa ülkeleri gibi, Rusya da önce Fransa, İngiltere ve İtalya'da yazılan eserlerden etkilenmiştir. Kendi kaynakları nı bir yana itmiş, halk türkülerini, masallarını umursamaz ol muştur. Aleksandr Puşkin'le (1799-1837) birlikte, yabancı klasisizm ve romantizmin yerini, yerli bir gerçekçilik aldı. Gerçi Puşkin, Shakespeare'den, Scott'dan, Byron'dan, Schiller'den etkilenmiş ti, ama bir taklitçi değildi. Kullandığı yalın, basit dil ve ele aldı ğı konular birçok yazarı peşinden sürükledi. Şiirlerinden başka oyunları da (bu arada 1825'te yazdığı Boris Godunov) -yabancı ülkelerde bile- ilgi uyandırdı. Puşkin'in hayatının başarısı da başarısızlığı da, 1833'te ev lendiği güzel bir kadın yüzündendir. Ne sevgi ne de eserlerine ilgi bulabilmiştir ondan... Onun yüzünden bir düelloda öldürül müştür. Kadının tek faydası, Puşkin'in edebiyata ölümsüz ka dın tipleri katmasına sebep olmaktır. Yevgeni Onegin adlı uzun şiir geliyor insanın aklına. Aleksandr Griboyedov (1795-1829), Moskova toplumuna dair yazdığı canlı komedilerle tanınır. Kişilerinin gerçekliği bakımından Moliere'i, oyun yapısı bakımından da Beaumarchais'yi andırır biraz. Mihail Tureviç Lermontov (1814-1841), Puşkin'in ölümüne dair yazdığı şiirle ülkeyi sarstığı zaman yalnız yirmi üç yaşın daydı. Çar'a seslenen bu şiir yüzünden Kafkasya'ya sürülmüş tü şair. En iyi eserleri de o sürgünde yazılmıştır. 1840'ta yazdığı Zamanımızın Bir Kahramanı adlı romanı önemlidir. 201
Yazdığı bir oyun yüzünden memuriyetinden atılan Aleksandr Nikolayeviç Ostrovski (1823-1886), gerçekçi Rus tiyatro sunu yaratan sanatçıdır. Orta sınıf halkın yaşayışını, dertlerini yansıtan bu yazar çeşitli konulara el atmıştır. Yoksulluk Ayıp De ğil ile Fırtına adlı oyunları en iyi eserleridir. 19. yüzyılda, Rus romanı deyince beş yazar geliyor insanın aklına. Bu beş yazarın ilki olan Nikolay Gogol (1809-1852), Uk rayna köylülerini anlatan bir destancıdır sanki. Gerçekçiliğine kattığı mizah apayrı bir özellik vermiştir ona. Dört çeşit edebiyat türünde kalem oynatmıştır Gogol... Tiyat ro alanında, değerli komedisi Müfettiş, ünlü oyun yazarları ara sına sokmuştur onu. Kişiler ve durumlara uyguladığı eşsiz mi zah, günümüzde bile -bütün rengiyle, canlılığıyla- durmakta dır... Taraş Bulba gibi bir destan verebilmiş, gerçekçi romanın en güzel örneklerinden birini ustalıkla yaratabilmiştir: Ölü Canlar. Bir Rus Hamleti'ni anlatan Oblomov, gerçekçi bir incelemedir sanki. Öteki dört yazarın yanında Gonçarov'un (1812-1891) adı pek anılmaz. Zengin bir ailenin çocuğu olan İvan Turgenyev (1818-1883), her çeşit Rus insanını yazmış, ama en çok köylüleri anlatırken başarı göstermiştir. Anlatımı ve şiir gücü çok etkili bir sanatçıydı. Tabiatı anlatır ken kullandığı kelimeler, benzetmeler birinci sınıf bir yazar kıl mıştır onu. Aşk kavramını büyük bir anlayışla ele almış, gere ken önemi vermiş ona... En güzel romanları şunlardır: Rudin, Akşamüstü, Babalar ve Oğullar, Duman ve Bakir Toprak. Freud, Dostoyevski (1821-1881) kadar hiçbir yazardan psi koloji öğrenmediğini söylemiştir. Hearn de, onun insan kalbinin derinliklerine ne kadar kolayca inebildiğim belirtmiştir. İyi ile kötüye onun kadar ustaca eğilen, kişilerin iç çatışmalarını onun kadar verebilen bir başka yazar daha yoktur belki. Moskova'da doğup büyümüş olan Dostoyevski'nin ilk eseri İnsancıklar'dır. Bu eserden dört yıl sonra, sosyalist bir toplulu ğun üyesi olduğu için ölüme mahkûm edilmiş, ama son dakika da karar değiştirilerek Sibirya'ya sürülmüştür. Ölü Bir Evden Hatıralar o günleri anlatır. 1859'da bağışlandı, acı çekmeyi öğ renmiş olan bir yazardı artık. Dine, Hıristiyanlığa eğilmiş, kötü lükleri değil, günah denen şeyi incelemeye başlamıştı. Onun 202
dev romanları hakkında bilgi vermek bile sayfalarca sürer; onun için, başlıca eserlerinin adlarını vermekle yetinelim: Ezi lenler, Ecinniler, Suç ve Ceza, Budala, Karamazof Kardeşler... Lev Tolstoy (1828-1910), zengin bir ailenin çocuğuydu. St. Petersburg'a gidip hukuk öğrenimi yapmak istedi, ama eğlence ye, kumara, aşka daldı. Askerlikten sonra köylülerin kalkınma sı için çalışmaya başladı; eğitim yöntemleri buldu, okuma ve aritmetik kitapları yazdı. 1862'de Savaş ve Barış'ı yayımlamaya başladı; bu eseri Anna Karenina takip etti. 1879'da içinde bulun duğu zengin, soylu sınıftan ayrılarak köylülerin arasına karıştı. 1879-92'de İtirafım, 1884'te Dinim ve Sanat Nedir?, 1886'da da Ka ranlığın Gücü adlı eserlerini yayımladı; Diriliş ise 1899'da yayım lanmıştır. 1881'den sonra Rusya'yı saran umutsuzluk duygusunu, ye ni bir toplum olma çabasını en iyi veren oyun yazarı şüphesiz Anton Çehov'dur (1860-1904)... Ellerinden bir şey gelmeyen in sanların umutsuzluğunu ustalıkla yansıtmıştır. Bu umutsuzlu ğu mizahla verebilme gücü ölümsüz yapmıştır onu... Çehov kırk dört yaşındayken öldüğü zaman, dört eşsiz oyun bırakmıştı arkasında: Martı, Vanya Dayı, Üç Kız Kardeş, Vişne Bahçesi... (Richard Alcock, Kısa Dünya Edebiyatı, çev. Ülkü Tamer, İstanbul, 1961, s. 175-178, 190-193) SO R U LA R 1. İlk Rus devleti nasıl kurulur? 2. Rusya, tarihsel gelişiminde, hangi etkilere uğramıştır? Bu etkiler içinde özellikle hangisi daha ağır basmıştır? 3. Marksizm, Rusya'ya ne zaman ve nasıl girer? 4. Leninizm nedir, nasıl doğar ve Marksizme katkısı hangi noktadadır? 5. Rusya'da Ekim Devrimi'nin tarihsel anlamı nedir? Sosyalist devrimin ilk kez Rusya'da gerçekleşmesinin nedenleri nelerdir? 6.19. yüzyılda Rus edebiyatının genel nitelikleri nelerdir? Bu edebiyatın, şiir, roman ve hikâyede başlıca temsilcileri kimler dir? Her birinin sanatındaki nitelikleri ve başlıca eserlerini belir tiniz (Okuma parçasını okuyunuz.) 203
O R TA VE D OĞU A V R U PA 'D A K İ O LU ŞU M "O rta ve D oğu A vru pa" derken, II. D ünya Savaşı'ndan sonra kurulan "H alk d em okrasileri"nin bulunduğu coğ rafya parçasını kastediyoruz. Bu topraklar, ortaçağın başlarından beri, iki ayrı m er kezden gelen "H ıristiyanlaştırm an ın " etkisinde kalm ışlar dır: R om a'd an K atoliklik, Bizans'tan O rtodoksluk gelm iş tir. Daha 10. yüzyılda A vru pa'n ın bu bölgesinin dinsel coğrafyası belli olm uştu: Rum enler, Bulgarlar, Sırplar O r todoksluğu; M acarlar, Çekler, Polonyahlar ve A lm anlar da K atolikliği kabul etm işlerdi. D aha sonraları, "M ü slü man öğelerin" de geldiğini -y a da g etirild iğ in i- görüyo ruz: Ö zellikle Bosna ve A rnavutluk'ta... K atolik bölgeler de V atikan'a karşı "u lu sa l" nitelikte başkaldırm alar ola caktır: 15. yüzyılda, Jan H uss'un hareketi gibi. P rotestanlık da, başka bir liberal hava getirecektir. Bütün bu oluşum dan önem li sonuç doğacaktır. Din, A v rupa'nın bu bölgesinde uzun zam an ve çok kez dışarıya -ö zellik le T ü rk lere- karşı ulusal direnişin etkeni olm uştur. A syalı etkiler iki biçim de ortaya çıkıyor: - Ö nce etnik bakım dan. O rta ve D oğu A vrupa halkla rının bir bölüm ü A sya'dan gelm işlerdir: Ö zellikle M acar lar ve Bulgarlar böyledir. - Sonra, A vru pa'nın bu bölgesi, uzun zam an M üslü m an istilasına uğram ıştır. Türkler, bu bölgenin bir bölü m ünü fethetm iş, am a yalnızca vergi alm ış, fakat halkı di ninde ve örflerinde serbest bırakm ışlardır. D oğal olarak, bu arada karşılıklı etkilenm eler olm uştur. Batı'nm iktisadi ve siyasal etkileri, özellikle O rta A vru pa'da erkenden başlıyor. Kültürel etkiler çok daha yaygın oluyor. Ö zellikle Fransız kültürü Polonya, M acaristan ve R om anya'da pek etkili olm uş. A lm an eğitim i, tıbba ve bi lim e de büyük etkilerde bulunuyor. Bazı bölgelerde, A k d en iz'd en ve D oğu 'dan gelen etkiler de var. Batılı bir etki olarak M arksizm in etkisi, A lm anya'da -p e k doğal o la ra k - önem li ve yaygın, M arx ve Engels'in A lm anca yazm ış olm alarının yanı sıra, -b e lk i ondan fazla - A lm an ekonom isinde 19. yüzyılın son çeyreğinden 204
başlayarak görülen büyük gelişim ve bu gelişim in ortaya çıkardığı sosyal m ücadelelerin büyük payı var bunda. Bü tün bu gelişim lerin bir sonucu olarak, 19. yüzyılın sonla rında sosyalist partilere örnek olacak olan A lm an Sosyal D em okrat Partisi kurulur ve seçim lerde hızlı gelişm eler kaydeder. A m a bir süre sonra partinin öğretisi kem ikleşir. B ern stein'ın reform culuğu da, devrim ci eğilim lerin çoğu nu zayıflatan bir rol oynar. M arksizm , A vusturya ve M acaristan'ı daha ağırdan et kiler. İktisadi gelişm enin bu ülkelerde daha yavaş olm ası nın payı büyük bu ağırlıkta. Buna karşın, A vusturya'da 1888'de, M acaristan'da 1890'da sosyal dem okrat parti ku rulur. Ne var ki, "A u stro-M arxism e" denen anlayış, M arksizm in ve devrim ci güçlerin gelişm esini yer yer felce uğra tır: Çünkü, m onarşiye razı, ayrı m illiyetten topluluklara -ö zellik le Ç ek lere- karşı kuşkucu, köylülere karşı da ilgi siz, kısa görüşlü ve reform cu bir anlayıştır bu. A ncak Rus ya'd a 1905 D evrim i'nin etkisiyledir ki, sol eğilim li bir sos yal dem okrasi doğacak ve bir canlılık getirecektir. Sırbistan 'd a ve B u lgaristan 'da M arksizm çok daha za yıf olarak tem sil ediliyor. Sosyalist düşünce, daha çok ba zı şair ve rom ancılara esin kaynağı oluyor oralarda. R om anya'da sosyal dem okrat parti 1893'te kuruluyor, sonra kapatılıyor, 1910'da tekrar kuruluyor. Burada da kent em ekçileriyle köyler arasında bağlar yoktur, en azın dan çok zayıftır; 1907'deki büyük köylü isyanının başarı sızlığının nedeni biraz da bundan ileri geliyor. Ö zetlem ek gerekirse, bütün bu ülkelerde, ezilen insan lar çoğunluğu oluşturuyor. I. D ünya Savaşı -k ay ıp ları ve acıla rıy la- bu kitleleri isyana götürecektir. Ve R usya'daki 1917 D evrim i de örnek olacaktır onlara. SO RU LA R 1. Orta ve Doğu Avrupa'da, Hıristiyanlaştırmanın etkisi ile Asyalı etkilerin sonucu ne olmuştur? 2. Bu ülkelerde Batı'nın etkisi neler getiriyor? 3. Marksizm, Orta ve Doğu Avrupa'yı nasıl etkiliyor ve so nuçları ne oluyor? 205
f
1
t
i
t
BÖLÜM II SOVYETLER BİRLİĞİ K lasik tipteki devrim ler, yalnız "siy asal değişiklikler le" yetinirler; yani yalnızca iktidardaki kişileri değiştirir ler. 1917 Ekim D evrim i bu tip bir devrim değildir. O, da ha "k ö k lü " bir dönüşüm ü h ed ef alm ıştı. Yalnız iktidarda ki kişileri değiştirm ekle yetinm em iş, R usya'da iktisadi ve sosyal tem elleri de değiştirm iştir. Bu niteliğiyle, yeni bir uygarlık yaratm ak istiyordu, yaratm ıştır da. Böylesine bir değişiklik, her şeyden önce, "burjuva d evleti"n in bü tün dayanaklarının ortadan kaldırılm asıyla olasıydı. Lenin bunu, D evlet ve Devrim adlı eserinde açık lar. G eriye, bu kuram sal verilerin som ut hale getirilm esi kalıyordu. 1917'de o yapılır. SO V Y ETLER B İR LİĞ İ'N İN K U RU LU ŞU VE G ELİŞİM İ İlk önlem ler N asıl kaldırılacaktı burjuva devletinin dayanakları or tadan? Proletarya diktatörlüğü ile! "P ro letary a diktatörlüğü, ezenleri ezm ek için, ezilenle rin öncülerinin örgütüdür. Proletarya diktatörlüğü, de m okrasinin genişlem esidir: O dem okrasi, artık yoksulla rın ve halkın dem okrasisidir. A m a proletarya diktatörlü ğü, aynı zam anda özgürlüklere de sınırlam alar getirir. Fa kat kim lerin özgürlüğüne? Ezenlerin, söm ürücülerin, ka pitalistlerin... İnsanlığı ücretli kölelikten kurtarm ak için, ezm em iz gerekiyor; direnişleri zorla kırm ak gerekiyor." Lenin böyle tanım lıyordu proletarya diktatörlüğünü. 207
Ve böylesine bir ilke, her şeyden önce Rusya'nın o gün içinde bulunduğu koşulların doğurduğu bir zorunluluğu dile getiriyordu: Ü lke savaş içindeydi ve birçok bölgeleri işgal edilm işti; karşı-devrim ci öğeler ise etkin durum day dılar. Ç arlık rejim ini yeniden kurm ak isteyenler, dışarı dan, em peryalist ülkelerden yardım görüyordu. M ali çö küntü, kıtlık, sanayideki yıkılış, karanlık bir iktisadi tablo sergiliyordu. Bu tabloyu karaborsa, fiyat artışları ve balta lam alar daha da karartıyordu. İlke yerindeydi. A ncak gerçekleştirm ek gerekiyordu. Birtakım araçlar harekete geçirilir bu am açla. Proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmek için kulla nılan araçlar şunlardır: - Temelde, 24.000 üyesi olan Komünist Parti; - Köylülerin, işçilerin ve askerlerin konseyleri (Sovyetler). Halk kitleleriyle ilişki kuranlar özellikle bunlar dır. - Sovyetler Kongresi: Hükümet örgütünü çeşitli gö rünüşleriyle belirleyen bu kongredir. - Çok geçmeden iki tamamlayıcı örgüt daha kurulur: Karşı-devrimcilere, spekülasyona ve baltalamalara karşı mücadele için Çeka ile Kızıl Ordu. Ö te yandan b ir seri kararnam elerle yeni rejim in temel ilkeleri konulur: - Barış Kararnamesi, “insanlığa karşı işlenmiş en büyük suç" olarak tanımladığı savaşa son verilerek genel, adil ve demokratik bir barış için, derhal görüşmelere girişil mesini öneriyor. - Toprak Kararnamesi, büyük toprak sahiplerinin bütün topraklarına -hiçbir tazminat ödenmeksizin- el koyar ve bütün toprakları köylülere verir. - Sanayi Kuruluşları Kararnamesi ile bu kuruluşlarda denetim işçi ve ücretlilere geçer. - Milliyetler Kararnamesi ile, çokuluslu federal bir dev letin ilk esasları konulur. Bunların yanı sıra, bankalar, demiryolları, iç ve dış ti 208
caret ulusallaştırılır. Bir başka kararname kadınlara siya sal haklar tanırken, bir başkası devlet ile Kilise'yi birbirin den ayırır. Bütün bu önlem ler, "yen i bir toplum d ü zeni"n in tem el lerini kurm ak için girişilen çabalardır. Yeni Sovyet toplu mu, 1917'yi izleyen yıllarda, işte bu tem eller üzerinde ge lişm esini sürdürecektir. A şam alar 1917 öncesinde, aslında bir tarım ülkesi olan Rusya'nın, devrim le hızlı bir biçim de sanayileşerek -k ıs a sü re d e - en önde gelen sanayi güçleri arasında yer alm ası, çeşitli ve güç aşam alardan geçm iştir: - D evrim in hem en ardından Savaş K om ünizm i olarak adlandırılan bir dönem başlar (1917-1921). Em peryaliz m in sosyalist rejim i yıkm ak için kışkırttığı iç savaş ve onun yarattığı cephe gereksinm eleri, yalnız bü yü k sanayi nin u lusallaştırılm asıyla yetinm eyerek, orta sanayii, hatta bazen küçük sanayii de u lusallaştırm ak zorunluluğunu ortaya çıkarır. D eyim yerindeyse, bir "aşırı u lusallaştır m a" dönem idir bu. - Bunu, Y eni iktisat Siyaseti (N .E.P.) dönem i izler (1922-1928). İçte ve dışta ortaya çıkan çeşitli güçlüklere karşın; sosyalist kesim yararına işleyen bir karm a ekono minin uygulandığı bir dönem dir bu. 1928 yılından başla yarak ünlü Beş Yıllık Planlar dönem i başlayacaktır. - N azi A lm anyası'n ın yenilgisiyle sonuçlanan çetin sa vaşı ise, Sovyetler Birliği ile Batılı bağlaşıkları arasındaki tem el anlaşm azlıkların som ut sorunlar halinde ortaya çık ması ve bunun sonucu olarak beliren Soğuk Savaş döne mi izler. - Stalin 'in 1953'te ölüm ü, nihayet 1956'da toplanan 20. Kongre ile yeni bir dönem başlar. "B u zların çözü lü şü " diye de adlandırılır o dönem . İçerde Stalin putu yıkılır; dışta "barış içinde birlikte yaşa m a" ilkesi uygulanm aya başlanır. Sovyetler B irliği'n d e yeni bir dönem başlar. 209
Gerçekten, 20. Kongre, gerek içerde gerek dışarıda yol açtığı gelişmeler bakımından, çağımızı etkileyen en önem li toplantılardan biriydi. Sovyetler Birliği'nin yanı sıra, Doğu Avrupa'da da derin çalkantılara yol açıyordu. Kruşçev, 20. Kongre'de Lenin'in görüşlerine de önem li değişiklikler getiriyor ve dış dünyada geniş çalkantıla ra yol açacak "üç tez" ileri sürüyordu: - Sosyalist dünya, büyük askerî güce ve kapitalist dünya ile -aşağı yukarı- nükleer eşitliğe ulaştığından, ka pitalist blokla sosyalist blok arasında savaş, artık Lenin'in öne sürdüğü gibi kaçınılmaz değildi. "Barışçı rekabet" gündeme geliyordu böylece. - Devrim şiddete başvurmadan, "parlamenter yol la rd a n da gerçekleştirilebilirdi. - Ve nihayet, her ülke sosyalizme “kendine özgü ", deği şik yollardan geçebilirdi. Kruşçev bu tezleri, değişen dünya koşullarının baskı sı altında, pragmatik bir anlayışla öne sürmüştür. Ne var ki, Kruşçev bu görüşleri ile, sosyalist dünyayı ikiye bölecek olan, "Çin-Sovyet anlaşmazlığinın da to humlarını ekiyordu. 1960'larda su yüzüne çıkan ünlü kavgada, Çinliler Kruşçev'in 20. Kongre'de öne sürdüğü tezlere dayanarak, Sovyetleri "revizyonizm" ve Marksizm-Leninizme ihanetle suçlayacaklardı. Ne olursa olsun, 20. Kongre, yol açtığı gelişmeler açı sından yüzyılımızı etkileyen toplantılardan biri olmuş tur.1
Son dönem , K ru şçev'in iş başından uzaklaştırıldığı 1964'ten günüm üze değin uzanan ve K osigin-Brejnev or tak yönetim inin, sanayide ve tarım da verim liliğin artırıl m asına yönelen bü yü k reform ların uygulanm asına giriş tikleri bir dönem oluyor. Sovyetler Birliği, bu gü n bu dönem in içinde bulunm ak tadır.
1 Bkz. Ergun Balcı, "D ünyam ızı Etkileyen Üç Kongre", Cumhuriyet, 24 Şu bat 1981.
210
SİYASAL SİSTEM Sovyetler B irliği'n d e siyasal sistem , önce şu iki niteliği taşıyor: - Sovyetler Birliği çokuluslu federal bir devlettir. - Sovyetler Birliği, bir sosyalist dem okrasidir. Ü lke, 1977 tarihli yeni bir anayasa ile yönetilm ektedir. R ejim in kuruluşundan sonra yapılan dördüncü anaya sadır bu. İlk anayasa 1918, İkincisi 1924, üçüncüsü ise 1936'da yapılır. Çokuluslu devlet Ç arların im p aratorlu ğ u , - o zam an k i d e y im le - bir "h alk lar h ap ish an esi" idi. İm paratorluk sınırları içinde birbirinden ırk, dil, din bakım ından farklı yığınla h alk ya şardı. B u nların arasında im paratorluğu yalnız Slav halkı nın -y a n i R u sla rın - tem sil ettiği kabul edilirdi. Bütün bu halkları, P etrograd 'm otoritesine bağlı tutabilm enin yolu olarak, baskı ve "R u slaştırm a" politikası uygulanırdı. D evrim d en sonra, - o zam ana değin ezilm iş o la n - bu ulusların birbirine hakça eşit olduklarını kabul etm ek, tutulm ası gereken tek yoldu. Bu yol, o ulusların topluca sosyalizm e geçişlerini sağlayacak bir güvence idi aynı za m anda. Bağım sızlıkları kabul edilen uluslar, sonra, fede ralizm ilkeleri içinde yeniden bir araya getirildi. Sovyetler Birliği, bu gü n 15 federe cum huriyetten oluş m aktadır (m. 71). A yrıca, bu nların içinde de özerk cum hu riyetler, eyalet ve bölgeler var. C um huriyetlerden her biri, -fed e ra l devletin yetkisine girm eyen k o n u lard a- egem en liğe sahip. Ö zellikle kültürlerini ve dillerini geliştirm ek bakım ından, geniş bir serbestlik tanınm ıştır kendilerine. Tüm Sovyetler Birliği'n i ilgilendiren şu tem el konular ise federal devletin yetkisine bırakılm ıştır (m. 73): - Sovyetler Birliği'n in u luslararası ilişkileri ile savunul m ası; - Sovyetler B irliğ i'n in iç örgütlenişi; - Ekonom inin genel yönetim i; 211
H ukuksal örgütlenm e ile kültürel örgütlenm enin ge nel yönetim i. Sosyalist dem okrasi 1977 A nayasası -1 9 1 8 tarihli anayasanın tersin e- tüm Sovyet halkına yurttaşlık sıfatı tanır. Ve kadm -erkek her yurttaşın, 18 yaşından başlayarak seçim lerde oy hakkı vardır (m. 96). Bütün öteki tem el hak ve özgürlükler yurttaşlara tanın m ıştır. Bunlar içinde sosyal haklar ve özgürlükler daha ağır basar. D evlet iktidarının tem el kurum u, iki m eclisli Yüce Sov yet'tir (m. 108). Bu m eclislerden biri (Birlik Sovyeti), Sovyetler B irliği'ndeki halkların bütününü tem sil eder; öteki si (U lusal Topluluklar Sovyeti) ise federe cum huriyetleri ve özerk bölgeleri. Yüce Sovyet bir yasam a organıdır. Y ürütm e organını oluşturan B akanlar K urulu'nu seçen bu Yüce Sovyet'tir. Yüce Sovyet 5 yıl için seçilir ve yılda iki kez toplanır. Olağanüstü toplantılar yaptığı da olur (m. 112). Toplantı halinde bulunmadığı zamanlar -yine kendisinin seçtiğiYüce Sovyet Prezidyumu adındaki bir kurul -sonradan onaylanmak koşuluyla- onun yerine yasama yetkisini kullanır. G örüldüğü gibi, Sovyetler Birliği'nde, Batı dem okrasi lerinde çeşitli biçim lerde uygulanan güçler ayrılığı ya da görev bölünm elerine benzeyen bir durum yok. Tersine güçler birliği bah is konusu: D evlet organları arasında "yatay bir yetki p aylaşım ı" değil, "d ik ey bir yetki devri" var. K uram sal olarak, bütün yetkiler Yüce Sov yet'in elin de. Prezidyum , ondan aldığı yetkileri onun adına kullanı yor. Bakanlar K urulu da alınan kararları uyguluyor. Ne var ki, doğrudan doğruya yürütm e görevinin başında bu lunm ak, ister istem ez Bakanlar K u ru lu 'nu n önem ini artı rıyor ve ön plana çıkarıyor onu. Sovyet dem okrasisinin anlam ı nedir? 212
a) Tek parti anlayışı Sovyet dem okrasisi anlayışıyla Batı dem okrasisi anla yışı birbirinden farklı şeylerdir. Bu farklılık, en başta par ti anlayışında kendini gösteriyor: Batı dem okrasilerinden farklı olarak, Sovyet dem okrasisi "tek p artili"d ir. Bu par ti, Sovyetler Birliği K om ünist Partisi adını taşır. Sovyetler, bu farklılığı şöyle açıklıyorlar: - Batı dem okrasileri, gerçi çok partilidir. A m a bu parti ler kapitalist toplum larda -ç o k kez birbiriyle uzlaşm az çı karları o la n - çeşitli sınıfları tem sil eder. Oysa, Sovyetler Birliği gibi sınıfsız bir toplum da, çok partili bir rejim in bu lunm asının hikm eti yoktur. Gerçi orada da halkın çeşitli katları arasında farklı görüşler -h a tta u zlaşm azlıklar- ola bilir; ancak bütün bunlar, "tek n ik " nitelikte ve ayrıntılarla ilgili farklılıklar ya da uzlaşm azlıklardır. Ve hepsini de uy gulam ada çözm ek olasıdır. Böylece, tek partililik, eski dü zen kalıntılarının ortadan kaldırılm ası, kom ünist dönem öncesindeki sosyalist devletin tem ellerinin atılm ası ve toplum un sınıfsızlaştırılm ası için gerekli sayılıyor. Parti için, başka kuruluşlarla çekişm ek, seçim kaybedip iktidar dan düşm ek söz konusu değildir. Bu bakım dan, Sovyetler Birliği'nde "seçim " kavram ı da Batı dem okrasilerindeki anlam ını ve önem ini yitirm ekte; bir yerde halkın Parti yö netim ine güven ve bağlılık gösterisi halini alm aktadır. - A yrıca, tek partinin yani K om ünist P arti'nin bir rolü vardır: K om ünist Parti, Sovyetlere göre, toplum un "y ö n e tici ve yön verici g ü cü ", siyasal sistem in ve tüm örgütle rin "çek ird eği"d ir. "M arksist-L enin ist öğretiyle donan m ış" olan K om ünist Parti, anayasaya göre, "top lu m u n ge nel gelişm e perspektifini, Sovyetler Birliği'n in iç ve dış po litika doğrultusunu belirler, Sovyet halkının bü yü k yara tıcı çalışm alarını yönetir, kom ünizm in zaferi uğrundaki m ücadelesine planlı, sistem li ve kuram sal esaslara daya nan bir n itelik kazand ırır" (m. 6). Partinin böylesine önemli bir rolü yüklenmesi, -ister istemez- kendi içinde, seçim esasına dayanan, çok ciddi bir hiyerarşi ve disiplini, partiden kişiler içinde çok dik katli bir seçmeyi gerektiriyor: 213
- Sovyetler Birliği'nde Komünist Parti'ye girme zorunluğu yoktur; ama partiye girmeyi arzulayan bir yurttaş da, güven uyandırmak ve bir stajdan geçmek zorundadır. - Bunun gibi, Partinin her kademesinde sıkı bir disip lin hüküm sürer. Ancak, bu disiplin, körü körüne bir di siplin olmayıp, demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağ lıdır: açık tartışma ve karar alınınca da savsaklamadan yerine getirme. K om ünist P arti'nin kendi kongrelerindeki kararları, Sovyetler B irliğ i'n in siyasal yaşam ında bir aşam a niteliği taşır. D evlet m ekanizm asının gerçek dinam osu aslında bu parti olm aktadır. b) Ö zgürlüklerin anlam ı Ö zgürlüklere gelince... Sovyet dem okrasisinde bunun da anlam ı Batı dem okrasisinde olduğundan başkadır. M arksist anlayışın sonucu olarak, özgürlükler, soyut ve m utlak veriler değil, toplum yapısında belli bir sürece göre yapılacak değişikliklerle gerçekleşecek şeylerdir. Bu yüz den soyut, m utlak bir özgürlük kavram ı yerine, gitgide so m utlaşacak "özgürleştirm e'Terdir söz konusu olan. "D ü şünce özgürlüğü" de bu süreç içinde ele alınm alıdır. Bu inanca göre, toplum yapısındaki değişiklikler, geriye dönüş yollarını, rejim in sarsılm a olasılıklarını iyice ortadan kaldı rınca, daha doğrusu bu yolda gereken adım lar atıldığı ölçü de, düşünce özgürlüğünün kalıpları da genişletilecektir. Stalin 'in ölüm ünd en sonra (1953), rejim de -k ıs m i de ol s a - bir "lib eralleşm e" olm uştur. Bu liberalleşm e hareketi ne, "S talin cilik ten arın d ırm a" (destalinizasyon) adı veril m ektedir. R ejim in baskıyla ayakta durur gibi göründüğü günlerin gerilerde kaldığı b ir gerçektir. Bilginler, aydınlar bu liberalleşm enin çerçevesini daha da genişletm ek iste m ekte ve zam an zam an yöneticilerle bunlar arasında "sü rtü şm eler" olm aktadır. A ncak bu sürtüşm elerin, sos yalizm in kendisi ile ilgili olm ayıp, rejim i yönetenlerin "tu tu m "u ile ilgili olduğunu da gözden u zak tutm am alı.
214
İKTİSADİ SİSTEM Sovyetler Birliği'n in iktisadi gelişim i, hem üzerine ku rulduğu yeni tem eller hem de nicel ilerlem eleriyle, çağdaş tarihin en önem li olaylarından biridir. İlkeler Sosyalist bir ekonom inin tem el ilkesini, vaktiyle Engels şu biçim d e form üllendirm işti: (Kapitalist) üretimdeki anarşinin yerine, sosyalist re jimde bilinçli ve sistemli bir örgüt geçecektir. Bu, insan lığın, bir sıçrayışta, zorunluluk alanından özgürlük ala nına geçmesidir. D em ek ki, sosyalist bir ekonom ide üretim in örgütlen m esi gerekiyordu. Bu ise, başta üretim araçlarının kolek tifleştirilm esini gerektiriyordu. Ü retim araçlarının m ülki yetinin toplum a m al edilm esi, üretim güçlerinin hızla ge lişm esine yol açacaktı. "H erk esten kendi yeteneklerine göre" çaba beklenirken, "h erk ese kendi em eğine göre" dağıtım yapılacaktı. D aha sonra kom ünist toplum aşam a sına varıldığında, toplum da ü retici güçler öylesine geliş miş, teknik düzey öyle bir çizgiye varm ış olacaktı ki, artık "h erk esten kendi yeteneklerine g ö re" beklenirken, "h e r kese kendi gereksinm esine g ö re" dağıtılabilecekti. Ne var ki, 1917 Ekim D evrim i'nin ertesinde bu ilkeleri hem en uygulam ak olanaksızdı; çünkü ekonom i o yıllarda hem geri bir nitelik gösteriyordu, hem de ülke bir dış ve -so n ra d a - iç savaştan henüz çıkmıştı. Böylece sosyalist bir ekonom inin gelişim i, -iste r istem ez- aşam a aşama olacaktı: "S av aş kom ü n izm i" (1917-1922) adı verilen birinci aşam ada, birtakım devrim ci kararnam elerle "ü retim in tekniği ve işleyişi" düzenlenm ek istenir. A m a -ad ın d an da anlaşılacağı g ib i- hayli güçlüklerle dolu bir dönem dir bu. K uram sal ilkeler -is te r istem ez - bü tün katılığı ile u y gulanır. H er türlü özel m ülkiyete son verilir; pazar, para ve fiyat m ekanizm ası ortadan kaldırılır. Bütün sanayi ve tarım ürünleri toplanarak, bu nlar tüketiciler arasında ay215
nen, her birinin gereksinm esine göre ve harcadığı çaba göz önünde tutulm aksızın pay edilir. Bu denem enin sonuçları çok kötü oldu. Sanayi üretim i azaldı; köylüler kendi hayvanlarını kestiler, karışıklıklar arttı. - "Y en i iktisadi p o litik a" (1922-1928) adı verilen ikin ci aşam a, çok belirli bir geriye dönüş dönem idir. İktisadi faaliyetin canlandırılm asına çalışılır. Sınırlı ve denetim li olm ak üzere, geçici bir dönem için kapitalizm e de yer v e rilir; tarım ile bazı k üçük ve orta sanayi işletm eleri alanın da yeniden özel m ülkiyet kabul edilir. Ö zel ticarete ve onunla birlikte fiyatların sunum ve istem e göre saptandı ğı pazar sistem ine göz yum ulur. Bu deneme üretimin artmasına olanak sağladı ama, bu da, ayrıcalıklı bir sınıfın yeniden doğması pahasına ol du. "Kulak"lar denilen bu zenginleşmiş köylü zümresi, çok geçmeden sosyalist rejimin temelleri için bir tehlike olup çıktı. Ancak, rejim, bu arada kararlılığa kavuşup güçlendiğin den, iktisadi gelişim de "planlı ekonom i" aşam asına geçilir. - 1928 yılında başlayıp bugün de süren planlı ekono m i aşam asında, sosyalizm in tem el ilkeleri çerçevesinde, "B eşer y ıllık" planlarla, üretim ve tüketim arasındaki iliş kiler ve üretim i artırıcı önlem ler ve olanaklar açıklığa ka vuşturulur. Ve yeniden sosyalist ilkelere dönülür. Ne var ki, bu sistem de zam anın gereksinm elerine göre -a z ya da çok sert b içim d e - uygulanm ıştır. Planların genel yönelim i de, rejim in genel politikasının gereksinm elerine göre, za m an zam an d eğişikliklere uğram ıştır. Plan, bir yand an halkın gereksinm elerinin giderilm esi için gerekli görülen üretim in, öte yandan bu am açların gerçekleşm esi için gerekli üretici güçlerin kullanılm asının öngörüldüğü ve em redildiği bir belgedir. Plan, ülkenin hem iktisadi yaşam ım hem kültürel yaşa m ını hem de sosyal yaşam ını kapsar. Plan Sovyetler Birliği'nde ortak bir çalışma ile ortaya çı kar: Onu, merkezde bir kuruluş (Gosplan) ilgili bakanlıklar 216
la ilişki kurarak hazırlar; yetkili sendika, kooperatif ve kuru luşlarda tartışılır, bu arada uzmanların düşünceleri sorulur. Ve plan böylece ortaya çıkar. "Ö zen d irici" nitelikteki kapitalist planlam anın tersine, Sovyet planlam ası "m erk ezî" ve "b u y u ru cu " nitelikler ta şır. Bütün iktisadi kararlar, tek bir kum anda m erkezinde verilir ve böylece ortaya çıkan plan, siyasal otoritenin sü rekli gözetim i altında -h iç b ir tartışm a ve sapm aya olanak v erm ey ecek - bir disiplin içinde yürütülür. D oğaldır ki, üretim araçlarının tüm ünün devletin elinde ya da deneti m inde olm ası da bu nu olası kılm aktadır. Bununla beraber, Sovyet planlam asında, son yıllarda, aşırı m erkeziyetçilikten uzaklaşm a yönünde bazı geliş me ve değişiklikler de göze çarpm aktadır. Libermanizm diye adlandırılan ve gittikçe genişleme eğilimi gösteren bu yeni hareket sonucunda, Sovyetler Birliği'nde -ve bazı halk demokrasilerinde- ekonomik faaliyet lerin büyük bir bölümü, artık tek merkezden planlanmaz ol muştur. Ekonominin yönetiminin daha esnek ve koşullara daha kolay uyan bir biçime sokulması için çalışılıyor. Bu nun yolunun da, sorumlulukların merkezde toplanmasın dan vazgeçilerek dağıtılması olduğu sanılıyor. Aslında, bu gelişmelerin nedenini -bazı planlama uzmanlarının da be lirttikleri gibi- büyüyen, gelişen ve gittikçe karmaşık bir bünye kazanan bir ekonominin tümünün ayrıntılı olarak planlanmasındaki maddi olanaksızlıklarda aramak gerekir. Ne var ki, Sovyet planlamasındaki bu yöntem değişik liğini bir sistem değişikliği olarak da görmemeli: Sovyet planlamasının genel niteliği değişmediği gibi onun uygu ladığı ekonomik düzende de bir temel yapı değişikliği meydana gelmiş değildir. Sanayi Sovyetler Birliği'n d e sosyalist ekonom inin gerçekleşm e ölçüsü ve hızı, sanayi ve tarım kesim lerine göre başka baş ka olm uştur. 217
Sovyet ekonom isinde en kolay ve en çabuk kolektifleş tirm e sanayi kesim inde oldu. Sanayi Sovyet ekonom isinde de işletm eler halinde ör gütlenm iştir. İşletmeler üretim biçimine göre gruplara ayrılmıştır: Aynı faaliyette bulunan işletme gruplarına "tröst" denir: Buğday tröstü, petrol tröstü... gibi. (Bunu, kapitalist sis temdeki tröstlerle karıştırmamalı); birbirini tamamlayıcı faaliyetlerde bulunan işletmeler "kom bina"ları oluştu rurlar (özellikle maden işletmeleriyle ona bağlı metalürji ve kimya sanayilerinde böyledir). Sanayinin kuruluşunda, daha ilk yıllardan başlayarak şu soru ortaya çıktı: "T em el m ad d eleri" veren ağır sanayi ye mi, yoksa "tü ketim m alları" sağlayacak olan hafif sa nayiye m i öncelik ve üstünlük tanım alı? U zun bir süre ağır sanayiye öncelik ve üstünlük tanındı. Çünkü sanayi, hem ekonom inin gerçekten temeli idi, hem kolayca el em eği buluyordu; hem de Sovyetler Birliği'ne kapitalist ekonom i karşısında bağım sızlık sağlayacaktı. A ğır sanayiye tanınan bu öncelik ve üstünlüğün bir so nucu olarak da, işçi sınıfı büyük bir hızla büyüdü ve kent lerin sayısıyla beraber hacm i de genişledi. Ç arlık R usya'sı, sınai üretim hacm i bakım ından, dün yada beşinci, A vru p a'd a ise dördüncü sırada bu lu nu yor du. Sanayi üretim inin bütünü, Ekim D evrim i'nden bu gü ne 60 m isli artm ıştır; artış, üretim araçlarında 141 m isli, tüketim m addelerinde 20 m islidir. Elektrik üretim i, kim ya sanayii ve m akine yapım ı, yani ekonom inin bütünü için de teknik ilerlem enin bağlı olduğu üç kilit sanayi dalı, 1965'te toplam sınai üretim in % 35'in i sağlam ıştır. Bugün Sovyetler Birliği, m aden köm ürü, kok, dem ir cevheri, lokom otif, kereste, çim ento, fabrika ürünü inşaat m alzem esi, yün kum aş, tereyağı üretim inde dünyada ilk sırayı tutm aktadır. Sınai üretim alanında A vrupa'nın bel li başlı kapitalist ülkelerini daha şim diden geçm iştir. Y a kın bir gelecekte B irleşik A m erika'nın bugünkü seviyesi ne ulaşm ası beklenm ektedir. 218
Tarım Sanayi planındaki bu gelişm eye oranla -d a h a yavaş ol m akla b e ra b e r- tarım da sanayileşm eye ve kentle köy ara sındaki farklılıklar ortadan silinm eye başladı. - D evrim in başlarında çıkarılan ünlü "T o p rak lar H akkındaki K ararnam e"nin bir sonucu olarak, bü yü k arazi ler, özellikle K ilise'nin, bü yü k toprak sahiplerinin ve im paratorluk ailesinin arazileri köylere -p a ra sız o la ra k - da ğıtıldı. Bu, toprakta "birey sel m ülkiyet" dönem idir ki, 1927 yılm a değin sürm üştür. Bu dönem geçici olm aya m ahkûm du; sakıncaları vardı çünkü. Ö zellikle iki büyük sakınca görüldü: - Küçük ve orta işletmeler tarımsal yöntemlerdeki modernleşmeye uymuyorlardı. Örneğin, traktör kullanı mı, bu nitelikteki işletmelerde hemen hemen olanaksızdı. - Sosyal planda, kulaklar denilen, "zengin köylü" zümresi ortaya çıkar ve karşı-devrimci bir tavır takınır. Böylece toprakların kolektifleştirilm esi zorunlu olu yordu: 1928 yılından başlayarak buna girişildi. Böyle bir işlem e direnen "k u lak lar" ise -b ira z da sertçe- tasfiye edildiler. - Tarım da ortaya çıkan yeni tem el işletm e "k o lh o z" adını taşır: K olhoz, seçilm iş b ir başkan ve kurulca yön eti len, "k o lek tif" bir tarım işletm esidir. K olhozlarda iş, ko lektif olarak örgütlenir ve gelir de üyeler arasında pay ed i lir. H erkesin payı, gördüğü işe göre hesaplanır. K olhozlar, ürettikleri ürünün bü yü k bir bölüm ünü -d e v le tçe saptanan fiyat ü zerin d en - devlete verir. K arşılı ğında elde edilenin bir bölüm ü, donanım ın yenilenm esi ve yetkinleştirilm esine harcanır; bir bölüm ü de yedek ola rak saklanır. K olhozu n her üyesi, oturduğu evin, küm esinin ve bah çenin "k u lla n m a" h akkına sahip tir ve bu nları dilediğinde işletir. P lan d a öngörülm ü ş m iktarların devletçe satın alınm asınd an sonra, çalışm ası karşılığı payına düşen 219
ü rünleri ve küçük aile ekonom isinden artırdıklarını kolhoz pazarlarında serbestçe “satm a" hakkına sahiptir. (Bu pazarlara gelen ürünün % 10'unun kaynağını bunlar oluşturm aktadır). Kolhozlar, 1929'da tarım daki işletm enin % 3,9'unu tem sil ederken, 1933'te bu oran % 65,6'ya yükselm iştir. Bugün Sovyetler B irliği'nde işlenen toprakların % 96,9'u kolhozlarındır. Sovyetler Birliği'nde, tarım da, kolhozlara koşut ola rak bir de sovhozlar vardır: Bunlar, "d evlet çiftlikleri" olup, doğrudan doğruya Tarım B akanlığı'nca yönetilir. Başlangıçta, sovhozların başlıca rolü kentlerin beslen m e sini sağlam aktı; daha sonra, kolhozlara yeni teknikleri ve yeni tarım kültürünü götürecek birer denem e istasyonu, birer "p ilo t çiftlik" haline geldiler. Bir bütün olarak ele alındığında, tarım kesim inde, 1917'den bu yana büyük gelişm eler olm uş, büyük sonuç lar elde edilm iştir. Ne var ki, Sovyetlerin kendileri de, ta rım daki gelişm elerin sanayideki gelişm elerin gerisinde kaldığını kabul etm ektedir. Tarım daki gelişm eyi daha ile ri boyutlara kavuşturm ak için çeşitli önlem lere başvu rul m aktadır: En küçük kolhozları, daha gelişm iş kolhozlara bağlayarak kolhozları büyültm ek bu önlem lerden biri. Bugün Sovyet tarım ına egem en genel eğilim , toprakta ko lektifleştirm e ilkesini bozm adan, daha yum uşak bir işleyi şi sağlam aya dönük bulunm aktadır. İç ve dış ticaret Kolhoz pazarları b ir yana bırakılırsa, Sovyetler B irli ği'n d e iç ticaret bütünüyle devlet elindedir: Onu bir özel bakanlık yönetir. M am ullerin 2 / 3 'i i devlet m ağazaların da, geri kalanı da kooperatiflerce satılır. Ö nceleri daha çok halk dem okrasileri ve bazı Asya ü l keleriyle olan dış ticaret ve dış iktisadi ilişkiler, şu son y ıl larda daha geniş açılışlara sahne olm aktadır. Sovyetler Birliği, biri 1917, ötekisi U. D ünya Savaşı'ndan sonra olm ak üzere iki kez yeniden kurulm uştur. H er iki 220
kuruluş da, büyük özveriler pahasına, ama yöntem le ol m uştur. Sosyalist ekonom inin tem elleri bugün öylesine güçlü olarak örgütlenm iştir ki, Sovyet yöneticileri, önü m üzdeki 20-25 yıllık dönem içinde, -K ru şçev 'in vaktiyle düşündüğü gibi, "kom ünizm i kurm ak" değil a m a - kom ü nizm in teknik ve m addi tem ellerinin atılacağını ileri süre bilm ektedirler. N itekim , bu am aca yönelen, 1976-1990 yıl larım kapsayacak on beş yıllık bir planın hazırlanm akta olduğu şim diden açıklanm ıştır. SO SYA L TA BLO Sosyalist ilkelere dayanan üretim biçim i ve ilişkileri, Sovyetler Birliği'nde, bütün kurum larıyla -B atı'd ak in d eıı fa rk lı- bir toplum yapısı ortaya çıkarm ıştır. N edir özellikleri bu yapının? Sınıfsız toplum Bugün, Sovyetler Birliği'nde, devrim den önceki eski sı nıf ve züm reler kalm am ıştır: "So y lu lar" sınıfı bütünüyle ortadan kalkm ıştır; "ru h b an " ise, sosyal planda sadece bir m eslektir; "b u rju v azi" bütün biçim leriyle tasfiye edilm iş tir. Devrim yıllarının şu ilkesi üstüne oturm aktadır sosyal gerçeklik: "Y em ek isteyen üretm elidir". Sovyetler Birliği'nde, erkek ve kadın, ancak kendi em ekleriyle yaşarlar ve hiçbir -y o lla - başkasının em eğini söm iirem ezler. Bu bakım dan, insanlar arasında eşitlik sağlanm ıştır. Çeşitli m esleklerin toplum dan edindiği ya rarlanm alar arasında -k ap italist toplum larda g ö rü len uçurum da doldurulm uştur. Ancak, sosyalizm -ç o k ça sanıldığı g ib i- yüzeysel bir eşitçilik dem ek değildir. Sosyalist bir rejim de de, em eğin çeşitli biçim leri arasında bir katkı farkı olduğu kabul edi lir. O rada da, bir işçinin, bir m ühendisin, bir opera sanat çısının toplum a verdiklerinin birbirinden farklı şeyler o l duğu ve böylece em eklerinin farklı biçim de karşılanm ası gerektiğine inanılır. 221
İşte bu farklılıklar, ücret ve gelirler arasındaki farklılığı da ortaya çıkarm aktadır doğal olarak. Ne var ki, bu farklılıklar da birtakım sınırlam alara b ağ lıdır: - Spekülasyon yoluyla kazanç olası değildir. Çünkü, Sovyetler B irliğ i'n d e ne borsa ne de tahvil piyasası vardır. Tek yatırım , olsa olsa, devlet istikrarları için olabilir. - G enellikle zorunlu gereksinm e m addelerinin fiyatla rı düşük, onun dışında kalanların fiyatları ise yüksek tu tulm uştur. Böylece, herkes kısa dönem de zorunlu gerek sinm elerini karşıladığına ve onun dışında kalanların satın alınm ası da büyük tasarrufları gerektirdiğine göre, bir yerde aileler için para biriktirm ek bü yü k bir önem taşım a m aktadır. - Son olarak, bireyin sosyal planda yükselm e olanakları, -özellikle herkese açık eğitim örgütü ile - en geniş ölçülere vardırmıştır. Bir işçi ya da köylü çocuğu -kapitalist ülkeler de olduğundan çok daha kolaylıkla- bir teknisyen, bir m ü hendis, bir profesör... olabilir. Öte yandan, çalışma yöntem lerinin sürekli olarak geliştirilmesi, otom atizasyonun ilerle m esinin daha alt düzeyde olan görevleri gitgide en aza indi receği ve gerçek eşitliğe yaklaştıracağı söylenmektedir. Ö zetlem ek gerekirse, 1917 öncesinin aşılm az duvarlar la bölünm üş toplum undan sınıfsız bir toplum a geçiş, Sovyetler B irliği'n d e güç ve nazik sorunlar ortaya çıkar m ıştır. Bu sorunların -ç e şitli çabalara k a rşın - bugün de bütünüyle çözülm üş olduğu söylenem ez. A m a 1917'den bu yana çok büyük m esafeler alındığı da bir gerçektir. Sosyalizm , halkın yaşam a düzeyini gitgi de yükselterek, konut, sağlık ve eğitim gibi tem el yaşam sal sorunları -b ü y ü k ö lçü d e - çözerek kapitalizm e olan ü s tünlüğünü tanıtlam ıştır. H alkın yaşam a düzeyi yükselm ekle Sovyetlerin burjuvalaşacağı ya da burjuvalaştığı hakkında ileri sürülenler -ilk e o la ra k - yanlıştır. Y aşam a düzeyi yükselm ekle burjuvalaşm ak arasında bir ilişki kurm aya olanak olm asa gere kir. G erçi, Sovyetler Birliği'nde, "bü ro k ratlar" ve "tek n o k ratlar" diye adlandırılan, -h a lk çoğunluğuna o ra n la - da ha refah içinde bir "azın lık " görülm ektedir. A ncak bu nla 222
rın refahı -h e r şeye k arşın - kişisel yetenekleri ve toplum a yaptıkları hizm etle orantılıdır. A yrıca, herhangi bir ayrı calıkları, hukuksal ya da iktisadi bir üstünlükleri olm adı ğı için sınıf sayılm azlar. Aile, kadın ve çocuk 1917 Ekim D evrim i'nden hem en sonra, -ç e şitli etkiler le - aile kurum u parçalanır hale geldi: Bir yandan, bütün baskıların ortadan kaldırılm asını ve "ö zg ü r aşk "ı savunan bazı anarşistler, öte yandan toplum un içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal koşullar, aileyi bir süre sarstı ve h ırp ala dı. Evlenm e ve boşanm a işleri -o la b ild iğ in ce - y alınlaştı rıldı. Ç ocuk aldırm ak -b a z ı k o şu llard a- serbest bırakıldı. N e var ki, koşullar iyileştikçe, ailenin güçlend irilm esi ne çalışıldı: 1936'da çocuk düşürm ek yasaklandı ve aynı zam anda gebe kadınlara devletin ilgisi ve yardım ı artm a ya başladı. A na-baba, çocuk üzerinde bakım ve özen h ak kını elde ediyordu; baba da bir "sosyal eğ itici" idi. 1944 yılında aile ile ilgili olarak çıkarılan bir kanun, ev lenm e kurum una yeniden büyük değer veriyor. A m a ev lenm e dışı doğan çocuk ve anası da m addi ve m anevi ola rak korunm akta ve yardım görm ektedir. Sovyet rejim inin ilk yaptığı şeylerden biri, kadını bü tü nüyle bağım sız hale getirm ek olm uştur. K adına, yalnız siyasal ve m edeni haklar tanınm akla ka lınm am ış, toplum yaşam ıyla bütünleşm esi sağlanm ıştır onun. Kadın, aynı zam anda, bütün üretim faaliyetlerine katıl m aktadır: K adınlar, kolhozlarda, tarım sal yaşam da çok et kin bir rol oynadıkları gibi, m aden sanayiinde çalışanların -a şa ğ ı y u k a rı- % 30'u kadınlardan oluşm aktadır. Bu, sa nayi kapitalizm inin ilk zam anlarında olduğu gibi iktisadi zorunlulukların ve söm ürülm enin değil, doğrudan doğ ruya kadının bağım sızlığının bir sonucu. Sovyetler Birliği'nde, büyük b ir nüfus artışı vardır. Başta, doğum lardaki fazlalıktan ileri geliyor bu. Çocuk, devletin doğum evlerinde doğar. Buraları parasızdır. K a dın, çifte bir role sahip olduğundan, yani hem "ü retici", 223
hem "a n a " olarak görüldüğünden, doğan çocuğun bakı m ına, pek çok sayıda kreş ve çocuk bahçeleriyle devlet, büyük ölçüde yardım cı olm aktadır. K reş ve çocuk bah çe leri kentlerden köylere, kolhozlara değin yayılm ıştır. D ört beş yaşm a değin kreşlerde bü yü tülen çocuklar, okul çağına dek çocuk bahçelerinde vakit geçirirler. Sovyetler Birliği'nde, bütün sosyalist ülkelerde olduğu gibi, çocuk birinci planda gelir. A yrıcalıkların kaldırılm ış olduğu bir toplum da, belki tek ayrıcalıklı kişidir o. Çünkü çocuk, ana-babanın değil, toplum un m alıdır da ha çok. Bütün bir gelecek yatm aktadır onda. Toplum un üzerine titreyişi de bu yüzden. Eğitim ve bilim sel araştırm a Ç arlık R usyası'nda çocukların ve yetişkinlerin hem en hem en beşte dördü okum ak olanaklarından yoksundu. R usya'da yapılan 1897 genel nüfus sayım ına göre, dokuz yaşında ve daha yukarı yaşta olup da okum a yazm a b il m eyenlerin oranı, nüfusun % 76'sını buluyordu. K adınlarda % 88'e yükseliyordu bu oran. Ekim D evrim i'nden sonra, eğitim sorununa, rejim in gelişm esi ve sağlam laşm asında doğrudan katkısı olan bir sorun olarak bakıldı. 1920'lerde Lenin şöyle diyordu: "B ir anlam da, kom ünist toplum u yaratm ak görevi gerçekten gençliğe d ü şecektir." Ö te yandan iktisadi ham le ve geliş me, eğitim in yayılm asını zorunlu kılıyordu. Bugün, Sovyetler B irliği'n de okum a yazm a bilm eyen tek insan kalm am ıştır. Eğitim tam am ıyla "la ik "tir. O kullarda dinsel eğitim i, anayasa açıkça yasaklam ıştır. Eğitim - 1 4 yaşına d eğ in parasızdır da. Ö zellikle yükseköğretim de, geniş bir burs sistem i uygulanır. Ü niversite öğrencilerinin halen dörtte üçü devletten para yardım ı görm ektedir. Bunun gibi, üni versite öğrencilerinin hem en hem en yarısı işçi ve köylü çocuğudur. Asıl dikkati çeken de bu galiba. Lenin, iktidarı ele geçirdikten 5 ay sonra, yani 1918 N i 224
sanı'nda, ünlü "B ilim sel ve teknik çalışm alar için bir plan taslağı" kalem e alır. Bu taslakta, bilim in üretim le sıkı bir iş birliği içinde gelişm esinin yollarını çizer. Bu anlayışla ele alınan bilim sel gelişme, Sovyet iktidarının -ku rulu şundan bu y a n a - en önem verdiği sorunlardan biri olm uştur. Bunu rakam larla gösterm ek olası. 1914'te Çarlık Rusyası'nda, bilimsel araştırıcıların sa yısı 10.200 idi; bu rakam, 1940'ta 98.300'ü, 1986'da ise 711.000'i bulmuştur. Sovyetler Birliği'nde yalnız fizik ve matematik alanlarında çalışan bilimsel araştırmacıların sayısı 60.000'den fazladır. 1966'da 16.600 bilimler doktoru (bizdeki profesör kar şılığıdır. Bunlardan kimi yalnız bilimsel araştırma işlerin de çalışır, kimi üniversitelerde öğretim üyeliği yapar. Her iki işi birlikte yapanlar da olur); 152.300 bilimler doktoru adayı (bizde doçent karşılığı) vardı. Bunların dışında, araştırma merkezlerinde ve yükseköğretim kuramların da, halen 90.000'den fazla asistan çalışmaktadır. Bugün, yeryüzündeki her dört araştırıcıdan biri Sovyetler Birli ği'nde bulunmaktadır. Kadınlar, Sovyetler Birliği'ndeki araştırıcıların % 40'ını oluşturur; içlerinde binden fazlası, Bilimler Akademisi üyesi ve üniversite profesörüdür. 1914'te bilimsel araştırma merkezlerinin sayısı 289'du; bu rakam, 1940'ta 1.821'e ve 1965'te 4.724'e yükselmiştir. Bilimin gelişmesi için devletin ayırdığı meblağ, 1943'te 113 milyon ruble (1 ruble aşağı yukarı 1 dolardır), 1950'de 524 milyon ruble ve 1955'te 4 milyar 265 milyon rubledir. 1917'de Bilimler Akademisi'ne bağlı 52 araştırma mer kezi vardı; bunlarda, 45'i akademisyen olmak üzere, 154 araştırıcı çalışıyordu. 1965 sonunda ise, Akademi'ye bağ lı araştırma merkezlerinin sayısı 193'e, araştırıcıların sayı sı da -538'i Akademi üyesi olmak üzere- 25.000'e yüksel miştir. Devrimden önce araştırma merkezleri, Petersburg'da ve Moskova'da toplanmıştı; oysa bugün bütün Sovyetler Birliği'ne yayılmıştır bu merkezler. 225
f
Din sorunu M arksizm le din uzlaşam az. Öyle olduğu içindir ki, daha 1919'un O cak ayında, Sovyet rejim i bu konuda kesin tavrını almış, devletle kiliseyi birbi rinden ayırarak, yurttaşları da istedikleri dine inanm akta -y a da inanm am akta- serbest bırakmıştı. Ne var ki, uygulam a da, Çarlık rejimini tutan bir kısım ruhban sert yaptırımlarla karşılaşırken, "M ilitan Tanrıtanımazlar D em eği"nin öncülü ğünde yoğun bir din aleyhtarı propaganda yürütülmüştür. O laylar, 1924'ten başlayarak norm ale dönm üş, 1929 yı lında, bir dine inananların toplantı ve dernek kurm aları kabul edilm iştir. 1936 tarihli anayasaya da bu konuda şu hüküm konulm uştur: "Y u rttaşlara vicdan özgürlüğü sağ lam ak için, Sovyetler B irliği'nde K ilise ile devlet birbirin den ayrılm ıştır; dinsel ayin ve ibadette bu lu nm a özgürlü ğü ile din aleyhtarı propaganda özgürlüğü bütün yurttaş lara tanınm ıştır." 1943 yılında O rtodoks K ilisesi'nin kendisine bir patrik seçm esine ve ruhani m eclis kurm asına m üsaade edilm iş tir. Bugün, K ilise ile devlet arasındaki ilişkileri özel bir ku rul düzenler. Yeni 1977 A nayasası da, dinle ilgili olarak şu hükm ü koym aktadır: "So vy etler Birliği yurttaşlarının vicdan öz gürlüğü, yani herhangi bir dine inanm a ya da hiçbir dine inanm am a, dinsel gereksinm elerini yerine getirm e ya da tanrıtanım az propaganda yapm a hakkı güvence altında dır. D insel inanışlar dolayısıyla düşm anlık ve nefret uyan d ırm ak y asaktır" (m. 52). Ve eklem ektedir: "Sovyetler Bir liği'n d e kilise devletten ve okul kiliseden ayrıdır." D enebilir ki, bugün, Sovyetler Birliği'nde, din bireylerin kendilerine ait "özel bir sorun" dan başka bir şey değildir. ED EBİY A T VE SA N A T Sosyalist kültürün doğuşu ve dayanakları Bütün bu Rus edebiyatında çokça rastlanan bir Slav ti pi vardır: Yarı-gerçekçi, yarı-uzlaşm az, duruksun, yeltek, 226
çok kez eylem e p ek yanaşm ayan bir tip... Ne var ki, 1917'lere gelirken, iktisadi ve sosyal gelişm e ler bu tipi hayli değişikliklere uğratm ıştı. A m a asıl 1917 Ekim D evrim i'd ir ki, bu tipin yaşad ığı koşulları altüst eder ve onu daha köklü biçim de değiştirir. N asıl Fransızlar 1789'la yeni bir dünyaya girm işlerse, 1917'de de Rus insanı yeni bir dünyaya girm iştir: İç savaşın çetin yılları, sosyalizm in kuruluşu, sonra yeniden savaş, -a c ın ın ve ıs tırabın payı ne denli büyük olursa o lsu n - her biri başarıy la biten bü tün bu olaylar, yen i bir insan tipini de biçim len diriyordu beraberinde. M arx ve Engels, daha 1848'de, Kom ünist Parti M anifes tosu'nd a, "E m ek çilerin yurdu y o k tu r" diyorlardı. Sosya lizm , R usya'yı, başta Sovyet em ekçileri bir yurt yapm ıştı. Bu "S o v yet yu rtseverliği"ni bü yü k şair M ayakovski, da ha ihtilal dönem inde selam lar ve alkışlar. Ö zellikle II. D ünya Savaşı'n d a faşizm in istilası ve o istilaya karşı kaza nılan bü yü k zafer, bu yurtseverliği daha da güçlend irm iş tir. H ele Sovyet tekniğinin, uzay çapında fetihleri gerçek leştirm esi, Sovyet insanında gururu ve rejim e bağlılığı da ha da artırm aktadır. Bütün bu gelişm eler, yeni b ir ahlakı, kişiyi kendinden önce toplum u düşünm eye yönelten, em eği yücelten ve ge rektiği yerde özveriye götüren bir "S o v yet ahlakı"nı da oluşturdu. Bu gelişm eler, aynı zam anda yeni bir kültürü de geliş tirdi. Bu kültür, geçm işi yadsım az, zorunlu olarak sosyal am açlara yönelm iştir. Ve bu yeni kültür anlayışı içinde, edebiyat, L en in 'in deyim iyle "u lu sal bilincin ay n ası" ol m uştur: Şiir ve özellikle rom an, uzun zam an devrim in te m alarını, sosyalizm in kuruluşunu işlem işler, 1945'lerden sonra da savaşı ve sonuçlarını ele alm ışlar ve bugün de al m aktadırlar. 1932 yılından beri kullanılan bir deyim le, "sosyalist g erçek çilik ", -zam an zam an hayli dar b ir b i çim de yorum lanm ış da o ls a - özellikle rom anda büyük eserlerin ortaya çıkışını hazırlam ıştır. N edir "so sy alist g erçekçilik"? Sovyetler Birliği'n d e doğduğu ve daha sonra diğer sos yalist ü lkelerde geliştirildiği biçim iyle, sosyalist gerçekçi 227
lik, "san at için sanat" anlayışına, biçim ciliğe, soyuta ve iz lenim ciliğe karşı çıkar ve ulusal sanata, halk sanatına, folklora yönelir. Bir başka deyim le, sanat, "sosy al bilin ç"in bir biçim i, bir öğretim aracı, "içeriğ iy le proletaryacı, biçim iyle u lu sal" olur. Sosyalist gerçekçiliğin kaynaklan, Rusya'da, 19. yüz yılda, Bielinski, Çernişevski, Herzen, Plekhanov'a değin uzanır. Ama onun en ateşli savunucularından biri Mak sim Gorki oldu. A. Jdanov, bu görüşü özel olarak işledi. Ama hayli darlaştırdı da bunu yaparken. Sosyalist gerçekçilik, özellikle sanat ve kültür kavram larına, sosyal ve iktisadi altyapıya ve bu yapının gelişm e siyle ortaya çıkan çelişkileri yansıtan birer üstyapı kuru mu olarak bakan M arksist görüşe sıkı sıkıya bağlıdır. Sosyalist gerçekçilik anlayışının bir sonucu olarak, ör neğin resim , sanat kaygısının yanı sıra, büyük halk kitle lerini aydınlatm ak ve eğitm ek am acını gütm üştür. Kapalı (herm etique) edebiyat m ahkûm edilm iş; soyut sanata karşı çıkılm ıştır (örneğin Picasso, M atisse, "b içim ci" olarak kar şılanm ıştır). Bunun gibi çetin m üzik de saldırıya uğram ış tır (Prokofiev ve Şostakoviç de bu saldırıya u ğrayanlar dandır). A ncak son yıllarda bütün bu alanlarda bir y um u şam a açıkça göze çarpm aktadır. Bundan yararlanan bir "gen ç ressam kuşağı" büyük bir gelecek vaat ediyor. Sovyetler B irliği'nde açıkça bir kitle sanatı olan sinem a da, gerçekten de eserler ortaya konm uştur ve bugün de konm aktadır. Lenin, "sin em a, sanatlar arasında en fazla işim ize yarayacak olan d ır" diyordu. Bu alanda da bü yü k tarihsel ve siyasal oluşum ları yansıtan bir dönem den - ö r neğin A yzenştayn'm film leri bu dönem in tem silcileridir-, insani görünüşü ele alan bir dönem e geçilm iştir. Edebiyat 1917'den önce, R usya'da, bü yü k bir "gerçekçilik gele neği" kurulm uştu. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca, Rus edebiyatının büyük 228
adları, Gogol, G onçarov, Sçedrin, O strovski, Turgenyev, D ostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki ve daha başkaları ger çekçiliğin şaheserlerini ortaya koydular. Şiirde de öyle. 19. yüzyılın, P uşkin'le Lerm ontov'dan sonra en büyük şairi olan N ekrasov'da doğrudan doğruya halk vardır. Savaş, Çarlığın yıkılm ası ve sosyalizm in iktidara gel m esi, edebiyatı -is te r istem ez- etkiledi. Gerçi ünlü bazı yazarlar göçtü, bazıları da sustu. A m a buna karşılık, bü tün güçleriyle devrim i dileyenler yeni edebiyata sağlam kadrolar kazandırm ak için didindi durdular. G orki'nin oynadığı rol bu bakım dan pek önem li ol m uştur. Etkin ve içten bir devrimci olan Maksim Gorki, ro manlarında olduğunca, sahne eserlerinde de, Ekim Dev rimi öncesi ve sonrasının sosyal yaşamını, tarihsel dönü şümleri kapsayan süreci içinde, "çok yönlü" ve "drama tik" bir üslup ile yansıtmıştır. Yalnız sanayi emekçileriy le köylüler arasındaki devrimci kaynaşmayı göstermekle kalmamış, büyük ve küçük burjuvazinin, iııtelligeııtsia'mn o çağdaki geniş bir tablosunu çizmiştir. Devrim öncesi Rusya'nın "İnsanlık Komedyası"dır yazdığı onun. Ne var ki, Gorki, yeni Sovyet insanının gelişimini sez di ve gördü, ama tipik Sovyet insanını betimlemek olana ğını bulamadı. Bunu, onun ölümü sırasında yetişmekte olan Ehrenburg, Simonov, Polevov, Şolohov gibi -çok bo yutlu- yazarlar gerçekleştireceklerdir sonradan...2 D evrim in ateşli şiirini M ayakovski (1893-1930) yazdı. D evrim in en büyük ozanı gerçekten o'dur. "P u gaçev İsyan ı"n ı destanlaştıran genç Y essenin (1895-1925), şiirin, o sı ralarda bir başka büyük adıdır. Lirik şiirler yazan Boris Pasternak, sonra bir rom an verecektir: D oktor Jivago. Usdışı şiirleriyle V ladim ir K lebnikov'u (1885-1922) da unut m am alı. D oğm akta olan sosyalist edebiyatın ilk büyük yazarla- Zühtü Bayar, "G orki ile Lukacs", Yeni Ortanı, 19 M art 1973.
229
rı iç savaşta yetiştiler ve savaşı izlediler: İvanov (Zırhlı Tren) ve Babel (Kızıl Süvari), eserlerini cephede kalem e al dılar; Furm anov ve Fadeyevz (Ç apayev), savaşta görevleri nin bilincine varm ış tipler çizdiler; on yıl sonra Şolohov, iç savaştan bir bü yü k tablo yaratacaktır: Ve D urgun A kar dı Don. 1925-1930 yılları, Sovyet edebiyatı için bir dönüm nok tası olur. İlk beş yıllık plan bireylere, ülkenin kalkınm asın da bir görev yüklüyordu. Yazarlar da bu görevden k açın m adılar; gerek nazım gerek nesir olarak, ülkenin h arcad ı ğı dev çabayı yansıtm aya çalıştılar. B irçok yazar, kendile rine bir fabrika, bir şantiye, bir tarım alanı seçerek bu ralar da çalışanları övdüler. Sonuçta belgesel değeri çok yüksek -v e b elli b ir ed ebî değeri de o la n - eserler verildi: G ladgov'un Çimento'su, Şaginyan'ın rom anları... Bunun gibi, K ateyev'in kom edileri bü yü k başarı ka zandı. Edebiyat ve sanatta yeni görüş, "sosyalist gerçekçi lik ", işte bu sıralarda doğm aya ve gelişm eye başlar. Stalin, 1934'te, yazarları, "in san ruhunun m ü hendisleri" ola rak ilan eder. İnsanlar ve olaylar, gerçi içtenlikle, am a b i raz da O rtodoks bir anlayışla ele alınacaktır. II. D ünya Savaşı başlarken, Sovyet edebiyatında büyük adlar belli olm uştur: A. Tolstoy, İlya Ehrenburg, Leonid Leonov, A. Fadeyev, M. Şolohov, N. O strovski... II. D ünya Savaşı'm n yaklaşm asıyla, yurt düşüncesi, yurtseverlik yeniden ön plana çıkar. Yazarlar, faşizm in is tila ettiği bölgelerdeki yaşam ı ve savaşanların unutulm az direnişini anlatarak askerlerin ve halkın m oralini yükselt tiler. O savaş sırasında ortaya çıkan büyük yazar Sim onov olm uştur. II. D ünya Savaşı'n d an sonra yeni adlar da ken dini gösterecektir: Fedin, A gayev, Babayevski... 1955 tarihli Sovyet Y azarlar K ongresi ile 1936 yılındaki K om ünist Parti 20. Kongresi, edebiyatta çeşitli eğilim leri, yeni açılışları haber verir. Sosyalist gerçekçilik üstüne tar tışm alar sürer; am a Jd an o v'u n kuralları da geçerli olm ak tan çıkm ıştır. Yeni yazarlar, yeni şairler çıkar ortaya. Rom anda bir Soljenitsin, şiirde bir Y evtuşenko ve da ha başkaları... 230
Sovyet edebiyatında sivrilenler yalnız Slav ırkından olanlar değil kuşkusuz. Slav olm ayan öteki Sovyet h alkla rı da büyük şair ve yazarlar yetiştirm iştir: K ırgız Cum huriyeti'nden bir C engiz A ytm atov, yalnız Sovyetler Birliğ i'n d e değil, bü tün dünyada ünlü. A zerbaycanlI Resul Rı za, Sovyetler B irliği'n in en bü yü k şairleri arasında anılır. G erçekten de bü yü k bir şairdir o. Sanat R usya'da sanat, 10. yüzyıldan Büyük Petro'ya değin, özellikle Bizans'ın, Hıristiyanlığın ve geleneklerin etkisindedir. 1700'lere doğru, siyasette olduğu gibi sanatta da, -h em en hiçbir yerde eşine rastlanm ayan- büyük değişik likler başlar. D inden kopan sanat, gerçekçi bir görünüş alır. Ve Batı A vrupa biçim lerine bağlanır giderek. 1917 Ekim Devrim i, Sovyetler B irliği'n de sanat yaşam ı nın bütünüyle değişm esine yol açtı. D ışarıyla ilişkisini ke sen ülke, yüzyılın başında birçok Rus sanatçısının da b e nim sediği estetik öğretilerin dışında kaldı. D evrim cilerin b ir süre desteklediği genç yenilikçiler (Kandinskiy, Chagall, M aleviç, Pevsner, A rşipenko... vb.) daha Lenin'in ölüm ünden önce Sovyetler B irliği'nde eserlerini sergile m ekten vazgeçtiler. Fransa'ya ya da Birleşik A m erika'ya göçtüler. Yeni toplum da, sanatçının göreviyle geleneksel sanat anlayışı bağdaşm ıyordu: Sanatçının rolü, yeni bir dünya nın kurulm asına katılm ak, eğitici, inandırıcı ve yararlı olm aktı. Bireycilikle kolektivizm arasındaki tem el ideolo jik uyuşm azlığın, sanat alanında da kendisini gösterm e m esi olanaksızdı. Ne var ki, gelişm e ve evrim , -a ra ç ve gerece doğrudan doğruya bağlı o la n - m im arlık ve şehircilik alanında en belirli biçim de kendini gösterdi. Başka yerlerde özel yapılara kurban edilen şehircilik, Sovyetler Birliği'nde tartışılmaz bir biçimde gelişti. 1933'ten sonra mimarlık eğitimi yeniden örgütlendirildi. Daha bilimsel bir hal aldı ve Güzel Sanatlar Akademisi'231
nin öğretiminden ayrıldı. Sovyet mimar-mühendisleri, rasyonel inşaat yöntemleri uyguladılar; birçok yeni kent ler, Moskova çevresinde ve Sibirya'nın en uzak illerinde uydu kentler kurdular. 1954-1957 yıllarından beri mesken programlarının genişlemesi ve geçmiştekinden daha id dialı binaların yapılması, sanayileşmiş mimarlığın ilerle mesine yol açtı. Aynı zamanda, şehircilik anlayışı değişe rek, sokaklara sırayla dizilmiş binaların yerini ara yollar la çevre yollarına bağlanan bahçeli ev toplulukları aldı. Y eni rejim , resim ve heykelde de, ulusal sanat gelenek lerini geliştirm e yolunda, birçok bü yü k eserin ortaya çık m asına olanak hazırlayan koşullar yaratm ıştır. Bu eserler, bu gü n yalnız Sovyetler B irliği'n de değil, onun dışında da beğenilm ekte ve takdir edilm ektedir. Ö rneğin, yaratıcılık ları, Sovyet görsel sanatlarının daha sonraki gelişm esine de yardım cı olan K orin, D eyneka, Favorski, N esterov, K onçalevski gibi ressam lar, Erm enistan ressam larından K ılıçev, A zerbaycanlI sanatçı Salahov, Ö zbekistanlı sa natçı Tansıbay ve daha birçok sanatçı bu gelişm e ve olu şum a katılm ışlardır. Ö zetlem ek gerekirse, Ekim D evrim i, Sovyetler Birli ği'n in tüm halklarının sanatlarına çok yönlü ve gür bir ge lişm e olanağı sağlanm ıştır. M üzik 19. yüzyıldan önce, Rusya'nın, üstünde önem le durula cak, kendine özgü bir sanat m üziği yoktu. İtalyan ve Fran sız operacıları, A lm an konser m üzikçileri R usya'n ın m ü zik yaşam ını dışarıdan besler dururlardı. N apolyon savaşlarının etkisiyle uyanan ulusal bilinç, edebiyatta gerçekçi, halka yönelen bir eğilim i geliştirir ken, m üzikte de G linka ile D argom iyski'yi ülkenin halk m üziğine yöneltm iştir. Müzikte, ulusal bir Rus okulu kurmayı başaran beste ci diye Glinka (1804-1957) gösterilir. Onun hedefi, Rus halk şarkılarıyla Batı müzik yazısını birleştirmekti. Ve birleştirmiştir. 232
G linka ile D argom iyski'yi, "R u s B eşleri" adıyla anılan bir bölük besteci izler: B alakirev (1837-1910), Cesar Cui (1835-1918), R im sk i-K o rsak o f (1844-1908), M usorgski (1839-1881), B orodin (1838-1887). Beşler öbeğinin çok daha seçkin bir çağdaşı Çaykovski (1840-1893), R us m illiciliğini yansıtm ayan, yabancı eğilim lerin, özellikle A lm an etkisinin sim gesi bir besteci olarak gösterilir. Rus olm aktan çok A vrupalıdır o! Ekim D evrim i'n den sonra, m üziği halka indirm ek iste ği, halkın anlam ayacağı sanılan deneyim lere bir bakım a set çekm iş, Sovyet bestecilerinin araştırıcı çalışm alarını -b ir ö lçü d e - engellem iştir doğrusu. Bununla beraber, Sovyetlerin ileri gelen bestecilerinde, yaratışın önüne çıkarı lan bazı engellerin dışına doğru taşm a istekleri de görül m ektedir. Ç ağdaş Sovyet bestecileri arasında ilk akla gelen büyük adlar şunlardır: Sergey Prokofiyef (1891-1953), u nu tul m az Leningrad Senfonisi'n in bestecisi D im itri Şostakoviç (1906-1975), N ikolai M iyaskovski (1881-1950). Eserlerin de bir yand an Erm eni h alk m üziğini, öte yandan Çayk ov ski'ye bağlan an Rus rom antizm i geleneğini yansıtan A ram H açaturyan (1903-1978) bü tün dünyada haklı bir ün kazanm ıştır. A z erb a y ca n lI b esteci K ara K arayef de öyle. G eleneklerini daha Ç arlık R usyası zam anında kurm uş ve B atı'd a bü yü k bir saygınlık kazanm ış olan B ale, Sovyetler B irliğ i'n d e bu gü n de en gözde sanat dallarından b i ridir ve günden güne yayılm akta ve zenginleşm ektedir. D A H A Ç O K BİLGİ Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, Macaristan, İstanbul, 1965. Ataol Behramoğlu, "Yazın Akımları Açısından Rus Yazınına Genel Bir Bakış", Türk Dili 1981, sayı 349, s. 372-401. A. Fadeyef - E. Çerminski - G. Golikof, Sovyetler Birliği'nde Sosyalizmin Kuruluşu (çev. Şerif Hulusi), İstanbul, 1966. P. N. Fedoseyev, Günümüz Dünyası ve Leninciliğin Sosyalist 233
Devrim Teorisi (çev. N. Özkan), İstanbul, 1978. Nadir Nadi, İki Sovyet Rusya, İki Polonya (gezi notları), İstan bul, 1978. Varlık Özmenek, İşte Sovyetler Birliği (SSCB gezi izlenimleri), Ankara, 1980. İlhan Selçuk, Sovyetler, İran, Amerika İzlenimleri, İstanbul, 1976. Atilla Tokatlı, Sovyet Şairleri Antolojisi, İstanbul, 1968. OKUM A SO V Y ET SİN EM A SI Sinemanın Rusya'ya girişi Çarlık yönetimi sırasında oldu. İlk Rus filmi 1908'de çevrildi. Rus sinema tarihinin devrim öncesi bu dönemi üzerinde söylenebilecek olan, bazı ünlü edebiyatçı ların yapıtlarının sık sık sinemaya uyarlandığıdır... Bu dö nemde Rusya'da 2000'i aşkın film yapıldı. Devrim, Rus sinemasının bu "burjuva" dönemine son verdi... İç savaş, bir süre sinemanın unutulmasına sebep oldu. Yeni Sov yet hükümeti, bir süre sonra, üstünde durulmayan ve gerektiğin ce önemsenmeyen bir alan olan sinemaya el attı. "Sinema, bizim için sanatların en önemlisidir" diyerek, bütün sanat dalları için de yeniliği, özellikleri, yaygınlığı, yığınları etkilemesiyle sinema nın işlevine ve geleceğine dikkati çeken Lenin'in hükümeti, 1919 Ağustosu'nda sinemayı devletleştirdi. 1922'de, daha da geliştiri lecek olan Devlet Yüksek Sinema Teknik Okulu kuruldu. Dziga Vortov, Lev Koloşov, Sergey Mihayloviç Ayzenştayn, Vsevolod Pudovkin, Aleksandr Dovçenko gibilerin oluşturdu ğu genç kuşak, kısa bir süre içinde Sovyet sinemasını -sesli fil min gelişine değin sürecek olan- altın çağına ulaştırdı. ...1924'te toplanan 13. Parti Kongresi'nde sinemaya yeni bir düzen verildi. Sovyet sinemasının devrim döneminin başeserleri bundan sonra çevrildi. Ayzenştayn, ilk filmi olan Grek'in (1925) ar dından "bütün zamanların en iyi filmi" olarak nitelenen Potemkin Zırhlısı’m yaptı. 1905'te Potemkin zırhlısının Çar'a karşı ayaklamşını, "şaşırtıcı bir yalınlık içinde veren, başoyuncu olarak kitleyi kullanan, büyük bir çerçeveleme, sahne düzeni, ritim duygusu ta şıyan, kurguyu en gelişmiş biçimiyle uygulayan" Potemkin Zırhlı 234
sı, bugüne değin aşılamayan bir film olarak kaldı. Ayzenştayn'ın tersine bireyi öne alan, bireyle toplum arasındaki çatışmaları ince leyerek yeni rejimin gerçeklerini sinemaya uygulayan Pudovkin de, Gorki'nin romanından sinemaya uyarladığı Ana (1926) ile ba şarı kazandı... "Sinemanın en büyük şairi" Dovçenko da Zvenigora (1928), Cephanelik (1929) ve Toprak (1930) gibi en güzel eserlerim bu dönemde verdi. 1930'larda sesin sinemaya girmesiyle Sovyet sinemasının altın çağı sayılan devrim dönemi sona erdi. Sovyet sinemacıları bir süre sese karşı durdular... Ayzenştayn ve Pudovkin'in tersine, sesli film karşısında du raksamayan Vertov, 1934'te Lenin Üzerine Üç Şarkı adlı belge fil minde folklor şarkılarım ustaca kullandı. Nikolay Ekk'in Hayat Yolu (1931), Sergey Yukoviç'in Altın Dağlar'ı (1931), Yutkeviç ve Frederik Ermler'in Karşı Plan'ı (1932) sesli filmin ve sosyalist gerçekçiliğin ilk başarılı örnekleri oldular. Ama sosyalist ger çekçilik anlayışının en kusursuz örneği ve ilk büyük sesli Sov yet filmi, Vasilyev kardeşlerin Çapayev'i idi (1934). Çapayev, Potemkin kadar ün kazandı. Que Viva Mexico'dan sonra Ayzenştayn'ın Rusya'ya dönü şünde çevirmeye başladığı Bejin Çayırı da (1936) bitirilemedi. 1938'de çevirdiği Aleksandr Nevski'de Ayzenştayn, Rus tarihinin eski yapraklarını çeviriyordu... (Onun) ardından Korkunç İvan geldi... Korkunç İvan (1944-45), bütün sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri oldu. Pudovkin de, Ayzenştayn gibi bir süre tarihsel konulara yöneldi. Savaştan sonra sarsılan sinemanın durumunu yeniden dü zeltmek amacıyla çeşitli çalışmalar yapıldı... Sinemanın büyük ustaları Ayzenştayn, Pudovkin, Dovçenko, Vertov gibi sinema cılar art arda göçüp gittiler. Stalin'in ölümüyle sinemacılar üzerinde uygulanan "düşün ce kontrolü" yavaşladı. "Buzların çözülüşü" diye adlandırılan serbestleme hareketi, Parti'nin 1956'daki ünlü 20. Kongresi'nde Kruşçev'in kişileri putlaştırma tutumuna çatan konuşmasıyla büsbütün kuvvet kazandı. 1954-58 arasında, eski ve orta kuşak sinemacıların yanı sıra yer alan yeni bir kuşak, Sovyet sinema sının tarihsel gelişimi içinde, kısır, verimsiz bir dönemin kapan dığını, propagandadan, siyasal güdümlerden, özgür anlayışla ra, kişisel eleştirilere kayan bir yaratma bağımsızlığım tanıyan ve kabullenen yepyeni bir dönemin açıldığını haber veriyordu. 235
Bir "yeni dalga" şeklinde ortaya çıkan genç kuşakla Sovyet sineması yeniden canlandı. Öteden beri, öze biçimden daha faz la değer veren anlayış, böylece genç sinemacılarla biçime de öz kadar değer kazandırdı. "Halkın yaşama ve çalışma isteğini ar tırmak, olumlu kahramanlarla seyirciye toplumsal ideal kav ramını vermek, halkın beğenisini eğitmek" amacı genç kuşa ğın eserlerinde başarıyla uygulandı. "Geçmişi eleştiren, bu günün gözüyle dünün gerçeklerine bakan" genç sinemacıların uluslararası ilk yüz akı Sergey Samsanov'un Çehov'dan uyarla dığı Ağustos Böceği (1956) oldu. Sovyet sinemasında yenilerin meydana getirdiği bu canlı dönemin ilgi çekici filmleri, eskiler den Yutkeviç'in Othello'su (1956), Gerasimov'un Durgun Don'u (1957), Kozintsev'in Don Kişot (1956) ve Hamlet'i (1964), Heifitz'in Küçük Köpekli Kadın’ı (1960), Romm'dan Bir Yılın Dokuz Günü (1952), Mihail Kalatazov'un Leylekler Geçerken’i (1957), Grigoriy Çukray'm Kırkbirinci (1956), Askerin Türküsü (1956) ve Duru Gök’ü (1961), Sergey Bondarcuk'un Bir İnsanın Alınyazısı (1959) ve Savaşla Barış'ı (1965), Marlen Kutziyev'in Yirmi Yaşındayım'\ (1964), Andrey Tarkovski'den İvan'ın Çocukluğu (1962) ve Mihail Şveitzer’in Dirilişi'dir (1962). Sovyet sinemasındaki bu yeni kuşağın bütün çabalarına kar şın, o yüce ustalar çağının imgesel olanla nesnel arasındaki di yalektik birliği ustaca kuran sağlam sinemasını canlılığıyla, sarsıcılığıyla bütün sürdürebildiği, yineleyebildiği söylenemez. Ama bugün çağdaş Sovyet sineması, belli ölçülerde, o eski, par lak dönemlerinin başarısına erişmiştir. (Sungu Çapan, "Ellinci Yılında Sovyet Sineması", Ant, sayı 45, s. 14-15) Bu sinemada şimdiye dek ustaca anlatılmış toplu destanlar, tarihin dönüm noktalarına eğilen kitle filmleri, kusursuz ve aka demik klasik yazm uyarlamaları vardı. Ama gerçek ve çağdaş anlamında bireyler yoktu. Sovyet sineması şimdilerde bireye gelmiş gözüküyor... Sovyet sinemasının bu yeni tavrı kuşkusuz bazılarınca eleş tirilecektir. Bireyi anlatmaya dönüşün sanatta yeni revizyonizmlere kapı açacağı, burjuva sanatının tuzaklarına yeniden düşüşü getireceği söylenebilecektir. Biz... bireye yaklaşmanın 236
temelde sosyalist sanatla, sosyalist gerçekçilikle hiç de çelişme diği görüşündeyiz. Sonuç olarak her türlü sanat eseri bireyi an latır. Sorun, bireyi ele alış biçimidir. Burjuvazi, bunu bireyi sosyal bağlarından yalıtarak, bireyi aşırı ve zaman zaman has talıklı bir yaklaşımla boyutlandırarak yapmıştır. Sosyalist sanat bireye yaklaşımda doğru ölçüleri koruduğu, bireyin sosyal ya nını ve bağlamını belirgin tuttuğu, bireyi burjuvazinin yapageldiği gibi yalnız kendi ego'sunu değil, tüm dünyayı yansıtan bir aynı olarak aldığı sürece, bireyin işlenmesinde sosyalist sanat anlayışına ters düşen hiçbir şey yoktur. Doğru ölçüler, sağlıklı yaklaşımlar korunduğu sürece sanatın bireyi, yani insanı anlat masından çekinilir mi? Sovyet sineması, bu açılardan bize yeni ve ilginç bir yola girmiş gibi geldi. (Attila Dorsay, "Sovyet Sinemasında Bireyin İşlenmesi Revizyonizm mi, Yeni Bir Açılım mı?" Cumhuriyet, 25 Mayıs 1979) ELİM D EN G ELSE Ben isterim ki Bulutlar ağlasın, Am a çocuklar ağlam asın; H içbiri öksüzlük, yetim lik nedir duym asın. Ben isterim ki K onuşsun her çiçek kendi dilince; A m a silahların kesilsin sesi. Ben isterim ki K apansın bütün kapılar karanlığa; Am a gözler kapanm asın Sözler kapanm asın. Ben isterim ki Y angınlar sönsün, A m a um utlar sönm esin; Erişsin her m eyva kendi dalında, Y üreklere acı bir söz değm esin. 237
Ben isterim ki Eğilsin dallar bereketten; A m a insanoğlu başını eğm esin U tançtan ya da güçsüzlükten. Ben isterim ki G özyaşı gibi aksın pınarlar, Toprağın üzerinde duru berrak; A m a pınarlar gibi akm asın gözyaşı, Y eryüzünün h içbir yerinde. Ben isterim ki Bir yıldızlar kalsın uykusuz G ökyüzünün derinliklerinde; A m a insanlar yatıp dinlensinler, Taze bir güçle başlam ak için G üzel sabahlara A yd ınlık sabahlara. B en isterim ki H er şey H er şey H er şey eğilsin insanın önünde, A m a insan, insana tu tsak olm asın. B en isterim ki Sevinç bol olsun, M utluluk bol olsun Ü lkeden ülkeye giden yol olsun. R esul Rıza (çev. A taol Behram oğlu) SO R U LA R 1. Ekim Devrimi'nin ertesinde, sosyalist rejimin temellerini atan hangi kararnameleri biliyorsunuz? Her birinin içeriği ne dir? 2. Sovyet siyasal sistemi hangi ilkelere dayanır? "Çokuluslu devlet" ile "sosyalist demokrasi" neyi dile getirmektedir? "Sos 238
yalist demokrasi", "Batı dem okrasisinden hangi noktalarda ayrılmaktadır? 3. Sovyetler Birliği'nde sosyalist iktisatm kuruluşu hangi aşamalardan geçmiştir? Sovyet sanayisi hangi özellikleri taşır? Kolhoz ve sovhoz neyi dile getirirler? Sovyet sanayisi ile tarımı dünden bugüne hangi sorunlarla karşılaşmıştır? Bugünkü so runları nelerdir? Sovyet ekonomisinin dışarıya açılışı hakkında ne biliyorsunuz? 4. Sovyetler Birliği'nin sosyal tablosunun özellikleri neler dir? Bu tablo ile kapitalist ülkelerin sosyal tablosu arasında ne gibi temel farklar vardır? 5. Sovyetler Birliği'nde ailenin, kadının ve çocuğun toplum daki yeri ne idi, ne olmuştur? 6. Sovyetler Birliği'nde eğitim ve bilimsel araştırma hangi özellikleri taşır ve nasıl bir gelişme göstermiştir? 7. Sovyetler Birliği'nde din sorununun özellikleri nelerdir? Nasıl bir gelişme göstermiştir? 8. Sovyetler Birliği'nde sosyalist kültürün doğuşu ve geliş mesi nasıl olmuştur? 9. Sosyalist gerçekçilik nedir? Ne gibi sonuçlar doğurmuş tur? 10. Sovyet edebiyatı bugüne değin hangi aşamalardan geç miştir? Yazar ve şair olarak tanıdığınız büyük Sovyet edebiyat çıları kimlerdir? Maksim Gorki'nin Sovyet edebiyatındaki yeri nedir? Resul Rıza kimdir? Okuma parçası olarak verdiğimiz şi iri hakkında ne düşünüyorsunuz? 11. Sovyetler Birliği'nde sanatın gelişmesi ne gibi özellikler taşır? 12. Müzikte, Ulusal Rus Okulu'nu kim, ne zaman kurmuş tur? "Rus Beşleri" kimlerdir? Çaykovski'nin sanatının özelliği nedir? Ekim Devrimi'nden sonra müzikte ne gibi gelişmeler ol muştur? Ünlü Sovyet bestecilerinden kimleri tanıyorsunuz? 13. Sovyet sineması, nasıl doğmuş ve hangi aşamalardan geçmiştir? Ünlü Sovyet sinemacılarından kimleri tanıyorsunuz? (Okuma parçasını okuyunuz.)
239
BÖLÜM III HALK DEMOKRASİLERİ II. D ünya Savaşı'nın en önem li sonuçlarından biri, Orta ve D oğu A vrupa'da, genellikle "h alk dem okrasileri" adı verilen, yeni bir devlet tipinin doğm uş olm asıdır. "H alk C u m huriyetleri" de denen bu yeni devlet tipine, D em ok ratik A lm anya, Polonya, Ç ekoslovakya, M acaristan, Y u goslavya, A rnavutluk, Bulgaristan giriyor. H A LK D EM O K R A SİLER İN İN KU RU LU ŞU I. D ünya Savaşı'ndan sonra 1919-1920 antlaşm aları, O rta ve D oğu A vru pa'd a bü yü k değişiklikler yapm ıştı: D aha önceden var olan bazı devletler büyüm üş (örneğin Rom anya, eski Sırbistan da Y ugoslavya oluyor), bazıları da tarihe k arışan A vu stu ry a-M acaristan İm paratorlu ğu'nd an doğm uşlardı (A vusturya, Ç ekoslovakya ve M a caristan); son olarak -ek sik lerle de o ls a - Polonya yeni baş tan kurulm uştu. Bütün bu devletlerde -b azıları açık, bazıları gizli faali yetlerde b u lu n an - M arksist gruplar ve partiler vardı. Rus ya'd aki 1917 Ekim D evrim i, bu gruplara ve partilere bü yük bir canlılık getirdi. Bununla beraber -b ir tek istisna dışın d a - bunlardan hiçbiri, iktidara gelebilecek durum a ula şam adı. O tek istisna da M acaristan'da gerçekleşti (1919) ve pek az yaşayabildi. D aha sonra, bü tün bu devletler, parlam entarizm yolu na girdiler. Bu parlam entarizm , yalnız Ç ekoslovakya'da düzenli bir yol izledi; onun dışındakiler ise yer yer kralcı m üdahaleler ya da sonu diktatörlüğe varan hüküm et dar belerine sahne oldu. O rtaya çıkan rejim ler, gerekli sosyal reform ları ya sınır ladılar ya da reddettiler; bununla da kalm ayıp, M arksist 241
ve halkçı nitelikteki partileri kovuşturdular. Ve sonuçta, Ç ekoslovakya bir yana, hepsinin ortak niteliği, içeride anti-so sy alizm , dışarıda ise an ti-sovyetizm oldu. 19381939'da Ç ekoslovakya bağım sız bir devlet olarak ortadan kaybolurken, Polonya sapm alar içinde bocalayan bir poli tika uyguluyordu. Ö tekiler ise Berlin ve R om a'daki faşiz m e yaklaştılar ve onlarla beraber savaşa, II. D ünya Savaşı'n a sürüklendiler. II. D ünya Savaşı süresince, hem faşizm e bağım lı hükü m etlere, hem de A lm an işgaline karşı bir direniş hareketi gelişti, işçi ve kom ünist partiler bu m ücadelede birinci planda gelen bir rol oynadılar. 1944-45 yıllarında, Sovyet orduları bu ülkeleri faşizm in istilasından kurtardığında, yeni bir devlet kurm ak hakkı ve görevi de işte bütün bir savaş boyunca direnm e h areke tini yürütm üş olan güçlere ait bulunuyordu. Yugoslavya ve Bulgaristan'da olduğu gibi, hüküm dar lıklar hem en tarihe karıştılar ya da -R o m an y a'd a olduğu, g ib i- pek az yaşadılar. Savaş süresince iktidarda olan par tiler, düşm anla işbirliği yapm ış olm alarından dolayı say gınlıklarını yitirdiklerinden, koalisyon hüküm etleri kurul du. Bu koalisyonlar, çeşitli partilerden oluşuyordu; ama hepsine egem en olan ruh, direniş hareketinin ruhu idi. H epsinde burjuva partileri yeniden kurulm aya başlarken, kom ünist partiler de daha büyük bir hızla gelişiyordu. Ve sonuçta, yönetim in dizginlerini de onlar ele geçir m eye başladılar. Böylece, halk dem okrasileri ya da halk cum huriyetleri denen rejim ler kurulm uş oldu. Ç EŞİTLİ K U R U M LA R VE SO RU N LA R Siyasal kurum lar H alk dem okrasilerinin birkaçında bir cum hurbaşkanı vardır; ötekilerde kolektif nitelikte bir "p rezid y u m " bu görevi yapıyor. H epsinde, genel oyla seçilen bir m eclis vardır. K anunları o yapar. Yalnız Y ugoslavya'da, federal bir rejim olduğundan, çift m eclisli bir parlam ento bu lu nu 242
yor; ötekilerde parlam ento tek bir m eclisten oluşuyor. İktisadi gelişm e ve kurum lar a) Tarım H alk dem okrasileri kurulduğunda, iktisadi bakım dan başta gelen sorun, tarım sorunu idi: Çünkü, bu ülkelerde, halkın bü yü k çoğunluğu köylü idi ve topraklar -feo d a l ti pe uygun bir b içim d e - belli ellerde toplanm ıştı. - Başta şu kural uygulandı: Topraklar, "o n ları ekip bi çen lere" dağıtıldı. Fakat az sonra -1 9 1 7 'y i izleyen yıllard a - R u sya'd a ortaya çıkan bir sorunla karşılaşıldı: Küçük işletm elerin çokluğu, toprağı işlem eyi güçleştirdiği gibi, em eğin verim liliğini de azaltıyordu. Bunun gibi, toprakta -a s a la k - soylular ortadan silinm işlerdi; am a onların yeri ne -v a k tiy le gene R usya'da görüldüğü g ib i- zengin bir köylü züm resi ortaya çıkm ıştı. - Bu nedenle ikinci bir aşam aya geçildi: G eçici olan bu aşam ada köylüye yardım ın yanı sıra, -S o v y etler Birliği'ndeki sovhozlara b en zey en - devlet çiftlikleri ile m aki ne ve traktör istasyonları kuruldu. - Son bir aşam ada "k o lek tifleştirm eye" başvuruldu. Bunda kooperatifler bü yü k rol oynadı. K öylüleri direnişe götürm em ek için de ağır ve tem kinli hareket edildi. Halk demokrasilerinde, tarımda çalışanlar -gen el ola ra k - üç gruba ayrılır: - Devlet çiftliklerinde ücretli çalışanlar. Bunlar işçilere pek benzerler; - Kendi toprağını ekip biçenler; - Kooperatifler halinde toplaşmış toprak sahipleri.
b) Sanayi Sanayi alanında, halk dem okrasileri arasında, başlan gıçta yalnız ikisinde, Ç ekoslovakya ile D em okratik A l m anya'da sağlam bir sanayi geleneği vardı. Ö tekilerde ise, 1945'ten önce, sanayileşm e pek zayıf kalm ıştı. Sanayi 243
leşm e zorluğu -iste r istem ez- "d evletleştirm e"yi de zo runlu kılıyordu. Bütün bu nların sanayi alanında sonuçları şu oldu: İşçi sınıfı büyük ölçüde çoğaldı; üretim -n ic e l ve nitel o la ra k arttı. Daha 1947'de bü tün halk dem okrasilerinde, 1938'deki üretim düzeyine erişilm iş bulunuyordu. 1947'den bu yana ise, bu ülkelerde sanayi -ek o n o m in in öteki alanlarıyla bera b e r- dev adım larıyla ilerlem ektedir. Bu ilerleyiş, özel likle Doğu A lm anya'da bütün dikkatleri toplayan boyu t lara erişm iştir. Bütün halk dem okrasilerinde, ekonom i, "p lan lı ekono m i" dir. U zun yıllar, sanayiye tarım karşısında, üretim e tüketim m addeleri karşısında tanınan öncelik de, son y ıl larda yerini daha liberal bir gelişm eye bırakm ıştır. Bu ko nuda en ileri giden ülke olarak P olon ya'yı görüyoruz. Polonya, küçük işletm eleri devlet denetim inden çıkar tarak "özelleştirm ek te", bü rokrasinin koyduğu sınırları da gevşetm ektedir. K ültürel tablo D em okratik A lm anya ile Ç ekoslovakya bir yana, Orta ve D oğu A vrupa, okur yazar oranının hayli düşük olduğu bir bölge idi. Bu oran, R om anya'da ve P olonya'da % 23'e, B u lgaristan'da % 32'ye, Y ugoslavya'd a % 45'e, A rnavut lu k 'ta % 65'e ulaşıyordu. Bu tabloyu tersine çevirm ek için bütün halk dem okra silerinde bü yü k bir eğitim faaliyetine girişildi. Bugün, he m en hepsinde okur yazarlık sorunu çözülm üş durum da dır. Eskiden kurulm uş üniversitelere yenileri eklendi. Ö zellikle işçilere hitap eden işletm e okulları, teknik oku l lar, iş fakülteleri kurulm uştur. Geniş bir gezici kütüpha necilik, konferans ve tiyatro şebekesi, bü yü k h alk kitlele rine kültürü taşıyıp durm aktadır. K ültürel gelişm ede, hem en bü tün halk dem okrasileri ne Sovyetler Birliği örnek olm uştur. N e var ki, her halk bu gelişm eye kendi rengini de katm ış, katabilm iştir. Bugün, halk dem okrasilerinde, edebiyatta, görsel sanatlarda, m ü 244
zikte ve sinem ada bü yü k boyutlara varan gelişm eler gö rülüyor: Ö rneğin, sinem a alanında savaştan sonra dikkate değer eserler ortaya kondu. Bu bakım dan, aralarında en şaşırtıcı ilerlem eyi göste ren de Polonya olm uştur; tiyatroda da öyle. Sosyalist ülkelerde bugün sanat ve özellikle tiyatro yoz laşm ıyorsa, bunda seyircinin m addeciliği ve diyalektiği iyi kavram ış olm asının da bü yü k rolü var kuşkusuz. Ö zellik le Polonya tiyatrosunda, sanat kaygısı her vakit önde gel m iş; kaynaklara eğilişte, sahne sanatında uyguladıkları bir çeşit seçm ecilik büyük önem kazanm ıştır. Burjuva seyirci sinden uzak, kapitalist düzene yaslanm ayan repertuvar anlayışı, sanayileşen toplum da tiyatro ve seyirci ilişkisi gerçekçi bir gözlem e dayanıyor. G erçekçilik, eserlerin yorum lanışm daki her çeşit gözlem cilik, yönetm enlerin tem el uğraşları arasında yer alıyor. Burjuva seyircisinin bu denli bir ilişkisi olm adığı için, günüm üz Batı tiyatrolarında görülegelen yozlaşm a ortaya çıkm am ıştır.1 Din sorunu H alk dem okrasileri içinde Bu lgaristan'da ve R om an y a'd a bir din sorunu ortaya çıkm am ıştır. Bu iki ülkede O r todoks K ilise devletten ayrı olarak, serbestçe faaliyette bu lunm aktadır. A ncak, örneğin Ç ekoslovakya'da, K ilise'nin "ay rılık çı h arek eti" desteklem ek üzere, gerici öğelerle işbirliği yap tığı görülm üştür. M acaristan'd a K ardinal M indszenty, fe odal papaz tipini sürdürüp durm uştur. P olon ya'd a da, K i lise ilgilileri -b a z e n b ilm ed en - tehlikeli siyasal d avranışla ra sürüklenm işlerdir. Bu konuda, dışarıda, özellikle V atikan 'ın son derece kışkırtıcı bir rol oynadığı da açık.
1 Hayati Asılyazıcı, "Polonya Tiyatrosu", 1973 Sinan Yıllığı, İstanbul, 1973, s. 534-535.
245
H A LK D EM O K R A SİLER İN D EK İ G ELİŞM ELER Yugoslavya dışındakiler 1945 yılında, h alk dem okrasileri, Sovyetler Birliği ile B irleşik A m erika arasında bir yeğlem ede bulunm uş değil lerdi. G erçi, siyasal ve sosyal rejim leri, Sovyet örneğinden esinleniyordu am a, yine de Batılı devletlerle norm al dip lom atik ve iktisadi ilişkileri sürdürüyorlardı. 1947'de, -ile ri sürdüğü k o şu llarla- siyasal am açlar taşı yan M arshall P lam 'n m yardım ı reddedilince denge bo zuldu. M arshall P lam 'n a karşı bir önlem ve ağırlık olm ak üzere, 1949 yılında Com econ adlı karşılıklı bir iktisadi yardım laşm a örgütü kuruldu. Bu örgütte bugün, -Y u g o s lavya d ışın d a - bütün halk dem okrasileri bulunm aktadır. A sk erî planda da işbirliğine gidildi: A tlantik P aktı'n a karşı 1949 yılında V arşova Paktı kuruldu. Yugoslavya Yugoslavya 1948 yılında, başta öğretisel ve ulusal ne denlerle, Sovyetler B irliği'yle olan ilişkilerine son vererek, sosyalist dünyada apayrı bir yer seçti kendine. Ve 1950'den sonra kendine özgü bir yol tuttu sosyaliz m in kuruluşunda. "Y u g oslav yolu "n u n özellikleri şunlar: - D evletin ve bürokrasinin ekonom i üzerinde etkisi ni en aza indirm ek. - Artık, ekonom ik faaliyetin genel ve ayrıntılı yöneti m ini devlet yüklenm iyor. D evlet, yalnız üretim ile tüke tim arasındaki oranın tem ellerini saptam akla yetinm ekte, teknik ve ekonom ik kararlar ise bağım sız işletm elerde alınm aktadır. - İşletm eler devletin m alıdır am a, işçilerce yönetilir. B ü tün işçiler, bu yönetim e, seçtikleri bir kurul kanalıyla katılırlar. - Bu işletm eler m allarını, m erkezileşm iş bir ekonom i nin otoriter ve bü rok ratik kararlarından bağım sız olarak, yarışm anın bulunduğu bir piyasaya sürer. Bağım sız grup 246
lar arasındaki bu yarışm a, gerçi m erkezî egem en planca kabul edilm iş genel ku rallar çerçevesind e olm aktadır am a, plan artık ayrıntılara girm em ektedir. Toprak, bireysel m ülkiyet rejim i (10 hektardan az) ile pazar için çalışan genel kooperatifleri bağdaştıran karm a bir sistem e bağlı. Bu yanlarıyla, Y u goslavya'n ın sosyalizm in kuru lu şu n da "lib e ra l" bir yol izlediği ileri sürülm ektedir. Bununla beraber, rejim orada da tek partilidir. K om ünist Parti 1952 yılından beri K om ünistler B irliği adını taşır. D ış politikada, Yugoslavya, Doğu ve Batı ile ilişkilerin de "y a n sız" bir politikadan esinlenm ekte. D A H A Ç O K BİLG İ A. Alvarez, Doğu Avrupa'da Yazar ve Toplum (çev. Esin Örü cü - Mehm et Harmancı), İstanbul, 1966. Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan,
Bulgaristan, Macaristan, İstanbul, 1965. OKUM A M .O .M . FA B R İK A SI'N IN K Ü LT Ü R SA RA YI Bu fabrika, büyük bir optik gereçleri fabrikasıdır ve M acaris tan'da bütün fabrikaların olduğu gibi bunun da bir kültür sara yı vardır. M acarların "K ü ltü r Sarayı" dedikleri bu kurumlar, bizim eski "H alkevleri"ne benzer; orada kadm erkek fabrika iş çileri toplanır, çeşitli sanat ve kültür alanlarında, spor dalların da çalışır ve özel merakları için de küçük kulüpler kurarlar. M.O.M. Fabrikası'nın Kültür Sarayı'nda, tiyatro, sinema gös terileri, eğlence toplantıları için kullanılan bir bahçe, güzel, ge niş ve büyük bir yapı olan sarayın içinde de gene koca bir tiyat ro ve toplantı salonu, bir sergi salonu, jimnastikhane, bale dersanesi, kütüphane ve çeşitli kültür kolları için ayrılmış odalar, dersaneler vardı. Sergi salonunda bir resim sergisi vardı, bu sergide amatör ressamların resim leri sergilenmişti. Çeşitli anlayışlarda yapıl mış ve gerçekten beğendiğim resimler gördüm orada. Soyut ve 247
I
non-figüratif olanlar da vardı. Demek bu fabrikanın işçileri ve o mahallede oturanlar, modern sanat yapıtlarını kendi anlayışla rına aykırı ve kendi beğenilerinin dışında görmüyorlardı... Başka bir salonda pul meraklıları toplanmışlardı; bunlar kar şılıklı oturmuşlar, pul değiş-tokuşu ile meşguldüler... Kütüphanede bize Türkçeden çevrilmiş olan kitapları gös terdiler. Nâzım Hikm et'in, Sabahattin Ali'nin kitaplarını hatırlı yorum. Başka bir odada genç kızlar ve genç erkekler toplanmışlardı. Kültür Sarayı'm n direktörü, burada genç işçilerin çeşitli sosyal konular üzerinde tartışmalar yaptıklarım söyledi. O günkü ko nu, "kız-erkek arkadaşlığı ve flört" idi... Oradan alt kata, dört beş yaşından, yedi sekiz yaşına kadar olan çocukların bale öğrendikleri dersaneye girdik. Bunlar çiçek gibi giyindirilmiş, sağlam, neşeli işçi çocuklarıydı. Şuracıkta söyleyeyim, bütün sosyalist ülkelerde en büyük önem çocuk
lara veriliyor, onların bahçeleri, onların okulları, onların eğlen celeri, oyuncakları... Çocuklar, orada annelerinin başına dert de ğildiler artık, hani bizde söylendiği gibi "tatlı bela" değildiler, sadece tatlıydılar, annelerinin çalışmasına engel olmuyordu hiç biri. Kimsesiz çocuklar daha da büyük bir itinaya layık görül müşlerdir. Peşte'deki kimsesiz çocuklar sitesi bu bakımdan en güzel örnek... Kültür Sarayı direktörü ile dolaşmamızı bitirip bize şarap ik ram ettiği odaya girince aklımı kurcalayan bir sorunu açtım ona: - Fabrikanız, güzelliği, eğlencesi dünyaya ün salmış büyük bir şehrin yanı başında, dedim. Üstelik bu şehirde tiyatro, mü zik, sinema hayatı da çok canlı. Siz işçilerinizi böyleşine hare ketli bir şehrin yanı başında amatörce sanat gösterileri ile nasıl eğitebilirsiniz? Bunu sorarken bizim "H a lk e v le rin i düşünüyordum. Hal kevleri sanattan ve kültürden yana yoksul bölgelerimizin kültür ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulmuşlardı. Ankara'da bile böyleydi... Kültür Sarayı direktörü dedi ki: Bizim Kültür Sarayımız, yalnızca işçilerimize değil, bütün bu çevrede oturanlara açıktır. Onlar, şehir biraz uzak olduğu için -
bizim sinemamıza gelirler, burada hem şehirde göremedikleri
i
eski ve sevilmiş filmleri görürler, hem de yenilerini (o sırada baş 248
ka bir fabrikanın kültür sarayında Cherbourg Şemsiyeleri oynu yordu). Tiyatromuz heveslilerin boş vakitlerini değerlendirmeye yarar. Gerçekten bütün bu Kültür Sarayı, yeni hayatımızın so runlarını halka açıklamak amacı yanında, işçilerimizin ve mahal lemizin boş vakitlerini değerlendirmek amacı da güder. (Melih Cevdet Anday, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Bulgaristan, M acaristan, İstanbul, 1965, s. 154-157)
SO RU LA R 1. Halk demokrasileri nasıl kurulmuştur? 2. Halk demokrasilerinde hangi siyasal kurumlar vardır? 3. Halk demokrasilerinin tarımda ve sanayide iktisadi gelişi mi nasıl olmuştur ve bugün ne durumdadır iktisadi tablo? 4. Halk demokrasilerinde bugün nasıl bir kültürel tablo gö rüyoruz? (Okuma parçasını okuyunuz.) 5. Halk demokrasilerinde din sorunu nasıl bir çözüme ka vuşturulmuştur? 6. Halk demokrasilerinde iktisadi ve siyasal bütünleşme hangi gelişme ve kurumlara yol açmıştır? 7. Halk demokrasileri içinde Yugoslavya ne türlü özellikler taşır?
249
I
I
I
BÖLÜM IV ÇİN HALK CUMHURİYETİ A sya'd a sosyalizm i kabul etm iş üç ülke var: Çin, V iet nam ve K uzey Kore. Latin A m erik a'd a ise tek bir ülke: Küba. A şağıda -K u z e y K ore'yi şim dilik bir yana b ıra k a ra k bunları sırasıyla inceleyeceğiz. Çin H alk C um huriyeti'nden başlayalım . ESKİ Ç İN 'D E N YEN İ Ç İN 'E Çin, 4 bin yıllık yazılı tarihi ile, dünyanın en eski uy garlıklarından biri. Kâğıdı, daha 2 bin yıl önce Ç inliler yapm ışlar; (İsa'dan sonra 9. yüzyılda) barutu bulanlar da onlar... Bunlar, o uygarlığın teknikteki başarılarından ilk akla gelenler. Felsefede, sanat ve edebiyatta ise Çin uygar lığının insanlığa bıraktığı büyük bir "m ira s" var. 19. yüzyılın ortalarına değin, Çin B atı'y a "kapalı bir ül ke" olarak kalm ış; Çin hüküm darları, bütün yabancı m il letlere "b a rb a r" gözüyle bakm ışlar. A m a 1839-1842 yılları arasında İn giltere'ye karşı yapılan A fyon Savaşı ile Çin, A vrupa'ya kapılarını açm ak zorunda kalıyor: İngilizler, 18. yüzyılın sonlarından başlayarak, H indistan'da haşhaş yetiştiriyor ve elde ettikleri afyonu -y a sa k olm asına kar ş ın - Ç in'e satıyorlardı. 1839'da Ç in İm paratoru'nu n afyon ticaretini kesin olarak önlem e kararı alm ası üzerine, İngi lizler Ç in 'e savaş ilan ederler. A ncak, im parator, 1842 yı lında kesin bir yenilgiye uğrar ve N anking A ntlaşm ası'nı im zalam ak zorunda kalır. İngiltere böylece H ong K ong'u ele geçirdiği gibi, öteki bazı önem li lim anları da İngiliz ti caretine zorla açm ış olur. Bu antlaşm adan dolayı, Çin halkında yabancı düşm an251
1 lığı daha da yoğunlaşır. 1850'de tahta çıkan bir im parator, N anking A ntlaşm ası'nı im zalayanları saygınlıktan düşür düğü halde, halkın tepkisi yatışm az ve T aiping İsyanı patlar. O n beş yıl süren bu isyan, yalnız Ç in'deki y abancı ları değil, aynı zam anda başta bu lu nan M ançu H aneda n ı'm da h ed ef tutuyordu. İsyan, bü yü k b ir kıyım ile bastırılır. İngilizler, daha sonra -F ran sızların da y ard ım ıy laÇ in 'e yeni saldırılarda bulunurlar, Tientsin ve Pekin'i ele geçirir ve başka lim anların da İngiliz ticaretine açılm asını sağlarlar. Bu arada, Ç in 'e daha çok afyon sokularak, Ç in liler uyuşturulm aya başlanm ış, H ıristiyan m isyonerler de -h a lk ı İngiliz em peryalizm inin am acına uygun bir biçim de yetiştirm ek iç in - Ç in'in en uzak köşelerine değin yayıl m ıştır. 1898'de, bir saray ihtilali sonunda, reform cular im pa ratoru, "anayasaya dayanan bir m on arşi" kurm aya zorlar lar; fakat im paratoriçe -h an ed an ı tehlikede gördüğün d e n - im paratoru hapsettirir ve ölüm üne değin, Ç in'in gerçek egem eni olur. 1894'te, Japonya Ç in 'e hücum ede rek im paratoriçeyi yener ve 1900'de, Ç in 'e karşı yedi Batı lı ülke -A v u stu ry a, İngiltere, A lm anya, Fransa, İtalya, Rusya ve Birleşik A m erik a- ile bağlaşm a yapar. 1901 y ı lında başlayan "B o xer İsyanı"nı sekiz em peryalist ülke birlikte bastırırlar. İm paratoriçeyi korkunç bir savaş taz m inatı ödem eye ve Tienstsin ile P ekin'd e em peryalist gü ç lerin üslenm esini kabule zorlarlar. Y abancıların Ç in 'e girm eleri ve Ç inli yöneticilerin ye tersizlikleri karşısında M ançu H anedanı'na karşı yer yer başgösteren isyanlar, 20. yüzyılın başında genel bir hal alır. 1894 yılında, Sun Y at Sen adlı bir devrim ci, M ançu Haned am 'nı devirip yerine cum huriyeti ilan etm ek am acıyla, bir ihtilal kom itesi kurarak m ücadeleye girişir. Çin'deki başka birçok ihtilal kom itesi de destekler kendisini. Sun Y at Sen, daha sonra, öteki ihtilalci gruplarla birlikte Çin İhtilalci Birliği'ni kurar. Ç eşitli m ücadelelerden sonra, 1911 yılında M ançu H anedanı yıkılır ve 1912'de Sun Yat S en 'in liderliğinde Ç in C um huriyeti kurulur. 252
Ve Çin İhtilalci Birliği de parti haline gelerek, K uom in tang adını alır. 1919 yılında ilk M arksist gruplar ortaya çıkar. 1921 yı lında da Çin K om ünist Partisi resm en kurulur ve ilk kongresini Şangh ay'd a yapar. Bu kongrede, K uom intang ile -r e s m î o lm ad an - işbirliği yapılm asına karar verilir. 1923'te K om ünist Parti, K uom intang ile birleşerek onun "so l k anad ını" oluşturur. 1925'te Ç in 'in bü yü k lideri Sun Y at Sen ölür ve Çan Kay Şek onun yerine geçer. Sağcı Çan Kay Şek'in 1926'da kom ünist liderleri tu tuklattırm ası üzerine, K om ünist P ar tisi ile K u om intang'm işbirliği suya düşer ve Ç an Kay Şek kısa zam anda Ç in'in bü yü k bölüm üne -z o r k u llan arak tam anlam ıyla egem en olur. Bu sağcı hareket karşısında kom ünistler güneye çekilerek o bölgede toplanırlar ve 1928 yılında da ilk Çin K om ünist O rdusu -Ç u Teh ile M ao Çe Tung lid erliğ in d e- kurulur. Japonların M ançurya'yı istila ettiği 1931 yılında, Çin Sovyet C um huriyeti kurulur. Çan Kay Şek, Japon işgalini hiçe sayarak kom ünistlerle m ücadeleyi sürdürürken, Çin Sovyet Cum huriyeti Japonlara karşı savaş ilan eder. A n cak 1934 yılında Ç an Kay Şek'in Ç in'de altı bölgede dene tim i ele geçirm esi üzerine, Ç in Sovyet Cum huriyeti çöker ve -in sa n lık tarihinin en güç ve sıkıntılı çekiliş hareketi o la n - 8 bin m illik U zun Y ürüyüş başlar. K iangsi'den 100 bin komünistin katılmasıyla başlayan
Uzun Yürüyüş, tam bir yıl sürmüş ve yollarda 80 bin ki şi can verdikten sonra, yalnız 20 bin komünist kuzey sını rında Shensi'ye ulaşabilmiştir.
U zun Y ü rü y ü ş'ü n de verdiği m ücadele azm iyle, bu ra da yenid en bir ordu kuran kom ünistler, köylülerin de desteğini kazanarak, yeniden bü yü k bir güç haline gelir ler ve 1936 A ralık ayında, Ç an Kay Şek'i, kom ünistlere karşı m ücadele etm ek yerine, kom ünistlerle işbirliği yapa rak Japonlara karşı savaşm aya zorlarlar. 1937'de Ç in-Japon savaşı başlar. K om ünist Parti ile K uom intang istilacılara karşı "te k cephe h alin d e" savaşır. 253
K om ünistler, bir yandan Japonlara karşı savaşırken, bir yandan da nüfuz bölgelerini genişletirler. II. D ünya Sava şı sona erdikten sonra, Çan Kay Şek ile kom ünistler ara sında iç savaş yeniden başlar. Sonunda, 1 Ekim 1949'da -b a şk e n t Pekin olm ak ü z ere- Çin H alk C um huriyeti k u rulur. Çan Kay Şek de Form oza adasına sığınır. Ö lüm üne de ğin orada kalacaktır. İD EO L O JİK TEM ELLER: M A O C U LU K Çin H alk C um huriyeti'nde bütün kurum lar "M aocu lu k " öğretisine dayanır. M aoculuk, aslında M arksizm in, m ateryalist d iyalektiğin "Ç in g erçeğ i"n e uygulanm asın dan ortaya çıkan bir görüş. Bu görüş, dışarda em perya lizm ile onun içerideki ortaklarına karşı sürdürülen uzun bir savaş boyunca oluşm uştur. Mao, klasik M arksizm e şu yeni tezleri getirm iştir: - Birincisi, "d evrim ci strateji" ile ilgilidir. Sosyalist ikti dar Ç in'd e -R u sy a 'd a olduğu g ib i- bir proletarya devrim i sonucunda değil, kırlarda bir "g erilla" hareketi sonucun da kurulm uştur. Bu m ücadelede, Kızıl Ordu, gitgide köy lülerin güvenini kazanm ıştır. Sonunda kentler, kırlarca kuşatılm ış ve ele geçirilm iştir. Mao, aynı stratejinin dünya çapında da uygulanabile ceğini ve uygulanm ası gerektiğini ileri sürer. Ona göre, ileri sanayi ülkeleri, bir çeşit "d ü n ya kentleri"dir: Burjuvalaşm a, bu ülkelerde devrim ci ateşi söndürm üştür. D ev rim in bugün en fazla yayılm a şansı azgelişm iş ülkelerdir; "dü nyan ın kırları"d ır bu ülkeler. A zgelişm iş ülkeler, ön ce sosyalist olacaklar ve sonra -y a şa m a k için ham m adde lere gereksinm esi o la n - sanayi ülkelerini kuşatacaklardır. Asya, Afrika ve Latin A m erika'daki durum -b e lli bir ö lçü d e - bu çözüm lem eye uym aktadır. Tekrar edelim : Belli bir ölçüde... - İkinci olarak, M ao'ya göre, üretim araçlarının kolektif m ülkiyeti, sınıflar arasındaki m ücadeleye son verm iyor. Böylece sosyalist toplum larda çelişkiler sürüyor ve "yeni bir bu rju vazi"nin doğm ası tehlikesini bile yaratıyor. Ö rne 254
ğin Sovyetler Birliği'nde ve -A rn av u tlu k bir y a n a - A vru pa'daki halk dem okrasilerinde böyle olm uştur ona göre. Ne yapm alı? M ao'va göre, sosyalist rejim , bu burjuvalaşm a eğilim i ne karşı m ücadele edebilm ek için, "devrim ci tansiyonu" aralıksız sürdürm elidir. N itekim Ç in 'd e 1966 yılında pat layan "K ü ltü r D evrim i", işte böyle bir tansiyonu sürdür m e araçlarından biri olarak görülm üştür. Mao, dokusu sertleşen, bürokratlaşan, giderek halktan kopm a yolunda görünen parti ve devlet m ekanizm asına karşı gençliği h a rekete geçirirken -k e n d in c e - bunu am açlıyordu. Bu kuram -b ir ö lçü d e - Troçki'nin "sü rek li devrim " tezlerinden esinleniyor. M ao'nun tezleri, gerçekleri ne ölçüde yansıtm aktadır? H ayli tartışm alara neden olm uştur bu konu; bugün de olm akta.1 M ao'ya karşı olanlar, önce "k ö y lü sosyalizm i" diye rek, onun getirdiğini küçüm sem işlerdir. O nlara göre, M arksizm in tem el ilkelerinden olan, "kentlerdeki işçi kit lelerinin önderliğinde devrim " kuralından bir sapm adır M aoculuk. Ne var ki, M ao tarihsel bir deneyim den, 1927 yılında, Şanghay ve Kanton kentlerinde, on binlerce işçinin Çan Kay Şek'ce öldürülm esinden sonra köylü hareketine yö nelm iştir. Eleştiriyi yapanlar, başta bu noktayı unutm aktadırlar. G erçekten 1927 M artı'nda, Çan Kay Şek'in orduları Şanghay'ın kapılarına dayandığında, em ekçiler kenti sa vunm ak istem işlerdi. A ncak -S ta lin 'in d en etim in d eki"K o m in tern 'in Çin p o litik ası", o zam anlar Çin kom ü nistlerinin Çan Kay Şek'le "K u o m in tan g " içinde işbirliği y ap m aların ı öngörü yord u . İşte bu politika uyarınca, Şanghay'ın Ç an Kay Şek'e teslim edilm esi em redilm iş ve kente elini kolunu sallayarak giren Çan Kay Şek de, iki hafta sonra on binlerce işçiyi öldürtm üştü. Kom interıı, aynı yanlışı, aynı yıl içinde bir kez daha tekrarlar. ' Bu konuda bkz. Ergun Balcı, "M ao Yargılanıyor", Cumhuriyet, 6 Ocak 1981.
255
Şu ya da bu nedenle Stalin'in etkisinde kalan Komin tern, 1927'nin Aralık ayında, Çin Komünist Partisi'ne, Kanton'da ayaklanma düzenlemesi emrini verir. Oysa, Çan Kay Şek'ten ağır darbeler yemiş olan Çin komünistleri, böyle bir ayaklanmaya hiç de hazırlıklı değildir. Öyle oldu ğu içindir ki, Kanton denemesi de büyük bir bozgunla so nuçlanacak, Çan Kay Şek gene binlerce işçiyi öldürtecektir.
M ao, işte bu olaylardan sonra, dikkatini kentlerden kır sal kesim e, giderek köylülere çevirir, Ç in 'in o günkü ger çekleridir kendisini etkileyen. M ao'nun K ültür D evrim i de bü yü k tartışm alara ve değişik görüşlere yol açm ıştır. M ao'dan yana olanlara göre, K ültür Devrim i, "b ü ro k ratik kem ikleşm eye karşı kitleleri harekete geçiren, yığın ları parti yönetim ini eleştirm eye yönelten bir hareket" olup, sosyalizm e de önem li bir katkı niteliğini taşım akta dır çağım ızda. M ao'ya karşı olanlar ise K ültür D evrim i'ni, "bilgisiz köylü kitleleri için bir yutturm aca, M ao'n u n içeride siya sal rakiplerini tasfiye için de kullandığı bir araç" olarak karşıladılar. G erçek nerede? K ültür D evrim i'ni değerlendirirken, o dönem in iç ve dış koşullarım gözden kaçırm am alı. Tersi, yanılgılara götürür insanı. G erçekten, K ültür D evrim i, Çin H alk C um huriyeti'nin tarihindeki "en bu nalım lı" bir dönem e rastlar: İçeride, 1961 yılında, K ru şçev 'in P ekin'e tüm yardım ı -a n s ız m kesm esinden sonra, ekonom i felce uğram ış durum dadır. Y ed ek parça yokluğundan çalışam ayan m akineler paslan m akta, yeni yapılan fabrika binaları kendi yazgılarına terk edilm ektedir. Birkaç yıl önce başlatılan "ileriy e doğru b ü yük atılım " program ı, teknoloji ve uzm an olm adan, y al nızca coşkunun ekonom ik kalkınm aya yetm ediğinin so m ut örneği olarak iflas bayrağını açm ıştır. D ışarda ise, Endonezya'da, M ao sem patizanı Kom ünist Parti kapatılm ış, on binlerce kom ünist öldürülm üştür. Bu arada, Kuzey K ore ve Japon kom ünist partileri Ç in'den uzaklaşm ış, K uzey V ietnam K om ünist Partisi de M oskova 256
ile flörte başlam ıştır. Ve son olarak, Birleşik A m erika'nın A sya'daki em ellerinden bü yü k kaygı duyan Ç in'in, Sovyetler Birliği ile ilişkileri de giderek gerginleşm ektedir. İşte M ao, K ültür D evrim i'ni, Ç in 'in dışarıda bü yü k bir yalnızlık, içeride ise -a y n ı b o y u tta - bir ekonom ik bu nalı m ın içine sürüklendiği sırada başlatm ıştır. K ültür D evri m i'ni, içeride ve dışarıdaki gelişm elerden derin düş kırık lığına uğrayan kitlelerin coşkusunu uyanık tutm ak, dik katlerini başka yöne yönelterek parçalanm ayı önlem ek am acı ile kullanm ıştır. Bunu belirtirken, o sıralarda yapılmış birtakım "soytarılıklar"m da altını çizmeli ama. Gerçekten Kültür Devrimi sırasında, M ao'nun Kızıl Muhafızları, Marksizm adına -Balzac, Victor Hugo, Sha kespeare ve Beethoven g ib i- uygarlık tarihinin büyük de halarını, "burjuva kültürünün çürümüş temsilcileri" diye lanetliyor; Şanghay'da Puşkin Anıtı'na saldırıyor, Çernişevski'yi kınıyorlardı. Ama bunları yaparken, M arx'm, ya şamı boyunca, Shakespeare ve Balzac'a hayranlık duydu ğunu; Lenin'in ise, boş zamanlarında Beethoven'i dinleye rek ya da Puşkin'i okuyarak dinlendiğini unutuyorlardı. Kültür Devrimi, bu anlamda, kültürden yoksun köylü kitleleri için bir yutturmaca, -u zu n vadede yol açacağı olumsuz sonuçlar bakım ından- acı bir yutturmacaydı hem de...
Bu söylediklerim iz bir gerçek. A m a yadsm am ayacak bir başka bü yü k gerçek vardır ki, o da şudur: M ao, Çin halkını em peryalizm in pençesin den kurtarm ış; çok yerin kapısına "b u ray a k öpekler ve Ç inliler g irem ez" diye yazılı bir ülkede, bağım sız ve onurlu bir ulus yaratm ış, yaratabilm iş bir liderdir. Tarih onu yanlışlarından dolayı yargılam adan önce, bu niteliğiyle anacaktır kuşkusuz. SİYA SA L K U RU M LA R , SİYA SA L YA ŞA M 1949-1954 yılları arasında Ç in anayasasızdır. 1954 yılın da ilk anayasa yapılır. 257
1954 Anayasası'nın ortaya koyduğu genel şema, Sovyetler Birliği'ndeki gibidir: Meclis, Prezidyum, Bakanlar Kurulu. Tek meclisten oluşan parlamento 4 yıl için seçiliyor. Yılda bir kez toplanıyor. "Sürekli K om ite" adını alan Pre zidyum, Sovyetler Birliği Prezidyum u'nunkine benzeyen yetkilere sahip. "D evlet Konseyi" adını taşıyan Bakanlar Kurulu da öyle. Bakanlar Kurulu ile Meclis (ve onun prezidyumu) ara sında Çin'e özgü bir organ var: Cumhurbaşkanı.
1966'd a ortaya çıkan K ültür D evrim i'n e değin, Çin K o m ünist Partisi siyasal iktidarın tem el dayanaklarından b i ridir. K ültür D evrim i'yle ikinci plana düşer. A ncak geçici bir dönem için olur bu. Resm î planda, öteki partiler varlıklarım sürdürmekte dirler. (Kuomintang, Demokratik Parti, İşçi ve Köylü De mokratik Partisi...) Bunlar, "H alkçı ve Demokratik Cep he" içinde Kom ünist Parti'yle birleşm işlerdir. Ne var ki, uygulamada, bu öteki partilerin hemen hemen hiçbir et kisi görülmüyor. Önemli olan yalnız Komünist Parti'dir.
Bununla beraber, K om ünist Parti'nin karşısına, Ç in'de bir başka büyük güç dikilm ektedir: Ordu. İç savaş sırasın da, halk kitleleriyle sıkı bir ilişki kurm uş olan devrim in bu tem el aracı, kuru m sal açıdan, K om ünist P arti'nin siyasal yönetim ine tabi idi. Ve öyle de olm ası gerekiyordu. N e var ki, ordu büyük bir özerklik kazanm ış ve -ü s te lik - ge lenekleri, kendisine siyaseti etkilem e olanağını verm iştir. 1966'da başlayan K ültür Devrim i, -b ir b a k ım a - K om ü n ist Parti örgütüne karşı yönelm işti. Ç ünkü M ao, Parti içinde azınlığa düşm üş görünüyordu. Başında M areşal Lin P iao'n u n bulu ndu ğu ordunun desteği ile, M ao hasım larına, yani Parti yöneticilerinin çoğunluğuna karşı, genç liğin devrim ci duygu ve eğilim lerini harekete geçirdi. G enç "K ızıl M u h afızlar" hareketi, örgütün altını üstüne getirdi. N orm al durum , ordunun denetim i altında, yavaş 258
yavaş kurulabildi. 1961 Tem m uzu 'ndaki K ongre'de, Parti yönetim i yeniden örgütlendirildi. Y eniden kurulan ve arm an Parti, rejim in içindeki öne mini tekrar duyuracaktır böylece. İkinci anayasa, 1975 yılında kabul edilir. C um hurbaş kanlığı kurum u kaldırılırken, K om ünist P arti'ye olduğun ca, M ao'n u n kişiliğine ve düşüncesine de ayrı ve üstün bir yer verilir. 1978 yılında, Ç in 'in -b u g ü n de yürürlükte o la n - ü çün cü anayasası yapılır. İK TİSA D İ SİSTEM VE G ELİŞM E M ao Çe T u n g'u n iktidarı ele aldıktan sonra, uçsuz bu caksız Çin topraklarını ve kalabalık Çin halkını sosyalist düzene sokacağı p ek belliydi. A ncak, o yıllarda (1949), Çin ekonom isine egem en olan koşullar, Sovyetler Birliği ile A vru p a'd aki halk dem okrasilerine egem en olan koşul lardan o denli farklıydı ki, sosyalist ekonom iyi bird en kurm ak olası değildi. K urulacak ekonom i de, Ç in 'e özgü özellikler kazana caktı ister istem ez. Başlangıçlar Çin ekonom isinin yapısı, 1953 yılında bile, tam bir kolektifleşm eden çok uzak bulunuyordu. Y alnız pam uklu sanayii hem en hem en devletleştirilm işti am a, kam u k esi mi, k ooperatif kesim , küçük el sanatları kesim i yanında, hâlâ özel kapitalizm e bağlı bir kesim ile devlet ve özel ka pitalizm in işbirliğinden oluşan bir karm a kesim vardı. N e var ki, bu son iki kesim in ortadan kalkm asını bek lem eden m üdahale edilm esi gerektiğine karar verildi: K a m u kesim i yönetici rolü oynayacak ve öteki kesim ler ü ze rindeki denetim i (ham m adde ya da kredi dağıtım ı) saye sinde, kendi yayılışına hız verecekti. A ynı zam anda, özel kesim in de karm a kesim e katılm ası ve küçük el sanatları kesim inin de kooperatif kesim e katılm ası özendiriliyordu. Böylelikle, bu nlar ağır ağır ortadan kaldırılm ış olacak ve 259
sonunda, ticaret ile sanayinin devletleştirilm esine ve tarı mın kolektifleştirilm esine gidilecekti. U ygulam ada kredi, ağır sanayi ve dış ticaret ilk h am le de devletleştirilen dallar oldular. Aynı zam anda 47 m il yon hektarı ve 450 m ilyon köylüyü kapsayan geniş bir toprak reform u, yarı-feodal nitelikteki m ülkiyet rejim ini, küçük köylü m ülkiyeti rejim i haline getiriyordu. Planlı ekonom i 1953 yılında, birinci beş yıllık plan yürürlüğe girer. Plan şu ilkelere dayanıyordu: - Üretim m allarının artırılış derecesini, tüketim m alla rına oranla yükseltm ek; - Tüketim m allarını, halkın satın alm a gücünün yük selm esiyle orantılı olarak geliştirm ek; - Tarım ürünleri fazlasını artırm aya yönelm iş bir tarım kalkınm ası sağlam ak; - El em eği verim inin ücretlerden daha hızlı artışını sağ lam ak yoluyla kapital birikim i yaratm ak. Yani bütün üretim dalları arasında ahenkli bir artış pla nı değil, dengesiz bir kalkınm a planı söz konusu idi; am a cı da -h e r ne pahasına ve ne kadar güç olursa o lsu n - da ha hızlı bir iktisadi atılım ı gerçekleştirm ekti. Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi, beş yıl içinde sanayi üretim inde % 98'lik bir artış sağlayabilm ek ve on beş yıl içinde gerçek leşm esi beklenen bir sosyalist ekonom inin yapısına sağ lam bir temel hazırlayabilm ek için ağır sanayiye m utlak öncelik tanındı. 1958'de u ygulanm asın a başlanan ikinci beş yıllık plan, bu gelişim i daha da hızlandırm ak için olağanüstü bir çaba harcanm asını öngörm ektedir. - Tarım alanında, 1956'dan beri, toprak reform unun ürünü olan toprak ve hayvanların küçük m ülkiyeti, "o r tak çalışm aya" dayandırılm ış, ancak taşınm az m alların gelirine dokunm ayan bir yarı-sosyalist kooperatife yerini terk etm iştir. 1958'de bu yarı-sosyalist kooperatifin yerini de -y a ln ız ortak çalışm ayı değil, konut olarak kullanılan evin dışında toprağın da ortak m ülkiyetini ö n g ö ren - bir 260
"tam sosyalist koop eratif" alm ıştır. Aynı zam anda köylerin sanayileşm esi yolunda da büyük çaba harcanm aktadır. K om ün tem eli üzerine yapılm aktadır bu. Kom ün, köylüleri ve işçileri tek bir sosyal hücre halin de bir arada toplayan, elli bir ya da daha fazla nüfusluk bir yerleşm e biçim idir. Kom iin sistem i, aile yaşam ı yerine topluluk içinde ya şamı koyarak, köylü kadınları ev işlerinden ve çocuk bak m a külfetinden kurtarıyor. K om ünün bütün üyelerini ger çek bir disipline bağlı tutuyor ve bunları yapm akla da, bü tün insan gücünü gereğince üretim in em rine verm e am a cını güdüyor. M aden üretim ine verilen m utlak öncelik, ikinci beş yıl lık planda vardır ve olabilen her yerde -k ö y lerd e b ile - de mir üretilm ektedir. Bu köylerin sanayileşm esi politikası ile birlikte, çelik, m ekanik yapı, petrol gibi kilit sanayilerin kalkındırılm ası yolunda geniş bir program yürütülm ektedir. SO SYA L VE K Ü LTÜ REL YA ŞA M "Bugünkü Ç in'i, Ç in'in m odernleşm e sürecinin son aşam ası, Ç in'in B atı'ya son 'yan ıtı' saym am ız olası gö rü nm ekted ir" (John K. Fairbank). Ç in'in yeni düzeninde, im paratorluk geleneğinden, Ba tı etkisinden kalm a bazı öğeler hâlâ bulunm aktadır. Ne var ki, yeni rejim , bu yerli ile yabancı öğelerin oluşturdu ğu karm aşım ı da kullanarak, yeni bir toplum yaratm ak is tem ektedir. Bu yeni toplum un en dikkate değer yanlarından biri, kitlelere verilen ayrı önem ve kitlelerin kalkınm ada oyna dığı bü yü k roldür. Kendi iradelerine karşın da olsa, gele neksel top lu m un bireylerini bir kitle olarak m od ern siya sal yaşam a katılm asını bilen bir halk h alîn elîön ü ştü rm ek, yenTrejim in dikkat ettiği başlıca noktalardan_biri. Bunun için kitlelere, siyaliaT yaşam ın dışında ve ses çıkarm adan oturm ak hakkı da tanınm am ıştır. Çin ulusu, bugün düzenli ve çalışkan bir "m av i karın261
1 çalar" ulusu haline gelm iş (Robert G uillain) ve hızlı bir üretim artışı sağlam ak m ücadelesine kendisini verm iştir. Hızlı nüfus artışı bunu daha da zorunlu kılm aktadır. G er çekten Ç in 'in nüfusu, ilk zam anlardan beri Ç in 'in yaşam biçim ini etkilem iştir. Bugün için de Ç in 'in en tem el sorunlarından biridir bu. K entlerde oturanlar, devrim den bu yana bü yü k bir ar tış gösterm iştir. Buna karşın, tüm halka oranla bu artış, y i ne de zayıf kalm aktadır. H er şeye karşın, kentlerin bü yü m esi Ç in 'd e de en dikkat çekici n oktalardan biri. Sanayileşm e ve kentleşm e geliştikçe, işçi sınıfı da bü yüm ekte ve gelişm ektedir. K öylülerin ve işçilerin yaşam a düzeyi, bugün, 1949 ön cesine oranla çok farklıdır. K adın ve erkek giyim ine tek örnekTTIIk ve yalınlık egem en am a, herkes norm al giyine bilm e k tedir. Ne işsizlik vardır ne de eskinin sefalet tablosu! Yeni rejim in k arşılaştığı en bü yü k güçlüklerden biri, b u bü yü k köklü değişim i y önetecek kad rolara, yetişkin tek nisyen öğelere yeterince sahip bulunm ayışı olm uştur. Bunu giderm ek için her derecede eğitim e ve teknik öğretim e yer verilm iştir ve verilm ektedir. D ili m odernleştir m ek, çeşitli diyalektler yerine tek bir diyalekt (Pekin diya lekti) kabul etm ek, aslında eğitim ve öğretim i daha da ko laylaştırm ak am acına dönük. H ele karışık Ç in yazısını yalınlaştırm akla okur-yazarlığın daha bü yü k bir hızla yayı lacağı ileri sürülüyor. Eğitim de, "b ü y ü k y eniliklerden" ve "M aoizm in çekici yanlarından b iri" olarak "7 M ayıs o k u lları" gösterilm ek tedir. Z aten çok zengin ve özgün olan edebiyat ve sanatın, D evrim 'd en bu yana -y e n i bir ru h la - bü yü k eserler orta ya kovm ayı sürdürdüğü görülm ektedir. Ç in 'le ilgili konum uza son verirken şunu da belirtelim ki, M ao'd an sonra eski dönem le köprüler atılm ış, Çin H alk C um huriyeti'nin tarihinde yeni bir sayfa açılm ıştır. Y eni Çin, Batı teknolojisinin yardım ı ile içeride hızlı m o dernleşm eye yönelen, ideolojiyi geri plana iten ve Birleşik A m erika'ya yakınlaşm ayı am açlayan bir ülkedir. Eski ka 262
buğundan sıyrılm ış, ancak yeni kabuğunu da henüz bu la m am ış bir Ç in 'd ir bu. Bu Ç in 'in yöneldiği iddialı yolda ne m esafe alacağını zam an gösterecektir kuşkusuz. D A H A Ç O K BİLG İ Çin Devrimi, Devrimler ve Karşı Devrimler Tarihi Ansiklopedisi.
OKUM A BİR A M ER İK A L IN IN ÇİN N O TLA R I Yedi yüz, belki de sekiz yüz milyon nüfuslu bu ülkenin sefa leti tammayışı, Leontieff'i2 etkileyen en önemli öğelerden biri. Üçüncü Dünya ülkelerinin büyük kentlerinde aç işsizler toplu luğunun yarattığı acıklı görünümün, Asya'nın bu en büyük ül kesinde görülmeyişi olağandışı bir olay gibi görünüyor... "İn sanlar iyi, hatta çok iyi beslenebiliyorlar ve herkesin bir işi var"... Leontieff'i ikinci etkileyen öğe ise, gelir dağılımı arasındaki
farkların çok küçük oluşu. "H angi kuruluşta olursa olsun... En yüksek gelir en düşük gelirin üç mislini geçmiyor"... Leontieff'e göre, Çin'de kişi başına düşen yıllık ortalama gelir, 130 ile 150 dolar arasında değişir. "B ir Amerikalı ya da bir Fransız böyle bir gelir ile geçinem ez" diyor Leontieff. Ama satın alma gücü ile karşılaştırm azsak bu rakamların hiçbir anlamı kalmıyor... Ücretlerin satın alma gücü, özellikle besin ve giyim maddeleri için çok uygun. Bu m addelerin fiyatları değişken de ğil, hatta bazen düşüyor bile... Kişi başına düşen yıllık gelir dağılımı ve satın alma gücü ba kımından, Çin, bu konuyu en iyi çözen ülke olarak (Japon ya'dan, Fransa'dan, hatta Amerika Birleşik Devletleri'nden ön de) ilk sırayı işgal ediyor... (Bazı sanayi mallarının büyük kentler yerine köylerde yapı lışı), köyden kente göçü engelleyebilmeye yarıyor. "Sanayi, el
zanaatlarını yıkıcı değil, yanında yer alıyor ki, bu da doğallıkla çok olumlu bir iş" diyor Leontieff. ^ Rus Vassily Leontieff, çeyrek yüzyıldan beri Birleşik A m erika'ya sığın mış olup, zam anım ızın -kom ünist rejimlere karşı sem pati b eslem eyen en önemli iktisatçılarından biridir.
263
« Böylece Çin'in gelişme mantığı ortaya çıkmış oluyor: İnsan emeğinin gerektiği yerlerde, el zanaatlarının geliştirilmesi. Üçüncü Dünya ülkelerinde, buna karşıt, yani kapitalist modele daha uygun bir uygulama yürütüldüğü biliniyor. Bu da, o ülke lerde görülen büyük işsizliğe neden oluyor... Bu işlerin yürütülmesinde ordu önemli bir rol oynamıyor mu? Leontieff, "çok önemli bir rol oynuyor" diye yanıtlıyor. O r du en önemli "sosyal hizm et" görevlisi durumunda. Kentlerde ki çimleri kesen, demiryollarını yöneten, hatta okulların ve üni versitelerin yönetimine katılan askerlere rastlanıyor. (Lc M onde'dan naklen Yeni Ortam, 21 Ocak 1973)
H İR O ŞİM A 'Y A Güzel bir lim an olacaktım Ü ç yandan dağlarla çevrili Bir yanı ovaya bakan bir liman. Bir yelpaze gibi yayılırsın ovaya doğru Yedi ırm akla beslenir koyun Ilık nem li lodoslar sana eser. Yosunların saçak ve şeritlerini yaydığı Sahili süsleyen çiçekleri okşayarak. H iroşim a, eski bir kentsin sen Sandal ağacı kokan. Barındırdığın insanlar Y ıllar yılı canları dişlerinde çalıştılar. G ündüzleri tekneler vızır vızır gelip giderdi. Uzun gecelere türküler, ezgiler eşlik ederdi. H içbiri savaş istem iyorduN agasaki'li, H iroşim a'lı Japon işçilerin, çiftçilerin hiçbiri, H içbiri, hiçbiri savaş istem iyordu. N efretle bakıyorlardı Çinlilere, M alaylılara. Ne bir kauçuk ağacı dikebildiler Seylan'a. Ne C ava'ya hindistancevizi, Ne de M ekong ırm ağı üstüne bir koloni. Savaş ötekileri sem irtti, 264
O nları değil. Yine de bir sabah H erkes yatağından fırladı düdük sesleriyle, Bir ışık dem eti gürültüsüzce D oğudan batıya göğü taradı. A nlam ıştı herkes yıkım ın gelip çattığını. G eride kalanlar Sakat baştan başa, A nlatırlar dururlar, resim ler gibi, O günlerin ürkünçlüğünü dünyaya. N elere tanık olm adılar kiN e sahnelere. Işık öylesine kör edici, R üzgâr öylesine sertti ki. Bir patlam ada koskoca kayalar tuzla buz. Bir patlam ada çelik halatlar incecik tellere dönüyordu. Y üzbinlerce yaşam Bir anda gidiverdi. A şk sanat, m üzik hepsi Bir anda can verdi. Y eller esiyordu artık o kentin yerinde, D inse ya o acı -ne gezer, Bugün bile yürekler parçalayan A ğlam alar duyulur orada, A radan on yıl geçtiği halde. Tanık, ayağa kalk! H iroşim a, sana söylüyorum , duy beni. Son ver artık yıkım a, acıya. Savaşın olanca zulm üne tanık oldun. Kim savunabilir barışı senden daha iyi? B ağırm alısm bütün dünyaya, A nlatm alısın ölenin nasıl ölüp, K alanın nasıl kaldığını, T anık, ayağa kalk! Efendiler, susalım lütfen biraz, H iroşim a konuşacak. A i Z 'ing (Çev. G ürkal A ylan) 265
SO R U L A R 1. Eski Çin'den Yeni Çin'e geçiş nasıl olmuştur? Bu geçişte en önemli tarihsel olaylar hangileridir? 2. M a o, klasik M arksizme hangi tezleri getirmiştir? Bu tezler, gerçekleri ne ölçüde yansıtmaktadır? 3. Çin Halk Cum huriyeti'nde siyasal yaşam ve kuram ların taşıdıkları özellikler nelerdir? 4. Çin Halk Cum huriyeti'nde iktisadi gelişme nasıl bir yol iz lemiştir? Çin'in iktisadi tablosu ne gibi özellikler taşımaktadır? (Okuma parçasını okuyunuz.) 5. Çin H alk Cum huriyeti'nde sosyal ve kültürel yaşamın tab losu hangi özellikleri göstermektedir? 6. Çin'de M ao'nun ölümünden sonraki gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
BÖLÜM V VİETNAM VE KÜBA V İETN A M V ietnam , G üneydoğu A sy a'd a 127 bin kilom etre kare genişliğinde bir ülkedir. Ve G üneydoğu A sy a'n ın -h e m e n - en dinam ik halkı yaşar bu ülkede. Ç ok eskiye giden bir tarihi var V ietnam 'ın: İsa'd an önce Ç in'den göçerek bu ülkeye yerleşen Vietler, -İs a 'd a n önce 1. yüzyıldan, İsa'd an sonra 10. yüzyıla d eğ in - Ç in'in ege m enliği altına girm iş; daha sonra bağım sız olm uş ise de, bağım sızlığını korum ak için Ç in ile zam an zam an savaş m ış ve sonunda gene de Ç in 'in him ayesi altına girm iştir. 16. yüzyılda Portekizlilerin, sonra da Fransızların V iet n a m lIla rla ilişki kurduklarını görüyoruz. Son olarak F ran sa 1858'de V ietn am 'a giderek ülkeyi "h im ay esi" altına alır; 1884'te de tüm V ietnam ve kom şusu Laos ve K am boçya F ran sa'n ın "h im ay esi" altına alınm ış olur. Fransızlar, Ç in H in d i'ni söm ürm ekle kalm am ışlar, kültürlerini ve K atolikliği de yayarak n üfu sun % 1 2 'sini K atolikleştirm işlerdir. K atolik m ezhebinin kabulü, V ietn am 'ın yazgısını etkilem iştir. Ç ünkü kurtuluş savaşlarında K atolikler daha çok söm ürgecilerden yana olm uşlardır. F ransa'n ın ve son ra B irleşik A m erik a'n ın nüfuzlarım sürdürm ek için kul landıkları kişilerin çoğu H ıristiyan Vietnam lIlardır. Vietnam , II. D ünya Savaşı'nda Japonların istilasına uğ radı. Japonlar, V ietn am 'd a üstlenm ek, İn giltere'n in sö m ürgesi o lan M alezya'ya girm ek istem işlerdi. D aha Fran sızların işgali zam anlarında V ietn am 'd a ulusal duygular uyanm ıştı. Jap o n işgali altında b u duygular daha da geliş ti. Ho Şi M inh liderliğinde bağım sızlık program ını be nim seyen V ietnam Birliği kuruldu ve 2 Eylül 1945'te H o Şi M inh, V ietn am 'ın bağım sızlığını ilan etti. 267
Fran sızlar geri gelm ek isted ilerse de zay ıftılar ve 1946'd a Fransız Birliği içinde V ietn am 'ın bağım sızlığını tam dılar. A ncak, H o Şi M inh kayıtsız şartsız bağım sızlık istediğinden, Fransa ile 1954 yılm a değin süren ulusal kurtuluş savaşı başladı. A m erikalılar, önce V ietn am 'ın b a ğım sızlığından yana çıkarken, Çin bü yü k bir güç olup da V ietn am 'a yardım etm eye başlayınca, Fransız yönetim i nin sürm esini istediler ve Fransa'ya yardım etm eye başla dılar. D ie n B ie n F u 'd a sarılan Fransız askerlerinin kurta rılm ası için B irleşik A m erika, F ransa'ya atom bom bası verm eyi bile önerdi, ancak Fransızlar kabul etm ediler. 1954 Tem m uzu 'nda C enev re'd e yapılan toplantıda, -H o Şi M inh lid erliğ in d e- Fransa'ya karşı 1946'd an beri sürüp gelen savaşa son verilerek bir bildiri im zalandı. Fransa, bu bildiri ile, Laos, K am boç ve V ietn am 'ın bağım sızlığını ta nıyor, ancak V ietn am 'ın kuzey bölgesi H o Şi M inh, güney b ölgesi de M ao D ai yönetim inde olduğundan, 1956 yılına değin yapılacak olan plebisit ile iki bölgenin birleşm esi öngörülüyordu. C enevre A ntlaşm ası üzerine, Fransa Ç in H indi'nden elini çekti. Ne var ki, C enevre Bildirisi'ni im zalam ak iste m eyen Birleşik A m erik a'n ın G üney V ietn am 'd a yerleş m ek niyetinde olduğu kim sece tahm in edilm em işti. P lebi sit yapılm ası için kuzeyden gelen öneriyi güneydeki rejim -B irle şik A m erik a'n ın telkini ile - reddetti. C enevre A ntlaşm ası'na aykırı olarak plebisitin reddi, güneyde plebisitten yana olan halkçı ayaklanm alara ve gerilla savaşının başlam asına yol açm ış, bu savaşta H o Şi M inh güneydeki bu hareketleri desteklediğinden, Vietnam b ir iç savaşa sürüklenm işti. Bu arada zor durum da olan güneydeki rejim i kurtarm ak için Birleşik A m erika, - " d a n ışm an" etiketi altın d a- G üney V ietnam 'a asker yolladı. 1964'te, kuzeyin baskısı altında, güneydeki kukla rejim yı kılm ak tehlikesi karşısında kalınca, Başkan Johnson -A m e rikan gem ilerinin Tonkin K örfezi'nde kuzeylilerin saldırı sına uğradığı gerekçesiyle- G üney V ietnam 'a asker yığm a ya başladı. Tonkin K örfezi olayının, V ietnam 'a asker yolla m ak yetkisini Senato'd an elde etm ek için uydurulm uş bir yalan olduğu da sonradan anlaşıldı. Senato D ışişleri K om i 268
tesi Başkanı Senatör Fulbright, aldatılm ış olduğundan son raları yakınm ıştır. Johnson, V ietnam 'a yarım m ilyondan fazla asker yığdı ğı halde sonuç elde edem edi; barış önerdi ve görüşm eler Paris'te başlarken iktidardan çekildi. Seçim kam panyasın da barış vaat eden Nixon, aslında V ietnam 'dan A m erikan askerlerini çekerek, savaşın yükünü G üney V ietnam 'a devretm eyi düşünüyordu. Bir yandan Paris'te görüşülür ken, bir yandan da savaşı "V ietn am laştırm ak " adını ver diği bir program ı uygulam aya başladı. A m erikan askerle rinin m oralleri de bozulm uştu. A sker kaçakları, neferlerin subaylara karşı ayaklanm aları, uyuşturucu m addelerin kullanılm ası, sivil halka karşı zulüm ve işkence, beyaz ve zenci askerler arasında çıkan çatışm alar, disiplinsizlik A m erikan ordusunu bozguna uğratm ıştı. Böyle bir ordu nun zafer kazanm ası söz konusu olam azdı. N ixon bu as kerlerin b ü yü k bir kısm ını çekti ise de, G üney V ietn am 'ın b u savaş yükünü taşıyam ayacağı anlaşıldı. Bunun üzerine, N ixon, K uzey V ietnam 'a bom ba yağ dırm aya başladı, lim anlarını abluka altına aldı. Bütün bunlar da V ietn am 'ı dize getirem edi. D ünya kam uoyu nun da isyan etm esi sonunda, B irleşik A m erika 1972 son larında "a teşk es"e razı oldu. D aha sonra kuzeyle güney birleşti ve V ietnam , bağım sızlığın ın yanı sıra bü tünlü ğü nü de elde etti. V ietnam lılar, bağım sızlık ve özgürlükleri için, em per yalizm e karşı 26 yıl savaşm ışlardı. Bunun 8 yılı Fransa, 18 yılı da Birleşik A m erika iledir. Em peryalizm e karşı ulusal kurtuluş m ücadeleleriyle dolu çağım ızda, bu m ücadelele rin en görkem li ve en destansı olanını kahram an V ietnam halkı verm iştir. 20. yüzyılın en bü yü k gerçeklerinden biridir bu. D A H A Ç O K BİLG İ Vietnam Devrimi, Devrimler ve Karşı-Devrimler Tarihi Ansiklo pedisi, c. 1, s. 49-96.
269
OKUM A
V İET N A M ED EB İY A T I V E SAVAŞ Vietnam sanat ve edebiyatı yalnız ülkemizde değil, Avru pa'da da az tanınmıştır. Avrupalılar, bir Kuzey Vietnam roma nını ilk olarak 1969'da yayımlamışlardır. Gök Cephesi adlı bu ro man aynı yıl ülkemizde de yayımlanmıştır. Oysa, Vietnam ede biyatının çok derin kökleri, çok ünlü ataları vardır. Yüzyılımızda da Vietnam'da pek çok roman, hikâye ve şiir çıkmıştır. Roman alanında geçen yüzyılda üçer dörder bin mısralık dev eserler yaratılmıştır. Du adlı yazarın Kiyö adlı eseri ve Van Tien'in Güney Vietnam Destanı bunların en ünlüleridir, yüzyılımızdaki Vietnam romanları manzum romanlardan etki lenerek ortaya çıkmıştır. Çok veciz anlatımlar ve bunlara uygun biçimlerle yazılmış manzum romanların yabancı dillere çevril mesinin çok güç olduğu belirtilmiştir. Çağdaş bir Vietnamlı ya zarın da halkının geleneklerine, dilinin ince ayrıntılarına bağlı kaldığı oranda çevrilmesinin güç olduğu, eserindeki düşüncele ri ve imajları yabancı dillerde karşılamak imkânının o oranda azaldığı kabul edilmektedir. Çağdaş şairlerin çevrilmesinde bu güçlüğün daha da arttığı muhakkaktır. Sözgelimi Vietnam'ın Puşkin'i denilen To Hu'nun şiirlerinin çevrilemez olduğu kanı sı yerleşmiştir. Onun ve Kuzey Vietnam'ın kurucusu Ho Şi M inh'in şiirlerinin bu güçlüklere rağmen çevrilip beğenilmele ri, bu şiirlerin kendi dillerinde ne kadar güçlü olduklarını orta ya koymaktadır. Son yılların Vietnam roman, hikâye ve şiir kitaplarında ortak bir özellik savaştır. Otuz yıl savaş içinde yaşayan bir ülkede, sa vaş günlük olaylardan herhangi biri olmuştur. Karartmalar, alarm düdükleri, bombardımanlar, ölümler ve yaralanmalar san ki çok olağanmış gibi karşılanmaktadır bu eserlerde. Savaşın ge tirdiği bütün felaketler, büyük sözlere, sloganlara başvurulma dan, gereksiz gösteriler yapılmadan, alçak sesle anlatılmaktadır. Vietnamlı sanatçıların, yazarların büyük bir kısmı cephede ön saflarda da görev almışlardır. Fransız yazarlarından Madeleine Riffaud bu durumu şöyle anlatmıştır: "1966 yazının son larında Hanoi'de bulundum. Birçok yazar ve sanatçının cephe ye gittiklerine tanık oldum. Hepsi de en ufak bir kaygı göster 270
meden üniformayı üstlerine geçiriyor, iyimserliklerini ve neşe lerini hiç yitirmeden ateşin ortasına atılıyorlardı, hem de edebî tasarılarını düşünmeyi -şiirmiş, hikâyeymiş, denemeymiş- hiç aksatmadan. Ne saklayayım, bana dehşet vermiş, içime işle mişti bu manzara." Vietnam'da son yirmi beş yılın önemli bir olayı da dil hareke tidir. Vietnamcada bilimsel kelimeler, terimler önceleri hiç olma dığı için dili teknik aşamaya uydurma zorunluğu ortaya çıkmış tır. Bunun için yabancı kelimelerin okundukları gibi Vietnamcaya uydurulması ya da eski Çin Vietnamcasının bilimsel kelimele rinin anlamca genişletilmesine gidilmemiş, Vietnamca kelimeler den yeni kökler türetilmesi yolu seçilmiştir. Yöneticiler, Vietnam geleneklerini göz önünde tutarak otuz bin kelime yaratmışlardır. Böylece üniversitelerde ve yüksekokullarda öğrenimin Vietnam ca yapılması olanağı sağlanmıştır. Başbakan Van Dong, aydınları ve teknisyenleri yeni bir gramer hazırlamaya, teknik kelimeler için bir sözlük yapmaya, dildeki yabancı kelimeleri atmaya çağır mış ve bunlar yavaş yavaş gerçekleşmiştir. Bugünün sanatçıları da bu kurallara uymuş ve eserlerinde yabancı kelimelerden arın mış, Vietnamlı her kulağa hoş gelen bir dil kullanmışlardır. Bu gün Vietnam'da Batılı bir okuru şaşırtacak kadar zengin bir çağ daş edebiyat ortaya çıkmaktadır. Korkunç bir savaşın ortasında yükselen bu edebiyat, gençlikle ve bulunmaz bir iyimserlikle dolu olarak kendi savaşını şakımaktadır. (Milliyet Sanat Dergisi, sayı 18) A N A LIK Z A N A A TI Z ordur bizde analık zanaatı. B aşka ü lkelerde analar Ç içek sevgisini öğretirler çocuklarına. Bizde, bom balardan korunm asını da öğretm eleri gerekir. B aşka ü lkelerde analar Ezgiler öğretirler, kuş seslerinin güzelliğini Ç ocuklarına, Bizde, çocuklara B -52'yle F -105'in sesini 271
Ö ğretirler ayırt etm esini. Ey kutsal M eryem A na, Bin dokuz yüz altm ış dokuz yıldır Tutuyorsun çocuğunu kollarının arasında, Biliyor m usun V ietnam lı analar A ylardır oğullarından uzak uyuyor? A naların çocuklarına İnsan olm a zanaatını öğretm e zam anıdır. Z am anıdır bu ndan da fazlasını yapm anın O nlara yiğit olm ayı öğretm enin de zam anıdır. Şe Lan Vien (Çev. Eray Canberk) SO RU LA R 1. Vietnam 'ın çağdaş tarihinin özellikleri nelerdir? 2. Çağdaş Vietnam edebiyatının özellikleri ve önemli olayla rı nelerdir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
KÜ BA Küba kurtuluş hareketleri G üney A m erika'n ın kuzeyi ile M eksika'n ın doğusun da, Birleşik A m erik a'n ın da güneydoğusunda bulunan K araib denizindeki K üba, A ntil adalarının en büyüğüdür. D oğudan batıya doğru bir tim sah gibi uzanır. G üneydoğuda h ayv an yetiştirm eye elverişli olan dağ lık bölge bir yana bırakılırsa, adanın geri kalan bölüm ün de yer yer kalkerli ovalar ve yaylalar uzanır. K üçük birkaç ırm ağın suladığı bereketli topraklarda, tarihin her döne m inde çeşitli bitkiler yetiştirildiği halde, son zam anlarda bu rası yalnız şekerkam ışı, kahve ve tütünden oluşan - s ö m ürgelere ö z g ü - tek tip ürün yetiştiren bir tarım ülkesi haline gelm işti. B ü yü k bir yeraltı zenginliğe sahip olan adanın 7 m ilyo na yakın nüfusunu, G üney A m erika'n ın İspanyollarca is 272
tilası sırasında buraya gelip yerleşen İspanyollarla, K ızıl derili denilen -v e sayıca yok denecek denli az o la n - yerli ler ve -1 6 . yüzyıldan başlayarak çalıştırılm ak üzere geti rilm iş- A frikalı zenci köleler oluşturur. Bereketli bir toprağa bağlılık, dışardan gelenlerin (önce İspanyollar, sonra A m erikalılar) kendilerini söm ürdükleri duygusu, 19. yüzyılda, ortaya özgün bir ulus çıkarm ıştır. K ü ba'nın çağdaş tarihi, "söm ü rgecilik ten kurtulm ak" için verilen m ücadelelerle doludur. Çoğu, Birleşik A m eri ka'ya karşı verilen m ücadelelerle... Bugünkü rejim Bugünkü Küba rejim i, 1 O cak 1959'da, Fidel Castro'n un "gu erilleros'Tarım n Batista'nın tutucu ve korkunç d iktatörlüğüne karşı zaferi sonucunda kuruluyor. Fidel Castro, başlangıçta, sosyalist değildi. Bununla be raber, kurduğu rejim ekonom iyi sosyalistleştirdi. Çünkü, bu ekonom i, bütünüyle yabancı -ö zellik le A m erik an - or takların egem en olduğu, söm ürge tipinde bir ekonom i idi. Fidel Castro, yavaş yavaş sosyalizm e kaydı. Çünkü, kurduğu rejim e karşı Birleşik A m erika'nın beslediği düş m anlık, kendisine başka bir yol bırakm ıyordu. Küba, ka pitalist ve yarı feodal bir yapıdan sosyalist kesim in ege m en rol oynadığı bir yapıya çok hızlı olarak geçm iş bir ül kedir. D ünyanın hiçbir ülkesi, bu denli kısa zam anda bu türlü yapı değişiklikleri geçirm em iştir. Bu yapı değişiklik leri, hatta sürekli denebilecek b ir hareket içinde olm uştur; hem de nitelikçe bir kopm a olm adan ve siyasal kadroda pek önem li bir değişikliğe uğram adan... K üba'd a bugünkü siyasal kurum lar, aslında pek basit tir; Parlam ento yoktur. Bütün yetkiler C um hurbaşkanı ile Bakanlar K urulu'ndadır. C u m h u rb aşk an ım h alk seçer. Bakanlar K u rulu 'nu ise C um hurbaşkanı seçer. Bununla beraber, çeşitli konularda, h alk referandum yolu ile katı lır. Y etkilerin böylesine "tek eld e" toplanm asına örnek ve rilebilecek pek az sosyalist rejim vardır. Ö yle de olsa, K ü ba rejim i, siyasal bakım dan, öteki sosyalist ü lkelerden da ha liberaldir. 273
R esm î planda K üba'da çok partililik vardır. Fiilî plan da ise, tek bir parti görülüyor: 1965'ten önce "K ü b a Sos y alist D evrim P artisi" adını taşıyan K om ünist Parti. K o m ünist P arti'nin devlet yönetim indeki rolü sosyalist ülke lerde olduğu gibidir. Bütün bunlara karşın, K üba'da bugün, tem el siyasal güç, aslında Fidel C astro'dur. DA H A Ç O K BİLGİ Küba Devrimi, Deı>rinıler ve Karşı-Devrimler Tarihi Ansiklope disi, c.l, s. 97-120. OKUM A K Ü B A 'D A K Ü LT Ü R SİYA SETİ Gerek edebiyatta, gerek göze ve kulağa seslenen öbür sanat larda uygulanagelmekte bulunan anlatım özgürlüğünün teme li, Başkanımız Fidel Castro'nun ünlü Palabras a los intellectuales (Aydınlara Sözcükler) adlı söylevinde açıkladığı kültürel siya sete dayanmaktadır. Bu söylev, yaratıcının anlatacağı şeye en uygun gelecek biçim ve deyişi seçip seçemeyeceği konusundaki bütün kuşkuları ortadan kaldırdı, ayrıca devrimci olmayan ya zarların izleyeceği yolu da çizdi. Bütün sanatsal eğilimleri hoş karşılayan bu bilgece tutum, Küba'daki geniş sanatsal verimi açıklayan başlıca nedenlerden biridir. Bununla birlikte, Fidel Castro'nun devrimci olmayan aydınların durumuna parmak basması çok daha önemlidir: “Devrim, ancak yola gelmeyecek derecede gerici, karşı devrimci olanları gözden çıkaracaktır... Devrim bu gerçeği anlamalı, dolayısıyla da, sahiden devrimci olmayan bütün sanatçı ve aydınları Devrim içinde çalışabilecek bir ortama kavuşturacak, onların yaratıcı aklını, devrimci yazar ya da sanatçı olmasalar bile, Devrim içinde eser verebilecek ola nak ve özgürlüğe sahip kılacak biçimde davranmalıdır. Bunun anlamı şu: Devrim içinde her şey yapılabilir; ama Devrim'e karşı hiçbir şey yapılamaz." Karşı-devrimciler bir yana, herkese gösterilen bu anlatım öz gürlüğü ve olanağı, Devrim'in türlü eğilim ve görüşteki aydınlar274
ca kararlı bir biçimde desteklenirinin başlıca nedenlerinden biridir. (Jose Rodriguez Feo, “Küba'da Edebiyat", çev. Bertan Onaran, Yeni Dergi, sayı 50, s. 329)
A N G ELA DA VIS Güzel olduğunu söylem eye gelm edim . Biliyorum , güzelsin. Ama konu bu değil şim di, konu ölünü istem eleri, K afatasını istiyorlar, Angela, Jackson'un , Lum um ba'nın kafatasları gibi, Büyük Şef'in çadırını süslem ek için. Ve biz gülüşünü istiyoruz senin. D eğiştireceğiz kin duvarlarını havanın saydam duvarlarıyla, çektiğin acıların çatısını bulutların, kuşların çatısıyla, başında nöbet tutan gözcüyü elinde kılıç tutan bir m elekle. Nasıl da yanılıyor cellatların, Angela! Sert ve ışıltılı bir dokudan yaratılm ışsın, paslanm az bir atılım dan; güneşlere, yağm urlara karşı koyarsın, rüzgârlara, aylara, karşı koyarsın fırtınalara. D üşler vardır hani, o düşlerde heykellere can verir zam an ve boyuna türküler yaratır, sen o düşlerin parçasısın. Aşktan söz etm eye gelm edim buraya, seni sevdiğim i söylem eye gelm edim , seni tutkuyla istediğim i... Ah, konu bu değil şimdi. 275
G üçlüsün, dirençlisin, bunıı söyleyeceğim , yapışırsan boğazlarına, kırarsın kafalarını seni diri diri yakm ak isteyenlerin ülkenin güneyinde bir direğe bağlayıp, kor kesilm iş bir direğe bağlayıp yapraksız bir m eşe ağacına bağlayıp güneyde alev alev bir çarm ıha bağlayıp seni yakm ak isteyenlerin boynuna sarılırsın. Beceriksiz bir düşm an bu, Kendi sesiyle bastırm aya kalkıyor senin sesini, am a biliyoruz hepim iz yalnız senin sesin çınlıyor şimdi, bir dinam it gibi patlıyor gecede tutuklanm ış bir şim şek gibi çakıyor, göklere yükselen bir alev gibi, ışığında zencileri gördüğüm üz, yırtıcı tırnaklarıyla zencileri, ve yoksul insanları, öfkeli insanları gördüğüm üz bir yıldırım gibi düşüyor sesin. İçinde yaşadığım o gerçekleşm iş düşten, kararlı insanların yanından, bu azgın am a dostça denizin kıyısından, yırtıcı dalgalara bakarak rıhtım da, bağırıyorum , sırtına biniyor rüzgârın sesim, o büyük rüzgâr götürüyor sesim i benim rüzgârım babam ız Karaipler. Adını söylüyorum , A ngela, bağırıyorum . K avuşturuyorum ellerim i, yalvarm ak için değil, yakarm ak için değil cellatlarına, alkışlam ak için seni, tutm ak için elim de senin ellerini, güçlü ellerini, o güçlü ellerini, senin olduğum u bilm en için, Angela. N icolas Guillen (Çev. Ülkü Tam er) 276
SO RU LA R Küba'da kurtuluş hareketleri nasıl bir yol izlem iştir ve so nucu ne olmuştur? 2. Küba'da bugünkü rejimin özellikleri nelerdir? 3. Küba'da bugün nasıl bir kültür siyaseti izlenmektedir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
277
r
I
m ÜÇÜNCÜ DÜNYA
20. yüzyıl başladığında, bir tek dünya vardı: E gem enli ğini hem en bü tün yeryüzüne kabul ettirm iş "B a tı dünya sı." Bir başka deyişle "kap italist d ü nya." 1917'lerden baş layarak ikinci bir dünya doğar: "S o sy alist d ü n y a." II. D ünya Savaşı'n m bitim inden bu yana da, kitaplarda bir "Ü çün cü D ü ny a" terim i yer alm ıştır. N edir Ü çüncü D ünya? Ü çüncü D ünya, "azg elişm iş" de denen, belli nitelikleri olan birtakım toplum ların oluşturduğu bir dünya. O toplum larda, kapitalist olsun, sosyalist olsun, "ileri sanayi" aşam asına varm ış toplu m ların niteliklerine rast lanm az. B am başka gerçeklerin, bam başka sorunların dün yasıd ır bu. G ünüm üzün iktisatçıları, sosyologları, dem og rafları ve politikacıları da, bu ayrı dünyaya giren ülkeleri, "g elişm iş" ülkelerden ayırt etm ek için bu deyim leri kul lanm aktadır. A şağıda, ilk paragrafta, işte bu Ü çüncü D ü nya'nın, az gelişm iş ü lkeler dünyasının gerçekleri ve sorunlarını ele alacağız; ikinci paragrafta da, bu dünyayı oluşturan başlı ca gruplardan söz açacağız.
281
m
BOLUM I AZGELİŞMİŞLİK NEDİR? İktisad i ve sosyal bakım dan "azgelişm iş ü lk e" deyin ce, "g elişm iş" kapitalist ve sosyalist ülkeler dışında kalan ülkeler anlaşılır. A ncak, her şeyden önce, nedir "azg elişm işlik "? A zgelişm işliğin, gelişm işlikten ayrılan "b elirtileri" ne lerdir? Ve hangi "etk en ler" azgelişm işliği doğurm uştur ve bugün de sürdürm ektedir? A Z G ELİŞM İŞLİĞ İN BELİR TİLER İ VE ETK E N LERİ Bir ülkenin "azg elişm işliğ i"n i gösteren çeşitli belirtiler vardır. Ve bu belirtilerden hiçbiri de "g elişm iş" bir ülkede yoktur. A zgelişm işliğin belirtileri A zgelişm işliğin, gelişm işlikten ayrılan belirtileri n eler dir? B ir ülkede okur-yazar olm ayanların çoğunlukta olm a sı, kadının erkekten aşağıda tutulm ası, beslenm e yetersiz liği, sağlığı korum ada yetersizlik, m illi ve iktisadi bü tü n lüğün zayıflığı, yapısal işsizlik, ortalam a ulusal gelirin dü şüklüğü, sınırlı bir sanayileşm e, tarım da uğraşanların çokluğu ve şişkin bir hizm et kesim i, iktisadi bakım dan -ö z e llik le - kapitalist ülkelere bağım lılık... Akla ilk gelen belirtiler oluyor. Bunlardan birkaçı üzerinde durm ak, konuya berraklık getirm esi bakım ından yararlı olacak. 283
- "Ü m m ilik " (analphabétism e) kelim esiyle dile getirilen, genel nüfus içindeki okur-yazar olm ayanların oranı bak ı m ından azgelişm iş ülkelerle gelişm iş ülkeler arasında önem li bir fark vardır. (G elişm iş ülkelerde 10 ve daha yu karı yaşlarda okur-yazar olm ayanların bü tün nüfusa ora nı % 0-5 arasında değişirken; bu oran azgelişm iş ülkelerde % 90'a dek ulaşm aktadır). A zgelişm iş ülkelerle gelişm iş ü lkelerde oku r-yazar oranlarındaki bu büyük farkı şu nedenlere bağlam ak ola sı: Ulusal gelirden eğitim ve öğretim için ayrılan m iktar yetersiz kalm aktadır: A zgelişm iş ülkelerde yeterli öğret m en, okul ve ders aracı yoktur; hele çeşitli dillerin konu şulduğu azgelişm iş ülkelerde, bu durum engelleyici ve eğitim in m aliyetini yükseltici bir rol oynam aktadır; eğitim nim etind en faydalanm ada cinsiyet, yerleşm e düzeni (köy ve kent yerleşm eleri) ve sosyal sınıflar açısından büyük farklar vardır. Azgelişmi- Hkolor bakımından, durumu daha da kö tüleştiren biı ■ 'L>?>ın göçü ’ ndı verilen ve gelişmiş ülkelere d o j.. •.wu-ien kalifiye insanların yurtlarından ayrılmaları olavı. Gelişmiş ülkeler arasında bundan en çok yararlanan da Birleşik Amerika olmaktadır. - O bjektif bir ölçü olarak kabul edilen "u lu sal g elir", azgelişm iş ülkelerle gelişm iş ülkeler karşılaştırılm asında en çok başvurulan ölçü lerden biridir. Ç ünkü "u lu sal gelir"in sayılarla belirtilm esi, iktisadi durum u gösterm esi kadar, sosyal ve kültürel durum larla da yakın bağlılığı vardır. Ulusal gelirin gelişm iş ve azgelişm iş ülkelerdeki özel likleri şöyle özetlenebilir: U lusal gelirin artışı, gelişm iş ülkelerde, azgelişm iş ülke lerden daha bü yü k ve daha hızlı olm aktadır. A zgelişm iş ülkelerde, ulusal gelirin dağılışında, sosyal sınıflar ve böl geler bakım ından bü yü k eşitsizlikler vardır. Bu tür ülke lerde, ulusal gelirin çok büyük bir kısm ı küçük bir azınlı ğın eline geçer. Ö rneğin ulusal gelirin % 80'ini % 5'lik bir azınlığın ele geçirdiği ülkeler vardır Ü çüncü D ünya içinde. 284
- G enel olarak gelişm iş ülkeler, en başta sanayinin çok gelişm iş olduğu ülkelerdir. A zgelişm iş ülkelerde yaygın olan tarım yaşam ının yanı sıra, sınırlı bir sanayileşm e gö rülm ektedir. Bir yandan, tarım kesim i ile birlikte ele alın m ayan hızlı bir sanayileşm e, ödem eler dengesinde açık, enflasyon, hızlı bir kentleşm e ve geleneksel sosyal yapıda anarşi yaratırken; bir yandan da azgelişm iş ülkelerin sa nayileşm esi bazı engellerle karşılaşm aktadır. Bu engelle rin, iktisadi çevrelerin kusurları, sosyal ve dem okratik so runlar, üretim etkenlerinin yetersizliği olm ak üzere başlı ca üç grupta toplandığı görülür. - A zgelişm iş ülkeleri gelişm iş ü lkelerden ayıran güve nilir ölçülerden biri de, çalışan nüfus içinde tarım la uğra şanların bü yü k oranlarla yer alm asıdır. G elişm iş ülkeler de tarım kesim inde çalışan nüfus oranının düşük olm ası na karşılık, azgelişm iş ülkelerde bu oran % 40'ı aşarak, ör neğin K ongo'd a % 86'ya varm aktadır. A zgelişmiş ülkelerde, sınırlı bir sanayileşm eye karşılık, ticari faaliyet şaşırtıcı bir görünüş kazanm aktadır. Bu ülke lerde aile ekonom isinin yaygın oluşunun "ticaret"i sınırlan dırması beklenirken, çalışan nüfusun iktisadi faaliyet dalla rına göre bölünüşünde ticaretle uğraşanlar dikkati çeken bir oran gösterir. Daha da şaşırtıcı olan, ulusal gelirin dağı lışında ticaret kesim inin bu ülkelerde aldığı aşırı paydır. - Son olarak, azgelişm iş ülkelerin ekonom isi, çeşitli ba kım lardan gelişm iş ülkelere, özellikle kapitalist ülkelere bağlıdır. Bazı azgelişm iş ülkeler için tarihsel nedenlere dayanır bu bağlılık. Ç ünkü bu ülkeler, siyasal bağım sızlıklarını kazanm adan önce, söm ürge ya da yarı-söm ürge döne m inden geçm işlerdir ve bu nu n yarattığı ilişkilerden b ü tü nüyle kurtulam am ışlardır. Bununla beraber, tarihleri boyunca bir bağım lılığa ko nu olm am ış bulunan azgelişm iş ülkeler de, bugün derece farkları ile, iktisadi bakım dan bağım lı durum dadırlar. A zgelişm işliğin etkenleri A zgelişm işlik neden doğm uştur? H angi etkenler, azge285
lişm ey i ortaya çık a rm ıştır ve -b u g ü n d e - sü rd ü rm ek ted ir?
a) Coğrafi etken, tek başına azgelişm eyi belirleyebilir mi? C oğrafi etkenin, tek başına azgelişm eyi belirleyem eyeceği bir gerçektir. Gerçi, bir dünya haritasına bakıldığın da, azgelişm iş ülkelerin çoğunlukla tropik ve yarı tropik bölgelerde toplandığı görülür. A ncak bunun, azgelişm iş ülke olm akla ilişkisi bulunduğu söylenem ez. Çünkü bu kuşak dışında da (A kdeniz çevresinde bazı ülkeler ve O r tadoğu gibi) azgelişm iş ülkeler vardır. Ö te yandan, yalnız İsrail örneği bile coğrafi etkenle azgelişm e arasında kesin ve katı bir bağın kurulam ayacağı nı açıkça gösterir. b) Irk, azgelişm enin etkeni olabilir mi? Irk etkeni de tek başına gelişm eyi etkileyem ez. Gerçi beyaz ırkın üstün olduğu görüşü yaygındır ve A kdeniz, O rta A vrupa, O rtadoğu ile Latin A m erika ülkelerinde, be yaz ırkın egem en olduğunu görüyoruz. A ncak bu ülkeler içinde de azgelişm iş olanları vardır. Bu da, beyaz ırkın üs tünlüğünden bahsedilem eyeceğini gösterir. Bunun içindir ki, coğrafi etken gibi ırk etkenini de az gelişm enin nedeni olarak gösterm ek doğru olm az. c) Din, azgelişm işliği açıklayabilir mi? Din, toplum ların gelişm esinde, onların ileri gitm esinde ya da geri kalm asında nasıl bir rol oynam aktadır? Ö rne ğin bütün M üslüm an ülkelerin azgelişm iş ülkeler arasın da bulunm ası ne dereceye kadar dine bağlanabilir? Başka dinlere göz atm adan, yalnız M üslüm anlık ile il gili olarak şöyle yanıtlayabiliriz bu soruyu: Başlangıçtan 11. yüzyıla değin M üslüm an ülkelerdeki bü yü k ilerleyiş, başta iktisadi ve ona bağlı olarak sosyal gelişm e ile ilgili dir. O yüzyıldan sonraki duraklam a ve gerilem e, başta iktisadi çözülm enin bir sonucu olm uştur. İşte, iktisadi ve sosyal koşulların zam an içinde değişikliği, M üslüm anh286
ğın değişik biçim lerde yorum lanm asına neden olm uştur: İktisadi bakım dan gelişm iş bir dönem de ve çevrede, M üs lüm anlık ilerlem eye yardım eden bir biçim de yorum lanır ken, iktisadi çözülüş ve gerileyiş dönem inde ve bu du rum daki çevrelerde M üslüm anlık gelişm eyi engelleyici biçim de yorum lanm ıştır. Ve bu nu n doğal sonucu olarak da, engelleyici bir yorum a tabi tutulduğu ülkelerde ve za m anlarda da, M üslüm anlık toplum ların ilerlem esine çe şitli biçim lerde engel olan bir din halini alm ıştır. Daha kı sa bir deyişle, M üslüm anlık ü lkelerin geri kalışında etken olm am ıştır. O lam azdı da... Sonuç olarak denilebilir ki, azgelişm eyi tek bir etkene dayanarak açıklam ak olası değildir. A zgelişm işlik, bir "karm aşıklık " içinde karşım ıza çıkm aktadır aslında. A n cak, hem en bütün azgelişm iş ülkeler için geçerli olan bir tarihsel neden vardır ki, azgelişm işliğin genel çerçevesini çizm iştir ve bugün de çizm ektedir. N edir o? Batı kapitalizm i ve em peryalizm i. d) Kapitalizm , em peryalizm ve yeni söm ürgecilik G erçekten 15. ve 16. yüzyıllarda "b ü y ü k keşifler'Te başlayan "B a tı sö m ü rg eciliği", genellikle doğal zengin liklerin ve değerli m adenlerin talan edilm esine dayanı yordu. Fethedilen yerler anatavanm bir çeşit çiftliği duru m undaydı. 18. yüzyılın sonlarından kalkarak -ö n c e İngil tere'd e olm ak ü z e re - başlayan Sanayi D evrim i ile, bu es ki tüp söm ürgeciliğin yerini, anavatanda elde edilen fab rika ürünlerine pazar bulm ak çabası aldı. K apitalist ü lke ler, kendi üretim düzenlerini, yani kapitalizm i ayakta tu tabilm ek için, bü yü k "h am m ad d e ve pazar im paratorluk ları" kurarak dünyayı paylaştılar. D oğaldır ki, bu paylaş ma, kendi aralarında da zam an zam an büyük çatışm alara neden oldu. Ö zellikle I. ve II. D ünya savaşlarının kayna ğında, en başta bu paylaşm anın ortaya çıkardığı u zlaş m azlıklar yatar. Burada, konum uz bakım ından asıl dikkat edilecek 287
nokta şudur: Batı kapitalizm inin ham m adde deposu ve pazarı haline getirilen bütün ülkeler, bugün "azgelişm iş ü lk eler" diye adlandırılan kategorinin içine girm ektedir. Bütün bu ülkeler, B atı'd a olduğu gibi "k ap italizm i" kura m adıkları gibi, "San ayi D evrim i" ni de gerçekleştirem e m işlerdir. A m a bu "g eri k alış"ın nedeni -e n b a ş ta - "B atı k ap italizm i"n in kendisidir. Ç ünkü Batı kapitalizm inin varlığını sürdürebilm esi, bu ü lkelerin bir "ham m ad d e de p o su " ve "p a z a r" olarak kalm asını zorunlu kılm aktaydı. Başka bir deyişle, bu ülkeler, "San ayi D evrim i"n i gerçek leştirdikleri takdirde, giderek Batı kapitalizm inin pazarı olm aktan kurtulacaklarından ve bu da -d o ğ a l o la ra k - Ba tı kapitalizm inin aleyhine olacağından, bu ü lkelerin böyle bir süreç içine girm elerine, Batı her türlü yola başvurarak -ç o k kez silah z o ru y la - engel olm uştur. Böylece, azgeliş m iş ülkelerin "geri k a lm ış lığ ın d a n değil, aslında "g eri b ırakılm ışlığı"ndan bahsetm ek daha uygun düşer tarih sel gerçeklere. Çeşitli nedenlerle, II. D ünya Savaşı'ndan sonra, artık silah zoruyla toprak elde edip söm ürge ve pazar d urum u na getirm ek yolu terk edildi. D oğaldır ki, bu gelişm ede en önem li etken "Ü çü n cü D ü nya"n ın u yanışı ve "u lu sal ba ğım sızlık h arek etleri"nin şiddetlenişi oldu. Bugün, -d ü n ya kam uoyunca p ek "a y ıp " k arşılan an - "a sk erî işgal" y o luna arada sırada yine başvurulduğu oluyor ama, "y en i söm ü rgecilik " denen yollar kullanılıyor genellikle. N edir yeni söm ürgecilik? Yeni söm ürgecilik, kapitalist söm ürgecilik ve em perya lizm in, azgelişm iş ülkede ulusal bağım sızlık kazanıldık tan sonra süren biçim ine verilen ad. U lusal bağım sızlık kazanılm ıştır am a, eski söm ürgeci ülkeyle iktisadi bağlan tılar sürm ektedir ya da başka birtakım kapitalist ülkelerle -y in e söm ürülm eye d ay an an - yeni ilişkiler kurulm uştur. Y eni söm ürgecilik arkasında koşan devletler de, söm üre cekleri ülkelerde sağlam bir sosyal tem ele dayanabilm ek için, kendi kültürlerini yaym ak, özellikle "y ab an cı serm a ye ile kalkınm a zo ru n lu lu ğ u " gibi kavram ları ben im set m ek yoluna gitm ekte, hatta gerektiğinde, kendilerine ya kın çevreleri iktidara getirm ek için siyasal tertiplere giriş288
inekten kaçınm am aktadırlar. İnsancıl düşüncelere daya nır gibi gözüken "d ış yard ım lar", çoğu zam an, yeni sö m ürgeciliğe doğru atılm ış birer adım olm akta, yardım da bulunan ülke ile yardım alan ülke arasındaki ticaret ilişki lerini geliştirm ek ve giderek azgelişm iş ekonom ileri dene tim altında tutm ak hedeflerine yönelm ektedir. İşin içine, siyasal ve askerî am açlar da girm ektedir do ğallıkla. Yeni söm ürgecilik, azgelişm iş ülkelerde, genellikle " tu tu cu " güçlerle işbirliği yapm aktadır. A ncak, bu güçlerin toplum düzenini altüst olm aktan kurtaram ayacağım gör düğü hallerde de, h afif "re fo rm c u " hareketlerle işbirliği yapm ayı kendisi için daha kârlı bulm aktadır. A Z G ELİŞM İŞ Ü LK ELERD E SO SY A L SIN IFLA R VE SİY A SA L R EJİM LER Azgelişm iş ülkelerde sosyal sınıflar Sosyal sınıflar bakım ından azgelişm iş ülkelerle Batılı ülkeler karşılaştırıldığında şu noktalar dikkati çekiyor: - Bu ülkeler, tem elde birer tarım ülkesi olduğundan, sanayileşm e de yeni ve zayıf olduğundan, nüfu sun büyük bir bölüm ünü köylü kitleler oluşturur. "F eo d al" ilişkilerin köylü kitleler üzerinde ağırlığım hâlâ duyurduğu bazı az gelişm iş ülkelerin bulunduğu da görülüyor. - A zgelişm iş ülkelerde işçi sınıfı, sayı, örgütlenm e de recesi ve yapısı bakım ından ülkeden ülkeye büyük farklar gösteriyor. B azı ülkelerde, kendi partileri çevresinde top lanm ış bilinçli bir işçi sınıfı vardır; bazılarında ise, işçi sı nıfı henüz ilk adım larını atm akta ve örgütlü politik bir güç olarak ortaya çıkam am aktadır. Bazı azgelişm iş ülke lerde ise, sanayi işçisi ya yoktur ya da yeni yeni ortaya çık m aktadır. - Bu karşılaştırm ada "o rta sım fla r"ın durum u da dik kati çekm ektedir. "O rta sınıflar" deyince, toplum da bağım sız olarak çalı şanların oluşturduğu kesim anlaşılır. Bu sınıfın içine, bir kısım esnaf, bağım sız zanaat erbabı, orta m em ur tabakası, 289
serbest m eslek erbabı, m üstahdem ler, orta ve küçük satı cılar girm ektedir. G elişm iş ülkelerde, bir ölçüde "d en g e ve kararlılık öğe si" olarak rol oynayan, iktisadi ve kültürel gelişm elerde b ir yeri olan orta sınıfların azgelişm iş ülkelerde neden bu rolü oynam adıkları sorulabilir. H em en akla gelen, orta sı n ıfların azgelişm iş ülkelerdeki zayıflığıdır. G erçekten, ge lişm iş ülkelerin sınıf piram idinde orta sınıfların bü yü k yer tutm asına karşılık, azgelişm iş ülkelerde orta sınıflar az yer tutar. Ö rneğin Fransa'd a nüfusun % 30'un u, İngilte re'd e % 33-37'sini ve Birleşik A m erika'da % 50'sin i orta sı nıflar oluştururken, bu oran azgelişm iş ülkeler için % 5-10 arasında değişm ektedir. Azgelişmiş ülkelerde orta sınıfların zayıf olmasının nedenleri arasında şunlar var: - Batılı toplumlar, feodalite döneminden geçerek ulus halini almışlardır. Bu dönemde köylülerin özgür lüklerini kazanmaları, büyük kentlerin kurulması, ticaret yaşamıyla sanayiye başlangıç olan el sanatları, bu ülke lerde orta sınıfların çekirdeğini oluşturmuştur. Oysa az gelişmiş ülkeler bu tarihsel gelişimin dışında kalmışlar dır. - Azgelişmiş ülkelerde, iktisadi faaliyetlerin dış güç ler yararına işletilmesi, orta sınıfların gelişmesini sınır landırmıştır. Çünkü çoğu hallerde, özellikle sömürge dö neminde, iktisadi ve ticari faaliyet yabancılarca yürütül müştür. - Azgelişmiş ülkelerin -zayıf da olsa- burjuvazisi, ya ratıcı iktisadi faaliyetler yerine spekülasyona ve aracılığa eğilim duymuştur. Hâlâ da duymaktadır... Sonuç olarak, azgelişm iş ülkelerde, orta sınıflar nicelik ve nitelik olarak zayıftır. K endilerinden beklenen görevle ri yerine getirdikleri kolaylıkla söylenem ez. Buna karşılık, azgelişm iş ülkelerin gelişm iş ülkeler düzeyine u laşm aları nı orta sınıfların gelişm esine bağlı görenler de vardır. Çünkü, bunlara göre, iktisadi gelişm enin öncüsü olan, ri 290
zikoyu göze alarak yatırım faaliyetine girişen "g irişim ci" tip, orta sınıflardan çıkar. A zgelişm iş ülkelerde siyasal rejim ler A zgelişm iş ülkeler, ister u zun bir geçm işe dayansınlar, ister bağım sızlıklarını yeni kazanm ış olsunlar, geleneksel dem okratik kurum lardan yoksun bulunm aktadırlar. Bu ü lkelerin sosyal yapıları, çeşitli biçim ler altında otoriter yönetim eğilim lerini beslem ektedir. Ö yle ki, "d em okratik y ön etim "in yürürlükte olduğu azgelişm iş ülkelerde bile kendini gösterm ektedir bu eğilim . G erçekten m onarşi ya da diktatörlük ile yönetilen az gelişm iş ü lkelerin yanı sıra, görünüşte dem okratik ku ru m lan olan azgelişm iş ülkeler de vardır. Başta seçim ve parlam ento olm ak üzere ü lkenin yönetim inin "h a lk irade s i n e dayandığı kanısını veren bir durum un olm asına karşın, bu dem okratik görünüşün altında -ç o k k e z - bir çe şit "zü m re egem enliği" hüküm sürm ektedir. A zgelişm iş ülkelerde dem okratik yönetim le birlikte or taya çıkan başlıca üç görünüş vardır: - T ek parti eğilim i. Ö zellikle O rtadoğu ve A frika ü lkelerinde tek parti eği lim ine "K e m a list" tek parti m od ellik etm ektedir. N e var ki, özellikle iktisadi bakım dan yetersiz sayılm aktadır bu m odel. - Egem en partili rejim . Bu rejim , "d em o k ratik çoğulculuk" ile "tek partili dik tatörlü k" arasında yer alm aktadır: Ü lkede birçok parti vardır, am a bu nların içinde biri, çeşitli nedenlerle -s ü re k li o la ra k - siyasal iktidara egem en bulunm aktadır. "M e k sika m o d eli" de denen bu rejim , "başk an lık sistem i" ile birleşm iş olarak, Latin A m erika ü lkelerinde yaygındır. - Silahlı güçlerin ağırlığı. A skerlerin siyasete m üdahalesi, azgelişm iş ülkelere öz gü bir durum dur. H er şeyden önce, bu ülkelerin yapılarında toplum sal güçsüzlük egem endir. Bu genel güçsüzlük ortam ında, "en iyi örgü tlen m iş" ve "e n etkili g ü ç" olan ordu, kendiliğin291
d en siyasal sistem e ağırlığını koyabilm ektedir. A yrıca, azgelişm iş ü lkelerin büyük çoğunluğunun ulu sal kurtuluş savaşından yeni çıkm ış olm asından dolayı, si yasal ve askerî kadroların iç içeliği ve rol karm aşıklığı, sa vaştan sonra da etkinliğini sürdürm ektedir. Bu ülkelerde izlenen bir başka önem li olgu da şu: İkti sadi ve kültürel bakım dan egem en olan "ato m laşm a" ge nel güçsüzlüğe katkıda bulunurken, "u lu slaşm a" sürecini de geciktiriyor ve ulusal savunm a görevini üstlenm iş olan orduya, m üdahale için, hem olanak hem de gerekçe h azır lam ış olu yor.1 A zgelişm iş ülkelerde zam an zam an karşılaşılan askerî yönetim -h e r ülkede aynı niteliği taşım am akla beraberçoğunlukla sosyal adaletten yana, giderek ilerici görün m ektedir. Bunun başlıca nedeni, gelişm iş ülkelerden fark lı olarak, azgelişm iş ülkelerdeki orduların "h a lk çı" olm a sına yol açan sosyal sınıf ve tabakalardan gelm esidir. Ama her şeye karşın, bu tür ülkelerde, ordunun "ileri ci" rolünü fazla abartmamak da gerekir. Böyle bir rolün oynanmadığı, tersine "tutucu", giderek "faşist" bir rol oynadığı da çok görülmüştür. Özellikle Latin Amerika'da olanlar, bunun belirgin bir örneğidir. A zgelişm iş ülkelerde görünüşte var olan dem okratik k u ram lara karşın "seçim "lerin yurttaş oylarını ne ölçüde yansıttığı, araya birtakım etkilerin girip girm ediği üzerin de düşünülebilir. Şurası açıktır ki, bu tür ülkelerde seçim m ekanizm ası ve parlam entonun varlığı, dem okratik yö netim için yeter değildir. A nayasalardaki parlak ifadelere karşın, "u y g u la m a"lar hiç de tam anlam ıyla dem okratik b ir nitelik taşım am aktadır. Bu farklılığın da azgelişm iş ü l kelerin sosyal yapılarına has özelliklerinden doğduğu ar tık bilinen bir gerçektir.
! Bu konuda şu ilginç yazıya bkz. Türker Alkan, "A zgelişm işlerde Askeri M üdahaleler ve Türkiye..." M illiyet, 18 Şubat 1980.
292
DA H A Ç O K BİLGİ Y. Lacoste, Azgelişmiş Ülkeler (çev. Y. Gürbüz), İstanbul. Y. Lacoste, Sınıf Açısından Azgelişmişlik (çev. S. Avcıoğlu), İstanbul, 1966. Cavit Orhan Tütengil, Azgelişmenin Sosyolojisi, 3. bası, İstan bul, 1980. OKUM A Y O K SU L, A M A D EV K EN TLER ... 2000 yılının dünyası, yeryüzünün yoksul toplumlarmda kent lerin patladığı bir çağ olacaktır. Ne New York ne Paris ve ne de Londra, yakın gelecekte en kalabalık başkentler denince, ilk düşü nülen yerler arasında yer alabileceklerdir. Dünya Bankası'nm yaptığı araştırmalara bakılırsa, Meksiko, 31,6 milyon kişilik nüfu suyla 2000 yılının en dev başkenti olmaya şimdiden adaylığını koymuş gibidir. Sao Paulo 26 milyon, Kalküta 19,6 milyon, Rio de Janeiro ya da Bombay ise, 19 milyon kişilik dev metropollar ola caktır. Bir zamanlar üstünde güneşin batmak bilmediği bir impa ratorluğa merkezlik etmiş bulunan Londra, bütün bu yoksul dün ya başkentlerinin yanında, ancak 12,7 milyon kişinin yaşayabile ceği bir kent görünümündedir.2 Dünyanın var olan yığılım nokta larını böylesine değiştirme potansiyelini taşıyan olay, Üçüncü Dünya diye de tanımlanan yoksul toplumların uyanışı sürecidir. XX. yüzyıl sona erdiği gün, ortalama nüfus artış beklentilerine gö re, yeryüzünün gelişme savaşımındaki genç toplumlannm insan yığınları da 1 milyar kişi daha büyümüş bulunacaktır. 2000 yılında, toplam emek gücü 1 milyar 250 milyon insana ulaşması beklenen genç toplumlarda, kentlerin gerçek sorunu, hem gelir dağılım ve bölüşümünde hem de sosyal hizmetlerde köklü dönüşümlerin başarılabilmesidir. Dünya Bankası'nm önerdiği çözüm, kentlerde, sorunlarına ağırlık verilen grupların öncelikle yoksul kesimler olmasıdır. Başka bir deyişle, geleceğin büyük kentleri, sağlık, eğitim, konut, ulaştırma alanlarında salt varlıklı sınıflan gözeten politikalardan kesinlikle uzak durabilmelidirler... “ "The W orld Bank Report", The Financial Times, 16.8.1979, s. 2.
293
Kuşkusuz, ussal düşünce yoluyla ulaşılan bu modeli yaşama geçirmek, ne uluslararası yapıdan ve ne de söz konusu toplumların iç sosyopolitik dinamiklerinden soyutlanabilir. Saf akıl yer yüzüne öylesine kolay biçimde istediği modelleri uygulayabilseydi, tarihin gittiği yol çok kısa ve kolay olabilirdi. Oysa, bir başka dünya düzeni yaratabilmenin, olağanüstü ağır sınıfsal en gelleri ve kurumsal ayakbağları da vardır. Dünyayı değiştirmek için, yeni kentsel uygarlıklarda, yeni bir yığınsal demokrasinin tüm alt ve üstyapılarını kurmak gerekir. Bunun için de, öncelik le, soğuk savaştan devralman yakın geçmişin bütün darboğazla rının birer birer yok edilmesi zorunlulaşıyor. Yanıtın en strate jik düğümü, büyüyen ve dönüşen Üçüncü Dünya'ya, toplumcu bir demokrasinin nasıl yerleştirileceği sorusunda özetlenebilir. (Ali Gevgilili, "Yoksul, Ama Dev Kentler..." Milliyet, 23 Ağustos 1979) SO R U LA R 1. "Azgelişmişlik" deyince ne anlaşılır? Belirtileri nelerdir? Hangi etkenler "azgelişmişliği" doğurmuştur? Bu konuda em peryalizmin rolü ne olmuştur? 2. Azgelişmiş ülkelerde sosyal sınıfların tablosu nedir? Bu tablo, kapitalist ülkelerin sosyal sınıflar tablosundan hangi nok talarda farklılıklar gösterir? Niçin? 3. Azgelişmiş ülkelerde siyasal rejimin özellikleri nelerdir? Siyasal yaşamda ne gibi eğilimler ve kurumlar ağır basmakta dır? 4. Azgelişmiş ülkelerde "kentlerin patlaması" olayı deyince ne anlaşılır? Bu ülkelerde kentlerin gerçek sorunları nelerdir? Bu sorunların üstesinden nasıl bir demokrasi gelebilir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
294
BÖLÜM II KALKINMA VE BAĞIMSIZLIK Bir azgelişm iş ülkenin en başta gelen özelliği büyük d engesizlikler ve çelişm eler ülkesi olm ası. Bütün bu den gesizlik ve çelişm eler ise, çözülm esi -o lan ak sız değilse d e - çok güç sorunlar ortaya çıkartm akta. Bu sorunlar ik ti sadi, sosyal ve kültürel sorunlardır ve hepsi de iç içedir. A m a bü tü n bu sorunların çözüm ü, asıl tem el bir soru nun çözüm üne bağlıdır ki, o da kalkınm a ve bağım sızlık sorunudur. K A LK IN M A VE Ö N Ü N D EK İ EN G ELLER K alkınm anın anlam ı Ö zellikle azgelişm iş ülkeler için kalkınm a, yalnız ikti sadi değil, aynı zam anda sosyal ve kültürel içeriği olan bir kavram dır. Ç ünkü azgelişm iş ülkelerin, kapitalist ya da sosyalist ülkelere oranla geride kalışı, yalnız iktisadi planda değil, sosyal ve kültürel plandadır da. Böylece kalkınm a bü tün bu alanları kapsıyor zorunlu olarak. Ne var ki, kalkınm anın tem elinde, iktisadi kalkınm a yatar. İktisadi bakım dan kalkınm ayan bir ü lkenin sosyal ve kültürel kalkınm asını yapm ası olanaksızdır. Sosyal ve kültürel alanlardaki kalkınm a, iktisadi kalkınm ayı da b e raberinde getirm ez. K alkınm a treninin lokom otifi "ik tisa d i" dir. O götürür sosyal ve kültürel gelişm eyi arkasından. N edir iktisadi kalkınm a? İktisadi kalkınm a, başta sanayileşm e dem ektir. İktisadi kalkınm a ile sanayileşm ek, bir bakım a eşan lam lıdır. K apitalist olsun, sosyalist olsun bütün "ile ri" toplum lar, kalkınm alarım en başta sanayileşerek gerçek 295
leştirm işlerdir. O toplum lara bugün aynı zam anda "sa n a yi toplum u" derken, sanayinin önem i kendiliğinden belir m iş olur. Böylece, içinde yaşadığım ız dünyada gerçekten ileri bir toplum düzeyine varm anın yolu sanayileşm ektir. Sanayi, en başta ağır sanayi dem ektir. A ğır sanayi ise m akine yapan m akine sanayiidir. Ağır sanayide bugün öncü kesim de, motor ve dona nını sanayiidir. Bir toplumda, sanayinin yapısında dina mik gelişmeleri, ancak, ağır sanayi fabrikaları, makine ve donanım tesisleri sağlar. Bir toplumda gerçek teknoloji yi yaratan sanayi kesimleri, işte bu kesimlerdir. Sanayide, giderek toplum olarak, "dışa bağlılığın zincirleri"ni kıran da yine bu kesimlerdir. Ancak, "kalkın m a n ed ir" sorusunu yanıtlarken, bütün bu söylediklerim iz doğru olm akla beraber, çok önem li bir noktayı da gözden uzak tutm am alıdır: G erçekten, bir kı sım iktisatçılara göre, kalkınm a "ekonom ik bü yü m e" ile eşanlam lıdır. Yani ulusal geliri yüksek, üretim hacm i faz la, zengin, sanayileşm iş toplum lar kalkınm ıştır. Buna gö re, ulusal gelirdeki artışlar, üretim deki artışlar, dışalım lar la dışsatım lardaki artışlar, fabrika sayısındaki artışlar, hep kalkınm anın belirtileridir. Ne var ki, bir yandan rakam lar, öte yandan da kalkın mayı yalnızca göstergelerin büyüklüğüne bağlam a yanıl tıcıdır. K alkınm anın tek doğru tanım ı vardır. Rakam oyunlarıyla çarpıtılam ayacak olan, tek bir sınıfın değil, toplum un kalkınm ası anlam ına gelen, kalkınm anın asıl hedefi olan "in san "t m akinelere ve m addeye feda etm e yen ya da geniş em ekçi kitleleri bir azınlığın çıkarlarına fe da etm eyen tek bir doğru tanım ... O da şudur: K alkınm a, insanı h ed ef alan bir biçim de, üretici güçle rin alabildiğine gelişm esi, em ek verim liliğinin buna bağlı olarak artm ası ve bunun sonucunda da insanın da ha insanca ve doğaya daha fazla egem en olarak yaşaya bilm esidir. Ne dem ektir ü retici güçlerin gelişm esi? D oğaldır ki, yalnızca üretim araçlarının, teknolojinin 296
gelişm esiyle sınırlı bir kavram değildir bu. Üretici güçler kavram ı içinde "in sa n ", insanın bilgisi, hüneri, aklı ve ya ratıcılığı da vardır. Böyle olunca da, üretici güçlerin alabil diğine gelişm esi olarak tanım lanacak kalkınm a, bir yerde insanın alabildiğine gelişm esinden başka bir şey değildir. K alkınm a, yalnız insanlar içindir. "S o y u t", havada bir hedefi olam az kalkınm anın. Böyle bir hedefi varm ış gibi göründüğü anda, aslında tek bir sınıfın, serm aye sahibi sı nıfın çıkarları doğrultusunda bir kalkınm adır söz konusu edilen. Kısaca "b ir" sınıfın kalkındırılm asıdır bu... İnsanın alabildiğine ezildiği bir kalkınm a m odeli, 19. yüzyılın m odeliydi. 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu m o del, geçerliğini artık kesin olarak yitirm iştir. "Ö n ce kalkın ma, sonra insan" form ülü bir aldatm acadan başka bir şey değildir bugün. Ö zellikle, em ekçi kitlelerin de hak ettiği payı alam adığı, giderek yalnızca toplum un dar bir kesim i nin sebeplendiği bir kalkınm a, artık üretici güçleri gerçek ten geliştirici olam az. Em eğin verim liliğini artırm akta ge ri kalır. "İn sa n "ı hiçe saydığı için de duraklam aya m ahkûm dur. Sanayileşm enin önündeki engel: Em peryalizm ve yeni söm ürgecilik A zgelişm iş ülkeleri, bugün gerçek anlam ıyla sanayileş m ekten alıkoyan en başta em peryalizm ve özellikle onun yeni söm ürgecilik politikasıdır. Em peryalizm in ve yaban cı serm ayenin söm ürü m ekanizm ası ise, son yıllarda, eski sinden farklı biçim lere bürünm üş bulunm aktadır. Bu yeni söm ürm e yollan , özellikle "m ontaj san ayii" ve "p aten t söm ürüsü"nden geçm ektedir. N edir m ontaj sanayii denen şey? Em peryalist söm ürünün yeni biçim lerinden biri olan "m on taj san ay ii" şudur: Em peryalist ülkeler, kendi ülke lerinde belli m am ulleri baştan sona imal etm ek ve sonra da yarı-söm ürge durum undaki ülkelere satm ak yolunu -b a z ı sanayi k o lların d a- artık terk etm eye başlam ışlardır. 297
1 Şöyle ki, em peryalist ülke, sanayi yatırım ını bizzat söm ü rülen ülkede yaparak, geri kalm ış ülkede çok daha ucuz el em eği sağlam akta ve dolayısıyla m aliyeti düşürm ektedir. Em peryalist ülke, bu yolda, ekonom isi için artık yük ol m aya başlam ış bazı yan sanayi kollarını ülkesi dışına çı karm ış, am a yine de denetim i elinden bırakm am ış olur. Ö rneğin, otom obilin donanım ını dışarıda yaptırır; fakat m otorunu kendisi yapar. Ve asıl önem li olan m otor sana yiini kendi elinde tutm akla kontrolü de sağlam ış olur. G e ri kalm ış ülkede, aynı zam anda "tek elci" bir sistem de ku rabilm iş ise, yabancı serm ayenin söm ürü oranı daha da artm ış olm aktadır doğal olarak. Ayrıca, m ontaj sanayiini kurm ak, çeşitli dışalım kayıt lam aları yüzünden m allarını azgelişm iş ülkeye rahatça sürem eyen em peryalist ülkelere, azgelişm iş ülke pazarla rını ta içinden fethetm e olanağını da verm ektedir. Yerli serm ayedarlarla ortaklaşa kurdukları m ontaj fabrikaları nın, nasıl olsa ham m addesini (bunlar işlenm em iş ham m adde olm ayıp, m ontaj sanayiinin kullanacağı parçalar ya da esas m addeler, yani yine sınai ürünlerdir) yine ken dileri dışarıdan sağlam akta, kendi ulaşım araçlarıyla az gelişm iş ülkeye bu nları taşım aktadırlar. Böylece, yabancı serm aye, m ontaj sanayiine yatırdığı parayı çok kısa bir sü re içinde çıkarm akta ve kısa zam anda kâra geçerek, ka zancını kendi ülkesine serbestçe aktarabilm ektedir. V e üs telik geri kalm ış bir ülkeyi, o ülkede gösterm elik bir sana yi kurarak söm ürm enin psikolojik avantajı da vardır. Y a bancılar olsun, onların yerli ortakları olan m ontaj sanayi cileri olsun ve bu nların hizm etine koşulm uş politikacılar olsun, bü tün bu işbirlikçi sınıf ve tabakalar halka, "Y ab an cılardan ne istiyorsunuz? Bakın size ekm ek kapısı açıyor la r" biçim inde dem agoji yapm ak olanağını bu labilm ekte dirler. G örülüyor ki, m ontaj sanayii, her şeyiyle kökü dışarı da, u lusal olm ayan bir sanayidir. Ve sonuçları bakım ın dan, azgelişm iş bir ülkeyi sanayileştirm esi, giderek k al kındırm ası şöyle dursun, o ülkenin ulusal bir sanayi kur m a olanaklarını da -b ü tü n ü y le ortadan kaldırm ası olasılı ğı b ir y a n a - en azından engeller. 298
Azgelişmiş bir ülkede herhangi bir yatırım yapmak ge reksinmesini bile duymadığında, emperyalizmin yeğledi ği bir başka yol daha vardır: Belli maddelerin üretimi ko nusunda elde tutulan gizli bir formülü, "patent hakkı" bi çiminde -ya da "royalty" denilen başka biçimlerde- azge lişmiş ülkelere satmak. Her yıl -o malın üretimine hiçbir katkıda bulunmadığı halde-, salt patent hakkı ya da ro yalty yoluyla milyonlarca lirayı kendi ülkelerine aktarır. Coca-Cola, patent hakkı yoluyla sömürünün tipik ör neğidir. K A LK IN M A N IN Ö TEK İ SO R U N LA RI VE SO SY A L Y A PID A D EĞ İŞİK LİK Kalkınm anın öteki sorunları A zgelişm iş ülkelerin kalkınm ası, tek başına sanayileş m e ile de sağlanam az. Sanayileşm enin yanı sıra tarım so runlarının, ortaya çıkacak sosyal ve kültürel başka sorun ların da birlikte ele alınm ası gerekm ektedir: - Sanayileşm e, kentleşm e ve işgücünün m erkezleş m esi ile beraber yürüm ektedir. Ö te yandan beslenm e, m esken ve sağlık konuları da önem kazanm aktadır. Bu nun yanı sıra, gecekonduların ortaya çıkm ası, kesinleşen sınıf çelişm eleri, ailedeki gevşem enin artırdığı çocuk suç luluğu, yarı köylü-yarı kentli b ir yaşam ın ortaya çıkardığı sorunlar dikkatleri çekm ektedir. - Sanayileşm e ile birlikte "k ö y ü n sorunları" üzerinde de durulm ası gerekm ektedir. - Bir başka sorun da gelirin ve iktidarın b ir züm re elinde toplanm asının önlenm esidir: A zgelişm iş ülkelerin çoğunda, o ülkeler için yaşam sal bir değer taşıyan iktisadi kalkınm a am acını bir yana bırakarak, yalnızca servet ve ayrıcalıklarının korunm asına ilgi duyan küçük bir azınlık vardır ve iktidarı da onlar ellerinde tutm aktadır. - Son olarak, iktisadi gelişm enin sosyal ve kültürel ko şulları, kalkınm adaki yeri gözetilerek "in sa n "m ele alın m asıyla sağlanabilir. Bu da, bir yandan eğitim ve öğretim yoluyla, "k alk ın m a"ran gerektirdiği nitelikte ve sayıda 299
"in sa n "ın yaşam a hazırlanm ası, bir yandan da insan gücü ve bilgi birikim inin iyi bir biçim de kullanılm ası ile olasıdır. Sosyal yapıda değişiklik Y er yer ve zam an zam an birer "çık m a z " görünüşünü alan bütün bu çetin sorunların çözülm esi zorunluluğu, az gelişm iş ülkeleri, bir başka önem li sorunla karşı karşıya getirm ektedir ki, o da sosyal yapı değişikliği sorunudur. G ünübirlik önlem lerin, geçici çabaların zam an savurgan lığından başka bir şey olm adığı, bugün iyice anlaşılm ıştır. Ç eşitli y an lan ile b ir bü tü n olan azgelişm e olayı, ancak bütün kesim lerdeki ahenkli bir atılım ile ortadan kaldırı labilir. Bu durum da, devletin rolü ve görevleri artm akta, iktisadi ve sosyal planlam a önem kazanm akta, var olan d engesizlikleri ortadan kaldırm ak için çeşitli alanlarda köklü değişiklik gereksinm esi kendini gösterm ektedir. A zgelişm iş ülkelerin geçm işiyle ve bugünüyle ilgili bü tün bu bilgiler bize şu iki tem el gerçeği öğretiyor: - A zgelişm iş bir ülke, başta iktisadi bakım dan em per yalizm e "b ağ ım lı" bir ülke olup, bu bağım lılık gitgide art m aktad ır. Bunun gibi, azg elişm iş ü lk eler "k a p ita list y o l"d a n kalkınm a olanağını yitirm işlerdir. Bu yolu dene dikçe em peryalizm e bağım lı kalm aya da m ahkûm durlar. - E m peryalizm e bağım lılık ve onun b ir pazarı olm a, si yasal yaşam da da kendini gösterm ekte, ülke bağım lı hale geldikçe siyasal iktidarların işbirlikçi niteliği artm akta, onların bu niteliği arttıkça da em peryalizm in sızm ası -a y n ı o ra n d a - çoğalm aktadır. Bu iki olay bize bir ülkede ekonom ik yapı ile siyasal ya pı arasındaki yakın ilişkiyi açık b ir biçim de gösterm ekte dir. Bu ilişki azgelişm iş ülkelerde çok daha derindir. A zgelişm iş bir ülkede, kalkınm anın -a y n ı zam anda "em peryalizm e bağ lılık " ile "em peryalizm in işbirlikçile rinin ortadan k aldırılm ası"na y ö n elm iş- başlıca progra mı şu olm ak gerekir: - Tem el sanayi kollarında yabancı serm aye yatırım la rına son verm ek ve var olan yabancı serm aye kuruluşla rım da m illileştirm ek; 300
- Em peryalizm in azgelişm iş bir ülke içindeki kolu olan dış ticareti, bankacılığı ve sigortacılığı m illileştirm ek; - Em peryalizm in o azgelişm iş ülkeyi bir daha pazar haline getirm em esi için, devlet öncülüğünde sanayileş m e, bunu da m erkezî ve buyurucu b ir planlam ayla ger çekleştirm ek; - Em peryalizm in azgelişm iş ülkelerin birçoğundaki kolu olan yarı feodal ilişkilere son vererek, bü yü k köylü kitlelerinin kurtuluşuna olanak sağlayacak bir toprak re form u yapm ak. D A H A Ç O K BİLG İ Fethi Naci, Az G elişm iş Ü lkeler ve Sosyalizm , 2. Bası, 1966. Fethi Naci, A skerî D arbeler ve D em okrasi, İstanbul, 1966. Harbi - Rodriguez - Vien, Sosyalizm ve K öylüler (çev. A. To katlı), İstanbul. Osman Nuri Koçtürk, Yeni Söm ürgecilik A çısından G ıda E m peryalizm i, Ankara, 1966.
Malawya, Sovyetler B irliği ile A zgelişm iş Ü lkeler A rasında E ko n om ik İşbirliği (çev. Selahattin Hilav), İstanbul, 1965.
Vasili Vahruşev, Y öntem leri ve M anevraları ile Yeni Söm ürgeci lik (çev. A. Cemgil), İstanbul, 1978.
J. VVoddis, M illiyetçilik ve E nternasyonalizm (çev. A. Koç), İstanbul, 1975.
OKUM A Y O K SU L T O P LU M LA R NEYE D A Y A N M A LID IR LA R ? (Sorbonne Üniversitesi'nden Prof. Tıbor Mende, özellikle Üçüncü Dünya ekonomileri konusunda çağımızın en ünlü oto ritelerinden birisidir. Aşağıdaki ilginç konuşmada Prof. Mende, varlıklı ve yoksul toplumlar çatışmasına ilişkin sorunları ele al maktadır). - Dünyanın varlıklı ve yoksul ülkeleri arasındaki uçurum her yıl biraz daha büyümektedir. Bu durumu değiştirecek bir çare var mıdır? 301
M E N D E - Bir aldatmaca ve tuzak olan mevcut yardım siste mi ile azgelişm işlik uçurumunun değiştirilmesine imkân yok tur. Zira, dış yardımlardan en büyük çıkarı sağlayanlar, azgeliş miş ülkelerde statükonun temsilcisi olan yönetici üst sınıflar
dır. iktidardaki bu sınıflar o ülkelere daha önce egemen olan ya bancı güçler tarafından kendi isteklerine kolayca uyacakları için güvenilerek bu yere getirilmişlerdir... Tüketim düzeyleri ise toplum un öteki sınıflarının çok üstünde, dolayısıyla dışındadır. Ülkelerinin gübreye ihtiyacı varken bunlar teyp satm alırlar. Çocukları ileri cerrahlık ve yabancı edebiyat öğrenimi görürler ken, gerçekte tarımcılara ihtiyaç vardır. Azgelişmiş ülkeler yeni
iş alanları yaratmak zorundadırlar. Fakat gelişmiş ülkelerin sattığı modem teknoloji işsizliği artırmaktadır... - Yakın zamanda Dış Yardımdan Yeni Sömürgeciliğe - Başarı sızlığın Dersleri adlı bir kitap yayımladınız. "Yeni sömürgeleş
tirme" terimini neden seçtiniz? M E N D E - Zengin ülkeler ile azgelişmiş ülkelerin yönetici sı nıflarının çıkarları öylesine iç içe girmektedir ki, bu olay -belki de hiç istem eksizin- ekonomik bozulmayı devam ettirmekte ve dışa bağlılığı görülmemiş biçim de artırarak durumu yeni bir
ekonomik sömürgeleştirmeye benzetmektedir. - Dünyanın Kuzey ve Güney yarı küreleri arasındaki ekono
mik açık büyümeye devam edecek midir? M EN D E- Birçok durumda evet... Asıl sorun, yapılan yardı mın dolar olarak ne m iktara eriştiği değil, yardımın türü, nasıl
kullanıldığı ve -yard ım ı alanlara zarar verm ek suretiyle- ne kadarının geri alındığıdır. - Ne şekilde zarar vererek? M EN D E- Yapılan yardımların çoğu, sözgelişi Racine ya da Shakespeare öğretimi gibi kültürel faaliyetlere gitmektedir. Böylece yöneticilerle yönetim ler arasında kültürel farklılık art maktadır. (Ayrıca) azgelişmiş ülkelerin çoğu ihracat gelirleri
nin üçte birini ya da yarısını gelişmiş ülkelere olan borçlarını ödemekte kullanıyor. Beş yıl içinde bir yerden aldıklarını başka yerden vermiş oluyorlar. Bu açık seçik bir saçmalıktır. Ve bütün bu durumda, silahlara harcanan milyarlarca para, azgelişmiş ülkelerin yetiştirdikleri ve ihtiyaçları olan beyinlerin gelişmiş
ülkelere göçü, sermayenin gizli banka hesaplarına akışı... gibi terslikler hiç göz önüne alınmamaktadır. 302
- Sizce zengin ülkelerin oyun kurallarını değiştirerek azge lişmiş ülkelere kendileriyle m ücadele şansı tanımaları için neler gereklidir? M EN D E- Azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkelerin bütün iliş kileri yeniden düşünülmelidir. Sadece cömertlik hiçbir şeyi de ğiştirmeyecektir. İki tarafın çıkarlarının bağdaşabileceği de
şüphelidir. - İki tarafın çıkarları bağdaşam adığına göre ne yapılmalıdır? M E N D E- 97 azgelişmiş ülkeden çok azı gelecekte ümitsiz durumlarını sürdüreceklerdir. Birçoğu ise yakınlarındaki dev ekonomilere dayanmayı daha uygun bulacaklardır... Komü nizm hakkında ne düşünürseniz düşünün -b e n kesinlikle ko münist değilim - şurası açıktır ki Çin, içinde bulunduğu ekono mik durumdan dış borç yapm aksızın kurtulmuş, besin sorunu nu hemen hem en çözmüş ve dış ihtiyaçlarını kredisiz, peşin pa rayla satın alabilecek duruma gelmiştir. - Dünyanın yoksul ülkelerinin ileri Batı ekonomileri tarafın dan ortaya konan örneğe benzemeye çalışmaları önlenmeli midir? M EN D E- Bu ülkeler, ithal edilen modele değil de, kendi kül türel miraslarına dayanırlarsa bu benzemeye çalışma azalacaktır. Kaldı ki gelişmiş ülkelerin değerleri de çok çabuk değişmektedir... (Neıvsıveek, 23 Ekim 1972, s. 60, Çev. Nilgün Himmetoğlu, M illiyet, T l Ekim 1972)
SO RU LA R 1. Azgelişm iş ülkeler için gerçek kalkınmanın anlamı nedir? "Ö nce kalkınma, sonra insan" formülü ne bakımdan yanlıştır? Bu formülü kimler, niçin savunmaktadırlar? 2. Azgelişmiş ülkelerin gerçekten sanayileşmelerinin önün deki baş engel nedir? 3. Montaj sanayii ile patent sömürüsünden ne anlaşılmaktadır? 4. Azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın sanayileşme dışındaki sorunları nelerdir? 5. Azgelişm iş ülkelerde "sosyal yapıda değişiklik" niçin zo runludur? Ve böyle bir değişikliğin içeriği nedir? 6. Azgelişm iş ülkeler, kalkınmak için, temelde neye dayan malıdırlar? (Okuma parçasını okuyunuz.) 303
r
BÖLÜM III BAŞLICA AZGELİŞMİŞ ÜLKE GRUPLARI Üçüncü D ünya içinde, bağım sızlığını kazanan ülkele rin sayısı gitgide artm akta. Bu ülkeler, daha bugünden büyük bir liste tutuyor. Bunları kesin gruplara ayırm ak hayli güç. Bazıları da ha "h ü kü m d arlık " aşam asında kalm ış iken (örneğin Su udi A rabistan, Fas), bazıları cum huriyet aşam asına var mış; bazılarında "tu tu cu " bir yönetim varken, bazıları "ile rici" yönetim ler kurm ayı başarabilm iş; bazıları "tek partiyle" yönetilirken, bazılarında -g ö rü n ü şte de o ls a "çok partili" bir uygulam a var: örneğin H indistan. Teker teker özellikler taşıyan bu örnekler dışında, yine de -k a b a çiz g ilerle- bazı gruplar saptam ak olası. LATİN A M ERİKA "L atin A m erik a" deyince, A m erika kıtasının ortasıyla güneyindeki ü lkelerin bütünü anlaşılıyor. Bunlardan he m en hepsi de, vaktiyle A vrupa'dan gelen Portekizli ve İs panyol gibi Latin göçm enlerle yerlilerin karışım ından oluşm uş toplum lar. "U y g arlık " bakım ından ise, Latin A m erika öteki uygarlıklardan ayrılan "ö zg ü n " çizgiler ta şıyor. Latin A m erika ülkelerinin çağdaş tarihi ile toplum ya pılarının bazı özellikleri var: Latin A m erika ülkeleri, bağım sızlıklarına çok önce, genellikle 19. yüzyılın ilk yarısında kavuşm uşlardır. A n cak bu bağım sızlık, bugünkü anlam ıyla "söm ürgeciliğe karşı bir kurtuluş savaşı" sonunda kazanılm ış değil: İspanya'dan, Portekiz'den gelip o topraklara yerleşen ve oraları 305
"sö m ü ren " göçm enler, bu söm ürüye ortak olm ak isteyen anavatanlarına karşı başkaldırırlar. Sonunda anavatana karşı bağım sızlık kazanılır, am a içerdeki egem en sınıfların söm ürüsü sürer. Bir tarihte "em peryalizm " işin içine girin ce, iç söm ürüye dış söm ürü de katılır. Ve burjuvazi, açıkça "k o m p rad o r" bir nitelik kazanır. O rdu da, çok kez bu kom prador burjuvazinin çıkarlarına hizm et eden "g erici" b ir işlevi tem sil ediyor. Latin A m erika'da "fa şist" ordu darbelerinin sık sık birbirini izlem esi bundandır. - Siyasal sistem olarak, Latin A m erika ü lkelerinin he m en hepsi, Birleşik A m erika'd a görülen "b aşk an lık reji m i"™ benim sem iş durum da. B ir yerde, bu rejim tipi Latin A m erika'd aki "o to riter" gelişm elere de uygun geliyor. Bununla beraber, Latin A m erika'da "ilerici" nitelikte gelişm eler de olm uyor değil: - Tarihsel bakım dan, başta, daha 1917'lerde işe girişen ve bugün de süren, yer yer toplum un yapısını değiştirm e yi, özellikle doğal kaynakları yabancılara kaptırm am ayı h ed ef tutan bir "M ek sik a ö rn eği" var. - D aha yakın tarihlerde, çok daha değişik K üba örneği var. K ü ba'd a Fidel C astro'nun önderliğiyle gerçekleştirilen 1959 D evrim i, daha önceki Batista rejim inin halk yığınla rın ı ezen d iktatörlüğüne ve dış çıkarlara bağlı yönetim ine bir tepki olarak doğm uştur. Bugün de, Küba örneğinin gösterdiği gibi, M arksizm -Leninizm Latin A m erika'da çok kim seye düzeni kökünden değiştirm enin tek yolu ola rak görünüyor. L atin A m erika'nın bazı ü lkelerinde son yıllard a görülen gerilla hareketleri de aslında aynı özlem leri taşım akta. - Son olarak, Şili'de M arksist Başkan A llende'nin, "ç o k partili" düzeni bozm adan, "so sy alist" bir düzeni kurm ak için, önce A m erikan em peryalizm inin Şili'd eki çı karlarını h ed ef tutan ve b ir seri "m illileştirm e"lerle yürüt tüğü hareketi hatırlam alı. V e d oğallıkla sonunu da. Ç ünkü o son, geri kalm ış ülkelerin devrim cileri için sa yısız derslerle dolu.
306
KA RA A FRİK A K ara A frika'd a bugün bağım sız olan ü lkelerin büyük çoğunluğu, vaktiyle İngiliz ve Fransız söm ürgesi idiler. O nların bağım sızlıklarını kazanm aları da, genellikle II. D ünya Savaşı'n m bitim ini izleyen yıllarda olm uştur. Bu yüzden, A frika'd a büyük çoğunluğu "g e n ç" devletler oluşturuyor. K ara A frika'da, bağım sız devletler hayli bü yü k yekûn tutuyor. N edeni de şu: A frik a'd a bu gü n bağım sız durum a gelm iş ü lkelerin sınırları, çoğunlukla, A vrupa başken tle rindeki söm ürge pazarlıkları sırasında çizilm iş. Z aten "k a b ile le r" halinde parçalanm ış olan toplulukların bü yü k bir kısm ı, bu uydurm a sınırlar dolayısıyla biraz daha b ö lünm üş. Bugünkü alaca bulacalık oradan geliyor. K ara A frika'da, İngiliz ve Fransız söm ürgeleri -ç o ğ u n lu k la - bü yü k bir çekişm e dönem inden geçm eden bağım sızlıklarına kavuşm uşlardır. Ü çüncü D ü ny a'n ın uyanışı karşısında, İngilizler aşam alı, Fransızlar da referandum yoluyla bağım sızlık bağışlam ayı kendi çıkarlarına daha uygun bulm uşlardır. Çünkü, siyasal bağım sızlık perdesi nin arkasında, yeni söm ürgecilik ilişkilerini sürdürm ek daha kolay olm aktadır. Bağım sızlıklarını kazanan ülkeler, siyasal kurum larını da başlangıçta eski söm ürgeci devletten kopya ediyor. Ne var ki, "B a tı dem okrasisi" denem eleri, gerekli iktisadi ve sosyal koşulların bu lu nm am ası yüzünden çok yaşam ıyor. Kara A frika'da da askerî darbelerin sıklığı bu yüzdendir. İSLA M D Ü N Y A SI İslam ü lkelerinin h em en hepsinin ortak yanı, "azg eliş m iş" bir yapıya sahip olm aları. A zgelişm işlikten kurtu l m anın yolları bakım ından ise, İslam dünyasında farklı re jim ler yer alıyor. Bunlar içinde -"m o n a rş ik " y ap ılarıy la- "tutucu rejim ler" gitgide azınlığa düşm ekte. Büyük bir bölü m İslam ül keleri, genellikle "İslam sosyalizm i" denen bir siyasal ve 307
so sy al felsefey i b e n im sem iş d u ru m d a d ır:
- İslam sosyalizm i, aslında çeşitli ideolojileri uzlaştır m ak isteyen "k arm a" bir nitelik taşıyor. Rejim lerin genel tutum ları, sosyalizm den çok, "k ap italist olm ayan y ol" form ülüne daha uygun düşüyor. Ne var ki, böyle bir yol, zorunlu olarak "anti-em p eryalist" bir durum u da içer m ekte. Böylece, İslam sosyalizm i ü lküsüne bağlı ülkeler, anti-em peryalist bir politikanın uygulayıcısıdırlar. - İslam dünyasındaki feodal-burjuva yönetim lerin ege m enliğine ve em peryalist söm ürüye karşı İslam sosyaliz mi adı altında yürütülen m ücadelelerin bir ortak özelliği de, sağlam kitle dayanaklarından yoksun bulunm ası ve "kü çü k burjuva id e o lo jis in in dar çerçevesini aşam am ış olm asıdır. E m peryalizm le işbirliği halindeki tutucu rejim leri devirerek yönetim e el koyan küçük burjuva öğeler, anti-em peryalist nitelikleri yanı sıra, geniş kitlelerin b i linçlenm esi ve yönetim e katılm asına kapılarını kapayan bir ortam ı da -is te r istem ez- yaratıyorlar. M ısır, ilginç bir örneğidir bunun. Bugünkü durum da, ilerici İslam rejim lerinin genel eko nom ik niteliği, küçük burjuva reform culuğunun koşu tunda, m illileştirm e uygulam aları ve feodal toprakların belirli ölçülerde dağıtılm asıyla gerçekleştirilen, tarım ü re tim inin ağır bastığı, sanayileşm enin ise çok cılız dü zeyler de bulunduğu bir "m illilik " ifade etm ektedir. Son olarak düşünülm esi gereken, İslam 'ın çağdaş so runlara karşılık verm e ve bu sorunların çözüm ünde görev yüklenm e gücüdür. M üm taz Sosyal'ın dediği gibi, bu gü nün dünyasında İslam ülkelerinin sık sık kendilerinden söz ettirm eleri ya da elde tutulan petrol zenginliklerinin dünyayı İslam 'a kul köle etm esi, İslam 'ın çağdaş sorunla rın üstesinden gelebilm e gücünü açıklam aya yetm ez. Sorunların m erkezi olm akla, sorunlara çözüm getire bilm ek başka başka şeylerdir. Çağdaş insancıl yaklaşım lar bakım ından İslam 'ın üs tünlüklerini sıralam akla iş bitm iyor. Salt İslam 'daki kar deşlik düşünceleriyle tem el sorunların üstesinden gelm ek olanaksız. Ç ağdaş dünya, açık düşm anlıkların değil, süs lü örtüler altında kıran kırana sürdürülen sinsi ve acım a 308
p sız yarışm aların dünyasıdır. Ç ağdaş dünyanın sorunlarıy la başa çıkabilm ek için, çağdaş dünyanın ekonom isine ve teknolojisine egem en olanların karşısına aynı silahlarla dikilebilm ek gerek. A yetler ve hadislerle değil yoksa! İslam 'ın zayıf kaldığı yön başta bu yöndür. D aha da kötüsü, İslam , bu zayıflığı sürüp gitsin diye kendi kendisine karşı kullanılm aktadır. Örneğin, kadınları örterek ve çalışm alarını güçleştire rek -M ü slü m an lık a d ın a - evin içine tıkm aya çalışan Hum eyni, ülkesindeki işgücünün -e n a z - yarısını iktisadi ba kım dan battal ettiğinin farkında değildir. İran'da H u m ey n i'n in , Pakistan'da Z iy a-ü l-H ak 'ın uy guladıkları İslam düzeni, içki yasaklam aya, kol kesm eye, peçe örtm eye ağırlık veren ve karşıdaki ahtapotun asıl vantuzlarını pek düşünm eyen -d a h a doğrusu düşünem ey e n - yönleriyle, bugünün sorunları karşısında yetersiz kalm aktadır. Ve eğer yetersiz kalm asaydı, İslam 'ın üzerine başka bir şeyler ekleyip onu çağdaş dünya için geçerli kılm aya çalı şan yeni ideolojiler türem ez, M ichel Eflak'ın "B a a sçılık "ın d a n B u rgiba'nın "Y e n i D ü stu r"u n a ve K addafi'nin "E v re n se l K u ram ı"n a değin değişik düşünce sistem leri ortaya çıkm azdı. Yalın M üslüm anlık, ilerici form üllerle tam am lanm a dıkça, bu çağın koşulları içinde gericiliğin ve dış söm ürü nün aracı olm aya dönüşüyor. Ve öyle görünüyor ki, daha bir süre dönüşecek de... A SY A 'D A K İ A Z G ELİŞM İŞLİK A sy a'd aki azgelişm işliğin coğrafi alanı hayli geniştir. A sya'nın güneydoğu ülkelerinden H indistan'a değin yı ğınla ülke var bu alana giren. B unlar arasında, H indistan'ın görünüşü -ç o k yönleriy le - hayli ilgi çekicidir. H in d istan'da siyasal yaşam -"K o m ü n ist P arti"ye va rıncaya d e ğ in - alabildiğine bir örgütlenm e özgürlüğü içindedir. Ö yle ki, kom ünist hareketin bile, kendi içindeki 309
bölünüşleri ayrı ayrı örgütlenebilm iş. Am a iktidar, vaktiy le em peryalizm e karşı m ücadeleyi tem sil etm iş olan, "m il liyetçi" ve "so sy al d em okrat" nitelikteki "K o n gre Parti si" nin elinde. "K arm a ek on o m i"y i bugüne değin ısrarla savunan ve u ygulayan bir parti bu. N e var ki, bağım sızlığın kazanılm asının ü stünden h ay li yıl geçtiği halde, H indistan "azgelişm işliğ in " çem berini parçalayabilm iş de değil. "A çlık " sorunu bile kökünden çözülem em iş durum da. Sosyal tablodaki gelişm eler hâlâ kaygılandırıcı niteliklerini koruyorlar. D A H A Ç O K BİLG İ Türkkaya Ataöv, Söm ürgelerin U luslaşm ası: A sya ve A frika H alklarının O rtaya Ç ıkışları, Ankara, 1955.
Türkkaya Ataöv, A frika Ulusal K urtuluş M ücadeleleri, Ankara, 1977. B. Davidson, A frika'da M illi K urtuluş ve Sosyalizm H areketleri (çev. A. Tokatlı), İstanbul, 1965. Pablo Neruda, Ş iirler (Türkçesi Enver Gökçe), İstanbul, 1971. Mümtaz Soysal, A nayasaya G iriş, Ankara, 1966.
OKUM A PA BLO N ER U D A "Eliot'ın, Jimenez'in şiirlerinin kaynakları nereye çıkıyor? Kitaplara, eğitime, kültüre değil mi? Ama yanardağlar, çöller ve pampalarla kaplı bir ülkenin şiirini yazmak istiyorsanız, soyluca döşenmiş salonlar ve oturma odaları için yazdığınız gibi yazamazsınız." Bu sözler, geçen pazartesi günü ölümünü büyük bir acıyla duyduğumuz, Şilili ozan Pablo Neruda'nındır. Şili'de Başkan A llende'nin özgür ve dem okratik seçimle işbaşın da bulunan toplumcu yönetim ini deviren askerî cuntanın, bir süredir hasta olan bu büyük ozanı gözaltına aldığını okumuş tuk önce. Başkan Allende'nin yakın arkadaşı olan Neruda, İs panyol İç Savaşı'ndan bu yana Şili'de gerçekleşmesine çalıştığı, bunun için zorbalıklara yiğitçe karşı durup sürgünlere katlandı 310
ğı düzenin yıkılışını görmekle belki kırgın, ama umudunu yitir meden ölmüş olmalıdır. Çünkü, o, "biz halkız yeniden doğarız
ölümlerde" diyebilmiş bir ozandır. Pablo Neruda'mn ilk şiir başlangıçları, daha çok, doğa karşı sında insanın durumunu yansıtır. Neruda üzerine önemli bir in celeme yayımlamış olan Jorge Edvards'm da belirttiği gibi (Europe dergisi, M art/N isan, 1964) ozan, doğa, insan ve şiir arasında
ki ilişkinin bilincindedir. Neruda'mn doğanın bütün görünümle ri karşısındaki tavrı, onun şiirinin evrimini temellendirmek ko nusunda bize yol gösterir. Siyasal şiirlerinde bile, imgeler siste minin dayanakları, Neruda'mn ilk gençlik yıllarından kalma do ğa görünümleridir. Bir şiirinde geçen "dünya bir elmanın çıplak renginde" dizesi, bu tavrın belirgin örneklerinden biridir. N eruda'm n şiirinin siyasal doğrultuda kesin ve radikal bir dönüşüm kazanması ise, İspanyol İç Savaşı'ndan sonradır. Espana en el C orazon (Y üreğim deki İspanya) adlı şiir kitabı bu sava
şın büyük umutlarla başlayıp büyük ve acı yıkımlarla son bulan tragedyasını içeren şiirlerden kuruludur. Neruda için, İspanyol İç Savaşı ile birlikte, "gelinciklerle örtülü metafizik" dönemi kapanmış, onun yerini sorunlara bir dünya görüşünün bütün selliği perspektifinden bakan, devrimci bir duyarlık almıştır. Bu doğrultudaki şiirini evrensel bir destana doğru geliştirecek ve 1950 yılında C anto G eneral'ı yazacaktır. Pablo Neruda için bundan sonra "o yıllarda faşizme karşı tek savaş silahı" saydığı toplumcu bağlanım dönemi başlar. "Geç
mişten artakalanlara dönmek ya da düşlerin labirentini araştır mak çağımıza yakışan bir uğraşı değildir" diyecektir. "Saf Şiir"i (pure poetry ) savunanlara karşı "saf olmayan şiir" (■im pure poetry)
ile çıkar. "Saf Olmayan Şiir" ise "yaptığımız her şeyle bulanmış,
siyasal inançlar, kuşkular ve yergilerle dolu bir şiir"dir. N eruda'yı sürgüne götürecek olan da, onun siyasal inançla rından ödün verm eyen yiğit tavrı olacaktır. II. Dünya Sava şı'ndan sonra Şili diktatörü Gonzales Videla'nm polisleri, bü yük ozanın evini ateşe verecek; 1948 yılında da, yurduna ihanet ettiği gibi akıl almaz bir gerekçeyle yargı önüne çıkarılacaktır. Pablo Neruda, bu kez de 1973 yılında gene ihanet suçuyla yargı önüne çıkarılacaktı belki de. Büyük ozan ölüm döşeğinde sokaktan gelen çarpışma seslerini duymuşsa acıyla gülümsemiş, İspanyol İç Savaşı için yazdığı "Açıklayalım" şiirinin son dizele 311
rini mırıldanmış olmalıydı: "Bir de hana şiirlerim / Neden söz açmazlar diye soruyormuşsuııuzdur / Düşlerden, yapraklardan / Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından / Gelin görün so kaklar kan / Gelin görün kanı / Sokaklar boyunca akan..." (Hilmi Yavuz, "Pablo Neruda'ya Saygı", M illiyet Sanat Dergisi, s. 47)
AN LA TA LIM Hani ya leylaklar, Diyeceksiniz? Hani ya diyeceksiniz G elincikler bürünm üş, M etafizik? K uşlarla, boşluklarla elenm iş, Kelim e yağm uru; Hani ya diyeceksiniz? Al buyur: Bir m ahallesinde yaşıyordum , M adrid'in: Canlı, çalar-saatli, ağaçlı. Kocaman, M eşin bir O kyanus gibi, U zaktan görünürdü K astil'in Kuru çehresi. Ç içekler Evi'ydi, Evim in adı. Itırlar fışkırırdı. Köşe bucak, G üzel evdi bu. Köpekleri, bebeleriyle, Raoul, hatırında m ı? Ya senin, Raphael? Sen Federico, H atırında m ı? Sen, yer altında yatan, H atırladın mı, 312
Balkonlu evim i? H aziran güneşi hani, Ç içekler basardı ağzına, Orda... Kardeş, kardeş, Ateşli seslerden ibaretti, Her şey; M allardaki tuzdan, Çırpınan ekm ek yığınından ibaretti her şey; D onuk bir hokka gibi duran, H eykeliyle; A rgüelles'deki m ahallem in Ç arşıları... Yağ akardı kaşıklara, Caddeleri doldururdu El-ayak sesleri, derin... M etreler, litreler, K ıvıl-kıvıl hayat; İstif-istif balık yığınları, Çatılar; Yorgun çan kulelerinin Yiiceldiği; Soğuk güneşle kaynaşan Çatılar... Patateslerdeki, Yum ak yum ak dalgası, D om ateslerin: Tıngır m ıngır, haydi denize... Bütün bunlar Tutuşuyorlardı. Bir sabah; Közler, İnsanları dağlayarak, Topraktan çıktılar, Bir sabah;
N ah bu anda ateş, N ah bu anda barut, Bu anda kan. B ebekleri öldürm ek için, G öğün yücesinden geldiler Göğün: U çakları, M agriplileriyle, H aydutlar; Y üzükleri, kurum lu avratlarıyla. H aydutlar; K ara keşişleri, dualarıyla, H aydutlar; Ve, Ç ocuk kanları, caddelerden, A ktı tıpı tıpış, Ç ocuksu-çocuksu. Çakallar, Ç akalların tiksineceği Çakallar! Taşlar, D alan dikenlerin dişlerken Tu diyeceği taşlar: Engerekler, Engereklerin kin güdeceği Engerekler! Sizleri, G urur ve bıçaklard an bir dalgayla, B oğm ak için; Ö nünüzde görd üm Ispanya'nın, K ıyam et kanını G eneraller, G elin de, Y ıkılm ış evim i görün. G örün, Y aralı İspanya'yı. H er göçük evden, 314
Bir ateş-m etal çıkar ama, Ç içek yerine. H er yarısından, Ispanya'nın; D oğar İspanya. H er ölm üş bebekten, Çıkar, b ir m avzer: G özleri de var, gözleri, H er cürüm den; M erm ileri ki gün ola K albinizde yeri. N eden diyorsunuz, şiirlerin Söz açm az, düşten yapraktan; D oğduğun yerin, Yüce volkanlarından? G el de gör: C addeler kan-revan. G el de gör: C addeler kan-revan. G el de gör: C addeler kan-revan. (Pablo N eruda, Şiirler, Türkçesi: Enver Gökçe, İstanbul, 1971) SO R U LA R 1. Latin Amerika'daki sosyal yapının özellikleri nelerdir? Kendine özgü ne gibi gelişmeler olmuştur bu ülkelerde? Özel likle Şili'de olanların anlamı nedir? 2. Kara Afrika'da kendine özgü ne gibi gelişmeler olmuştur? 3. İslam dünyasının sorunları nelerdir? "İslam sosyalizmi" hangi nitelikleri taşımaktadır? İslam dünyasının sorunlarını çözmeye, -ideoloji olarak- İslam'ın kendisi yeterli midir? 4. Pablo Neruda kimdir? Sanatı neyi temsil eder ve hangi özellikleri taşır? "Anlatalım" şiirini, Neruda, ne zaman ve han gi nedenle yazdı? Bu şiirin çevirmeni Enver Gökçe hakkında bil dikleriniz? 315
T
IV TÜRKİYE
r
“D ünyanın hiçbir yerinde, insan serüvenini bu denli temsil eden bir toprak bulunam az: Savaş toprağı, istila toprağı, karşılaşm a toprağı ve bazen hatta kıyım toprağı... Am a aynı zam anda da birlikte yaşam a, sentez ve ahenkli anlaşm a toprağı. Fakat özellikle bu diyalektik yazgının ötesinde İyonyalı filozofların çağından beri, D iyojen'den Selçuk Çağı ozanı M evlan a'd an geçerek, C um huriyet'in kurucusu Kem al A tatürk'e kadar, yaşam larını kendi dü şüncelerinin som ut örneği haline getirm eye çalışm ış in sanların toprağı. Sert bir topraktır A nadolu: Ne iki yüzlü lüğü ne değişkenliği kabul eder. Bizans olsun, Osm anlı İm paratorluğu olsun, ana hoşgörüsünün temel ilkelerine ihanet etm eye cüret eden bir siyasi örgütü cezalandırır." Bu sözleri bir ödül dağıtım ında M üm taz Soysal söylü yordu. G ünüm üzün dünyasında Tü rkiye'n in yeri neresidir? Türkiye bütün Batılılaşm a çabalarına karşın, bugün, "tarım toplum undan sanayi toplum una geçiş aşam ası"nı yaşayan ve "k ap italistleşm e sü reci" içinde bulunan bir Üçüncü D üııya ülkesidir. "G eri k alm ış" bir ülkedir bir başka deyişle. Ve iki yüzyıla yaklaşan çabalarına karşın, dar çem beri ni de henüz kıram am ıştır bu geri kalm ışlığın. Am a, öyle de olsa, Türkiye öteki geri kalm ış ülkelerle kıyaslanam ayacak denli köklü bir kültüre, eski ve büyük bir tarihe sahiptir. Stratejik önem inden -a z g ö rü lü r- bir folklor çeşitliliğine ve renkliliğine dek uzanan özellikleri, bölgesel bir liderliğin potansiyel gücü, kalkınm anın insan ve ham m adde olarak zengin kaynakları vardır onda. Bu bakım dan, Türkiye geri kalm ış ülkeler içinde, ger çekten "a y rıcalık lı" bir durum dadır. A şağıdaki paragraflarda, onun önce iktisadi ve sosyal tablosunu, sonra siyasal tablosunu, son olarak da kültürel tablosunu gözden geçireceğiz. Geri kalm ış yanlarına do kunurken ayrıcalıklarına da işaret ederek.
319
r
BÖLÜM I TÜRKİYE'DE KAPİTALİZM VE SORUNLARI Ç ağdaş Türkiye, kapitalizm öncesi bir yapıdan kapi talizm e doğru gelişen -d a h a doğrusu geliştirilm ek iste n e n - bir toplum dur. Bu süreci bugün de yaşam aktadır. Daha şim diden toplum da egem en üretim biçim i "k ap italizm "dir. İktisadi yaşam , çoğu kapitalizm in doğurduğu çeşitli sorunlarla doludur. Sosyal yaşam ise, yeni kapita lizmin doğurduğu -b a şta sınıflararası çelişm eler olm ak ü z e re - çeşitli "çelişm eleri" sergiler. Türk kapitalizm inin, giderek tüm ekonom inin de iki egem en niteliği vardır: "b ağ ım lı" ve "g e ri" oluşu. Türk kapitalizm i, giderek tüm ekonom i, dünya kapita list sistem ine, yani em peryalizm e "b ağ ım lı"d ır. Ekono m inin egem en tepelerini em peryalizm ele geçirm iştir. K a pitalist gelişm enin yönünü ve çerçevesini o belirlem ekte dir. Tü rkiye'd e ulusal sanayinin kurulam am ış, ağır sana yiye geçilem em iş olm asının yanı sıra, kapitalizm in bu günkü güdük, hastalıklı, ağır aksak gelişim i de bu bağım lılık yüzünden. Ve Türk kapitalizm i, giderek tüm ekonom i ve toplum "g eri"d ir. Çünkü, Tü rkiye'de, kapitalist düzenle ve kapi talizm in ürünü olan m odern sınıflarla birlikte, kapitalizm öncesinden kalm a sınıflar, tabakalar ve kalıntılar, var lıklarını, etki ve güçlerini sürdürm ektedirler. Peki, niçin bu bağım lılık ve geri kalm ışlık? Bu sorulara sağlıklı bir yanıt verebilm ek için, T ü rki ye'd e kapitalizm in doğuşuna eğilm ek ve gelişim çizgisine bakm ak gerekir. Yanıtlar bunların içinde gizli çünkü.
321
T Ü R K İY E 'D E K A PİTA LİZ M İN D O Ğ U ŞU VE G ELİŞİM İ İki fa rklı gelişim Tü rkiye'd e kapitalizm in, giderek tüm ekonom inin "g e ri" oluşunun sosyo-ekonom ik ve tarihsel bir nedeni var dır: K apitalizm in B atı'daki doğuş ve gelişim i ile Tü rki ye'd eki doğuş ve gelişim i birbirinden farklı sosyal yapı larda olm uş ve her iki oluşum zam an planında da birb i rinden farklı tarihsel dönem lerde geçm iştir. G erçekten, 19. yüzyıla gelinceye değin O sm anlı İm paratorluğu'nda, B atı'daki biçim de kapitalist bir gelişm eye rastlanm adığı gibi, 19. yüzyılda O sm anlı İm paratorluğu'nun, 20. yüzyılda da Türkiye C um huriyeti'nin kapita list gelişm esi, em peryalizm in dünyaya egem en olm aya başladığı, giderek egem en olduğu bir dönem e rastlam ıştır. Peki, nedir nedenleri h er iki gelişm edeki bu farklılığın? a) K lasik O sm anlı düzeninin anlam ı O sm anlı İm paratorluğu'nda, başta sosyo-ekonom ik ya pının Batı'dakinden farklı oluşu, bunun sonucu olarak da iç dinam iğin yetersizliği, toplum un B atı'yla aynı zam an süreci içinde kapitalist üretim e evrilm esine engel olm uştur. İç dinam iğin yetersizliği, Batı'da olduğu gibi bir burjuva sı nıfının doğup gelişm esini de engellem iştir. İlk bakıştaki bütün benzerliklere karşın, klasik O sm anlı toplum unu Batı feodalitesinden ayıran önem li bir nokta vard ır ki, kapitalist ilişkilerin O sm anlı toplum unda geliş m esini engellem iştir. N edir o önem li farklılık? O önem li farklılık, m ülkiyet ve söm ürü ilişkileri açısın dan, artık-ürünün doğrudan üreticilerden (köylüler) alı nış biçim inden doğm aktadır. G erçekten, feodal ü retim biçim inde, artık-ürünün doğ rudan ü reticilerden alm ış biçim i toprak sahibi senyörün m ülkiyet h akkından doğar ve toprağa bağlı köylülerin y a rattıkları artık-ürünün doğrudan doğruya senyörce ele 322
geçirilm esi ile belirlenir. O sm anlı toplum unda ise, topra ğın m ülkiyeti, genel olarak, devlete aitti. Bu h akka daya narak, O sm anlılarda artık-ürünün -is te r sipahide kalsın, ister m erkezî otoriteye g itsin - çeşitli vergilerle devlete aktarılm ası biçim inde belirlenm ekteydi. Özellikle 14. ve 15. yüzyıllardaki Osmanlı ekonomi sinde var olan üretim güçleri ve bunların düzeyi -h er or taçağ ekonomisi g ib i- emek ve toprak ile belirlenmiştir. Bundan dolayı, klasik Osmanlı ekonomisi aslında bir
"köylü ekonomisi" dir. Kentlerde merkezleşen sanayi, ekonominin bütünü içinde ufak bir yer tutar. Üretim güçlerinin bu düzeyinde, asıl önemli olanı,
toprağın mülkiyetinin "devlet"e ait olması: "M ülk sul tanındır." Sultanın, yani devletin. Çünkü sultanla devlet özdeştir. Öyle olunca, Osmanlı toplumunda, devleti tem sil edenler egemen sınıftır. Bunlar, "saray-ulema-asker
üçlüsü"dür. Toprağın yanında, bir başka üretim etkeni olan emeği, "reaya" denen köylüler temsil eder. Ne var ki, toprağın mülkiyetinden yoksun, toprak üzerinde "irsi ve sürekli bir kiracı" durumundadır onlar. Devlet yöneti mine katılmaz, tabi olurlar yalnızca. Toprağın işlenişi ve artık-ürünün reayadan toprağın asıl sahibi olan devlete geçişi, "tımar sistemi" aracılığıy la olmaktadır. Tımar sistemi ise -gen iş anlam ıyla- belli bir bölge vergilerinden bir bölümünün, padişahça, bir kimseye, özellikle savaşta yararlık göstermiş bir sipahiye bırakılm asıdır. Buna karşılık, o kimse, Osmanlı ordusuna -eld e ettiği gelire g ö re- belli sayıda asker sağlamakla yü kümlüdür. Böylece, devletin tarımsal temeli ile askerî politikası arasında bir ahenk kurulmuştur. O denli ki, ilerde Os manlI devletinin çöküşü ile tımar sisteminin çöküşü arasında bir koşutluk olduğu görülecektir.
A rtık-ürünü ele geçiren sınıfın niteliği, O sm anlı toplu m unda, senyörden hayli farklıdır: Senyörün, aldığı artığı istediği gibi kullanm a ve söm ürüyü artırm a olanakları vardır. Ne var ki, bu olanaklar tım ar sahibi sipahi için b a 323
his k o n u su d eğ ild ir: Ö n ce, sip ah in in alacağ ı v erg ilerin sa yısı ve oran ı b e llid ir ve b u n ları azaltm ak ya da artırm ak
yetkisine sahip değildir. So n ra, sip ah i ald ığı artık -ü rü nün k e n d isin d e kalan b ö lü m ü n e karşılık , m erkezî otorite nin istediği harcam aları yapm ak zorundaydı. Ç ü n k ü , d ev lete karşı b elli y ü k ü m lü lü k leri v ard ı on u n. B atı feod al to p lu m u ile k la sik O sm an lı top lu m yap ısı a ra sın d a k i b en z em ez lik , son bir çö z ü m lem ed e , toprağın
m ülkiyet biçim inin her iki toplum da farklı oluşuna in d irg en eb ilir. Bu fa rk lılık tır ki, O sm a n lı to p lu m u n d a k a p i talist ilişk ilerin d o ğ u p g elişm esin i e n g ellem iştir. K ap ita list ü retim e g eçişin tem el k o şu lla rın d a n biri, "toprakta
özel m ülkiyetin varlığı"d ır çü n kü . B a tı'd a , 15. ve 16. y ü z y ılla rd a k i g elişm e lerin gen el tab losu şu d u r: Bir y a n d a n lü k sü n ve fiy atların y ü k se lm e siy le, g e re k sin m elerin in ço ğ alm ası y ü z ü n d en sen y ö rlerin sö m ü rü y ü a rtırm a la rı, b elli bir köylü k itlesin in köy lerd en k a çm a la rın a o la n a k sa ğ la rk en ; öte y a n d a n , feod al ü retim b içim in in iy ice k o k u ştu ğ u b ir and a, se n y ö rler, daha da a r tan g ere k sin m elerin in so n u cu , b ü y ü k çe bir bedel k a rşılı ğın d a köylüyü to p rak tan u z a k la ştırm a y a (azat etm ey e) b a şla m ışla rd ır. S e n y ö rle r, k ö y lü lerin b ırak tık ları bu to p rakları ya sa tıy o rla r ya da -d a h a y ü k sek b ir g elir k arşılı ğın d a - k iray a v eriy o rla rd ı. B öy lece, bir y an d an se n y ö r a r tan g ere k sin m eleri k a rşısın d a sö m ü rü y ü artırıp ve ayrıca artık -ü rü n ii n a k it o la ra k isterk en ; öte y an d an , tü ccar ve te feciler, hem sen y ö rleri h em de d o ğ ru d a n ü reticileri b ü y ü k b o rçla r altın a so k m a k ta id iler. Bütü n b u n lar, d o ğ ru d an ü reticileri pazar için üretim e zorluyor ve dolayısıyla fe
odal üretim biçim iyle çelişen burjuva sınıfın gelişm esi ne o lan ak sa ğ lıy o rd u . A m a, aynı defnem de O sm an lı top lu m u n d a, bu g e lişm e lerd en eser yoktu . A payrı b ir top lu m yap ısı, kap italist iliş kilerin top lu m d a g elişm esin e ay akb ağı olm ak tay d ı çünkü . b) K la s ik O sm a n lı d ü z e n i v e d ış d in a m ik le r
19. y ü z y ıld an çok önce, d ış d in am ik de O sm an lı toplum u n u n k ap italist ü retim e ev rilm esin e en g el olm aya başlar. .124
B irin ci o larak , B atı'n m y en i ticaret y olları b u lm asıy la,
Doğu ticaret yolu yön değiştirir ve bu d u ru m , O sm a n lI ların ö n em li b ir g elir k a y n a ğ ın d a n y o k su n k a lm a la rın a n ed en olur. İk in ci o larak , A m e rik a 'd a n talan ed ilen altın v e g ü m ü şün A v ru p a 'y ı istilası, A vrupa'da fiyatları hızla yüksel
tir. H a m m a d d e ve b esin m a d d e le rin e A v ru p alı ta cirle rin y ü k sek p a ra la r ö d em esi, O sm a n lı ek o n o m isin i d e altü st etm e y e b aşar. A kçe h ızla d eğ e r y itirm ey e b a şla m ıştır. Bövlece ülkede fiyatların hızla artışı yalnız halkın de ğil, devletin durumunu da olumsuz yönde etkilem ekte dir. Yerli sanayi, hammadde sıkıntısından çökmek üzere dir. Batılı tacirlerin ödedikleri yüksek bedeli bizde lonca örgütü biçimindeki sanayicinin ödeyebilmesi olanaksız dır. Ama, bir kapıdan altın ülkeye hücum ederken, baş
ka kapıdan daha fazlasıyla çıkıp gitmektedir. Osmanlı ekonomisi, dışarıya hammadde veren ve karşılığından mamul mal alan geri bir ülke durumuna düşmektedir ya vaş yavaş. Gerek akçenin değer yitirmesi, gerekse tarımsal ürün lerde kaçakçılığın artması, yalnız devleti iktisadi bunalım içine sokmakla kalmıyor, öteki askerleri de hoşnutsuz kı lıyordu. Fiyat yükselişleriyle sipahilerin gelirleri azalıyor, bu durum sipahi-saray uyuşmazlığını körüklüyordu. Bu k o şu lla r a ltın d a, d ev let, v arlığ ın ı k o ru y a b ilm e k ya da sü rd ü re b ilm e k için, yen i m a d d i k ay n ak lar b u lm a k z o ru n d ay d ı. N e var ki, o d ö n em d e, to p rak tan başka el a tıla b ile ce k başka b ir k a y n a k da y o k tu r. O n a el atar. İltizam
uygulam ası d en en y en i b ir u y g u la m a b aşlar: D ev let, to p rak g elirin i - ih a le ile ve b elli b ir b ed el k a rş ılığ ın d a - m ü l tez im lere (b ir çeşit d ereb ey i, âyan , eşraf) d ev retm ek ted ir. T a rım d a k i b u yeni u y g u la m a , ü retim ilişk ile rin i d e d e ğ iş tirir: Sipahi-reaya ilişkileri, y erin i m ültezim -reaya ilişki
lerine b ıra k ır. N e v a r ki, yen i u y g u lam a, köylü için vahim so n u çla r d o ğ u ra ca k tır. D ev let için de öyle... 325
Osnıaıılı düzeninin 19. yüzyıl başlarındaki tablosu D aha 16. yüzyıl sonlarından başlayarak gitgide çözü len düzenin, 19. yüzyılın başlarındaki tablosu şöyledir: - G erek tarım ve gerek sanayi kesim lerinde üretici güç lerin gerilem esi, giderek yıkılm ası sonucu olarak, iktisadi yapıdaki çöküntü gözle görülm ektedir. M ülkiyeti aslında devlete ait olan tem el üretim aracı toprağa âyan ve d erebeyler sahip çıkm ıştır. Ö yle olunca da, artık-ürünün reayadan alınış biçim i de değişm iştir: T ı m ar sahibinin dolaylı biçim de aldığı artık-ürünü, toprağın yeni sahipleri dolaysız bir biçim de alır olm uşlardır, hem de m iktarını artırarak... Ü stelik, derebeyler, tarım dan al dıkları artığın m erkezî otoriteye düşen bölüm ünü de v er m ez olm uşlardır. Ü retim ilişkilerindeki bu değişm e, köy lünün daha fazla söm ürülm esi dem ekti. G itgide artan ikti sadi baskıya köylünün can ve mal güvenliğini ortadan kaldıran siyasal baskı da eklenince, köylü toprağı bırak m ak zorunda kalır. Bu da, tarım sal ü retim in düşm esi dem ekti. Yeni oluşan âyan ve derebeylerin egem enliği bir tarih te belgelenir de. 1808 yılında, Anadolu ve Rumeli âyanı ile Padişah arasında imzalanan "Sened-i İttifak" hükümdarın yetki lerini sınırlamaya kalkar. Bazılarının -İngiltere'deki bir örneğe benzeterek- ileri bir hamle, demokratik gelişm e nin başlangıcı diye gösterdikleri bu belge, tersine, m erke zî otoritenin zayıflamasıyla feodaliteye doğru çözülme
nin bir simgesidir. Tarım daki çöküntünün yanı sıra, B atı'nın sanayi ü rün leri ülkeyi tehdide başlam ış, sınai üretim düşm üş, hatta kesin bir yıkılım ın eşiğine gelm iştir. G elm iştir, çünkü Osm anlı toplum unun 17. yüzyıla değin uzanan dönem inde, var olan üretim ilişkileri, giderek dış etkenler, toplum un -B a tı'd a olduğu g ib i- "kap italist ü retim "e verilm esine olanak sağlayam am ıştır. - İktisadi yapıdaki bu çöküntü toplum un tüm üstyapı 326
kurum larını da etkilem iştir. Tım arların bozulm asıyla baş ta ordu çökm üş. O sm anlı devleti askerî yönden de Batı karşısındaki üstün durum unu yitirm iştir. O rdunun zayıf lam asının yanı sıra, O sm anlı devletindeki çeşitli halkların ulusal bilince vararak bağım sızlıklarını kazanm ak istem e leri ve bunun için de silaha sarılm aları, im paratorluğa toprak kaybettirm ektedir. Bütün bunlar, başka birtakım nedenlerle beraber, bir yandan devletin gereksinm elerini artıran, öte yandan da gelirlerini eksilten nedenler olm aktadır. Artık, devletin gi derleri gelirlerinden kat kat yüksektir. 19. yüzyılın başlarında O sm anlı toplununum tablosu işte budur. Ne yapm ak gerekiyordu? Başlarda iki görüş ağır basar. Bir görüş -O sm an lı devletinin geleneksel anayasasını olu ştu ra n - şeriat hüküm lerine dönülm esi ve bu hüküm lerin tam uygulanm asını ileri sürer. Bir ikinci görüş, Batı'yı taklit ederek, ordudan başlayan bir reform hareketiyle kalkınm aya çalışılm asını savunur. B atılılaşm ayı kim ler istem ektedir? Yönetici kadronun belli bir kesim i ile birkaç iyi niyetli aydın, Batı ku ru m lan toplum a aktarılınca geriliğin üste sinden gelinebileceğine ve böylece çökm ekte olan im para torluğun kurtarılabileceğine inanm ışlardı. A m a Batılılaş ma hareketinin asıl itici gücünü, O sm anlı egem en güçle ri ile Batı kapitalizm inin kendisi oluşturm aktaydı. Başta sivil-asker bürokrasi, artık-üründen aldıkları paylarla biriktirilen servetlerini ve canlarını güven altına almak istiyordu. Batılılaşmanın ilk ve en ateşli savunucu ları bunlar olmuştur, ikinci olarak, temel üretim aracı olan toprağın yeni sahipleri, eşraf, âyan ve derebeyler, fiilî ola rak el koydukları toprağın hukuksal olarak mülkiyetini de ister olmuşlardı. Batı'mn özel mülkiyete ilişkin hukuk ku ralları bunu sağlayacaktı kendilerine. Üçüncü olarak, tica
ret ve maliye kesimlerine egemen işbirlikçi azınlıklarla, yabancı uyruklu tacirler (levantenler) toplumda liberal ekonominin tüm gereklerinin yerine getirilmesini iste 327
mekte ve Batılılaşmadan bunu anlamaktaydılar. Batılılaşmanın bir büyük desteği de bizzat Batı'nın kendisidir. Çünkü sanayi kapitalizmini bütün temelle riyle kurmuş olan Batı, bir yandan sanayi ürünlerini sata bilecek, öte yandan da sanayi üretimi için ucuz hammad de sağlayacak dış pazarlara gereksinme duymaktaydı. Bu nedenle, gümrük duvarlarının kaldırılması, ticaret ve mülkiyet haklarının yabancı uyruklulara da tanınması ve yabancıların can ve mala ilişkin haklarının güven altına alınmasında çıkarı vardır Batı'nın. İşte bütün bu olanakların kapısını açacaktı Batılılaşma.
Böylece, O sm anlı toplum unda artık-ürünü ele geçiren kesim le Batı'nın istekleri bu dönem de birbirine uygun dü şüyordu. Öyle olunca da, -h iç çek in ilm ed en - tam bir " li beral uygulam a"ya geçildi. Bağım sız im paratorluktan yarı-söm ürgeleşm eye 1838 yılında İngilizlerle im zalanan bir ticaret antlaşm a sı, Tü rkiye'nin Batı'nın açık pazarı haline gelm esine ne den olacak çığırı açar. Bu antlaşm ayla, O sm anlı İm paratorluğu'nda, ticarete -v a k tiy le - konm uş olan kayıtlar (yed-i vâhid-tekel usulü) kaldırılır; İngilizlerin iç ticarete girm elerine izin verilir. İn giliz tacirlerinin -O sm an lı tacirlerinden çok daha avantaj lı b içim d e - iç ve dış ticareti yapabilm esi olanağı sağlanır. 1838'de İngilizlerle yapılan bu antlaşm anın benzerleri da ha sonraki yıllarda öteki Batı devletleriyle de yapılır. Sonuç, çok geçm eden eldeki y erli san ay in in çö k m esi olur. A tölyeler ve tezgâhlar birbiri ardından kapanırken, işsizler ordusu da yeni eklem elerle büyür. Osm anlı ekonom isinin söm ürgeleşm e süreci başlam ış tır. Aslında, gelişen Batı kapitalizm inin etkisiyle zaten ge rileyen Osm anlı üretici güçlerinin kesin tasfiyesine engel olm ak için, Batı'nın sanayi ürünlerine güm rük duvarları çekm ek ya da var olan güm rük duvarlarını daha da y ü k seltm ek gerekirdi. Ne var ki, bunun tam tersi yapılıyordu; 328
gerçekte yetersiz olan güm rük engelleri de kaldırılıyor ve tam bir liberalizm in uygulanm asına razı olunuyordu. Ama aynı dönem de, dünyanın en gelişm iş ve sanayileş m iş ülkesi olan ve liberalizm in şam piyonluğunu yapan İngiltere, başka ülkelerin sanayi m allarına kendi güm rük kapılarını kapıyordu. Batı kapitalizm inin O sm anlı İm paratorluğu içindeki köprübaşları olan azınlıklardan oluşan işbirlikçi burjuva zinin güvenliğini sağlayıcı -y in e Batı'dan g e le n - istek ve öneriler, “reform " diye, 1839 G ülhane Hatt-ı H üm ayunu'nda, 1856 İslahat Ferm anı'nd a, 1859 Arazi Kanunnam esi'nde bürokrasice karşılanm aya çalışılır. Bu arada, ticaret antlaşm alarıyla başlayan söm ü rgeleş me çığırı, O sm anlı devletini, m âliyesi bakım ından tam bir iflasa sürükler. Dış borçların hızla artm asına karşılık, ülkenin ve devletin gelir kaynakları artm ıyor ve gün geç tikçe yabancıların eline geçiyordu. Ve gün gelir, devlet, elindeki parayla dış borçların yıllık faizlerini bile tam ola rak ödeyem ez durum a düşer. Bu iflasın kesin belgesi, 1881/de "D ü yu n -ı U m u m iye" (Genel Borçlar) yönetim i nin kurulm ası olacaktır. Düyun-ı Umumiye Meclisi, Osmanlı devletinin ala caklarının temsilcilerinden oluşan bir kuruldu. Görevi, borçlara karşılık gösterilen vergileri toplamak ve alacak lılara dağıtmaktı. Yalnız bununla da yetinmiyor, aynı za manda işletmecilik de yapıyordu: Tuz ve tütün tekeli (imalatı ve ticareti) bu kuruluşa verilmişti. Görülüyor ki, Düvun-ı Umumiye, bir ülkenin iktisadi ve mali bağımsız lığını kesin olarak ortadan kaldıran bir kurumdu ve em peryalizmin Türkiye'deki beşinci kolu durumundaydı.
Türkiye, artık em peryalizm in boyunduruğunda sö m ürge tipi, yarı-feodal-yarı kapitalist bir ekonom idir. Bu arada, ülke, gitgide "B atılılaşm ak ta"d ır. Ama -n e h ikm et s e - Batılılaştıkça da "söm ü rgeleşm ekte"d ir. Bunun gibi, Batı'ya benzem ek için Batı kanun ve kurum larını aktar mak, "halka karşın" yapılm ıştı. Bütün bu çabalar, hep halktan kopuk, giderek halkın zararına ve tepeden inm e 329
bir n itelik taşıyın ca, B atıcılar halka ters d ü şecek ve to p lu m , iki y ü z y ıla yak ın bir sü red ir d ev am ed en b ir " ik ile ş m e n in " için e itilecek ti. Devleti o günün Batı modeline uyarak kurtarmak iste yenler de ikiye ayrılıyor zamanla. Bir görüş, reformların yukarıdan aşağıya ve devlet eliyle yapılmasını öneriyor. Ahm et Rıza Bey ile Ziya Gökalp savunuyor bu görüşü. Başka bir görüşe göre, burju va yetişebilmesi için, yani "teşebbüs-i şahsi"nin gelişebil mesi için, merkezî devletin zayıflaması, "adem-i merke ziyet" gerekiyor. Bu görüşü de Prens Sabahattin Bey sa vunuyor. Türkiye'de uzun süre etkinliğini sürdürecek iki siyasal akımın temelleri atılmış oluyor böylece. Birinci görüşün en önemli temsilcileri, İttihat ve Terak ki ile -1960'ların sonuna değin- CHP'dir. 27 Mayıs Hareketi'ni de bu doğrultuda değerlendirmek gerekiyor. Hür riyet ve İtilaf, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demok rat Parti ve Adalet Partisi de ikinci akımın temsilcileridir.
İm paratorluğun yarı söm ürge haline gelişi, özellikle İs tanbul ve İzm ir gibi lim an kentlerinin nüfus yapısında açıkça görülüyordu. Bu kentlerde, yabancı serm ayeyle iş birliği yapan bir kom prador burjuvazi doğm uştur. Saray ve büyük paşalar da, bu em peryalist söm ürü düzeninden pay alan züm relerdir. İstanbu l'un bu işbirlikçi ve çoğu da Rum , Erm eni olan burjuvazisinin im paratorluk ekonom isinde kurduğu te kelci söm ürü sistem inden yararlanam ayan ticaret bu rju vazisi ise, R um eli'nde, özellikle Selan ik'te üstlenm iştir. Bunlar, İstanbu l'da gerçekleşen bir iktidar değişikliğinin kendilerine, bu tekelci sistem i yıkm ak fırsatını vereceğini um uyorlardı. Bu arada m eşruti ve liberal bir rejim yanlısı Jön Türk aydınları da gizli olarak örgütlenir ve İstanbu l'a karşı ha rekete geçerler. 1908 İkinci M eşrutiyet hareketi ve onun İt tihat ve Terakki iktidarı -B alk an ların m illiyetçi ideolojik havasından e tk ilen en - ilerici asker-sivil aydınlarla, R um e li ticaret burjuvazisinin özlem lerini tem sil edecektir. 330
"Milli iktisat" görüş ve denem eleri İttihat ve Terakki iktidarı, İngiliz ve Fransız em perya lizm ine karşı "m illi ik tisat" denem esine girişir: 1914'te kapitülasyonları kaldırır. İm paratorluğun para çıkarm a yetkisi, O sm anlı Bankası'nın elinden alınır. Tarım ı ve sa nayiyi özendirecek yeni bir güm rük sistem i kurar. D aha da ilginç olanı, devlet eliyle "m illi tüccar" yarat ma politikası gütm eye başlar. A ncak, başarı sağlayam az bütün bu denem eler. Yarısöm ürge toplum yapısı değişm eden, olduğu gibi kalır. Fransız ve İngiliz em peryalizm ine karşı çıkan İttihat ve Terakki kadroları, sonuçta, im paratorluğu A lm an em per yalizm i ve m ilitarizm inin kucağına tutup atacaklardır. M illi K urtuluş H areketi, asker-sivil aydın kadroların, A nadolu eşrafıyla birlikte yürütüp gerçekleştirdikleri bir orta sınıf hareketidir. Bu hareket, sonuç olarak, em perya lizm in T ü rkiye'd eki nüfuzuna darbe vuran "m illici", "anti-em peryalist" bir hareket olm uştur. D evrim ci m illiyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat, hilafet gibi, em per yalizm in bağlaşığı bazı siyasal organ ve kuru m lan orta dan kaldırırken ve giderek cum huriyeti ilan ederken; öte yandan, em peryalizm e karşı verilecek asıl m ücadelenin "iktisadi bir m ücadele" olacağını da biliyorlardı. Ancak, bu m ücadelenin yollarının neler olacağı konusunda ber rak bir düşünceleri yoktu. D aha doğrusu, o günkü koşul larda, kapitalizm d en başka bir sistem in uygulanm asına olanak olm adığına göre soru şöyle ortaya konabilirdi: N asıl bir kapitalizm uygulanacaktı? Liberal mi, yoksa devlet m üdahaleciliğine açık bir ka pitalizm mi? 1923 yılında, İzm ir'de, T ü rk iy e'n in iktisadi geleceğini kararlaştırm akla görevli bir kongre toplanır: İzm ir İktisat K ongresi. İzmir İktisat Kongresi, iki yönden tarihsel bir anlam taşır. Birincisi, kongrenin tarihiyle ilgilidir. G erçekten Kongre, Lozan görüşmelerinin yarıda kesildiği bir dö 331
nemde toplanır. Lozan'a giden yol açılmış, savaş alanları geride kalmış, yeni Türkiye'nin uluslararası alanda her yönden benimsenmesi kalmıştır. İşte bu sırada toplanır Kongre. Kongre'nin ikinci önemi, orada alınan kararlarda ken dini gösterir: 1930'ların başına değin uygulanacak ekono mik politikanın temelleri burada atılır. Aslında dışarıyla bütünleşen ve Kurtuluş H areketi'ne karşı çıkmış olan İs tanbul'un öncülüğündeki sermaye çevreleri, Kongre'nin havasına egemen olurlar ve "liberalizm " lehine kararla rın çıkarılmasını sağlarlar. İstanbul'un İzmir İktisat Kongresi'nde yer alması, si yasal doğurganlığını ilerde gösterecek, Terakkiperver Cum huriyet Fırkası ve Serbest Fırka denemeleri kaynağı nı gerçekte İzmir İktisat Kongresi'nde yatan "çelişkili bir lik" te bulacaktır.1
Ne var ki, özel girişim öncülüğünde kalkınm a politika sının başarı sağlam adığı ve sağlayam ayacağı çok geçm e den görülür. 1929 yılında kapitalizm in bü yü k bu nalım la rından birinin patlak verm esi de, "d ev letçi" bir politikaya gidilm esini zorunlu kılar. 1923-1931 yılları arasında g iri şilen "m illi m üteşebbis" yaratm a çabası, sonuçta, yabancı iş çevreleriyle uzlaşm aya yatkın "işbirlikçi bir sınıfın" ge lişm esine yol açm ıştı. 1932'de başlayan ve 1950'ye değin sürecek olan dönem , artık devletçilik yılları olacaktır. D evlet, ekonom ik yaşam da, doğrudan doğruya girişim ci rolünü oynayacak, y a ln ız -d em iry o lla rı g ib i-b irta k ım alt yapı yatırım larını yapıp, bunları özel girişim in yararına sunm akla kalm ayacaktı. Ancak, Tü rkiye'd e devletçilik, kapitalizm in zıttı olan bir sistem olarak düşünülm em iş; tersine, kapitalizm i ve kapitalistleri geliştirici bir "yed ek g ü ç" olarak ele alınm ış tır. "D evlet k apitalizm i" sözü de bunu belirtm ektedir. T ü rkiye'de devletçilik, en sorum lu m evkide olanlarca bi le, "özel girişim in yapabildiğini ona bırakm ak, y apam a dıklarını yapm ak ve gerektiğinde yine ona devretm ek" b i 1 Bu konuda çok ilginç bir yazı için bkz. Yalçın Doğan, "A nadolu-İstanbul A yrım ı", Cumhuriyet, 19 M ayıs 1981.
332
çim inde anlaşılm ış ve uygulanm ıştır. D evletçiliğin aıılaşı lış ve uygulanış biçim i bu olunca da, sonuçta bu ııygul.ım adan halkın değil, doğrudan doğruya -ö z e l girişim adı altın d a - bir azınlığın yararlanacağı açıktı. N itekim öyle oldu. Ama, öyle de olsa, devletçilik politikası, ülke ekonom i sinin tem el yapısının kurulm ası, iktisadi bağım sızlığın sağlanm ası yolunda önem li kazançlar sağlam ıştır. Bunla rın başında, özellikle 1933'ten sonra yabancı ortaklıkların m illileştirilm esine hız verilm esi, 1933-1938 yılları arasında ilk 5 yıllık kalkınm a planının uygulanm ası gelir. Ayrıca, özel serm ayenin kârlı bulm adığı için kurm aya girişm edi ği bazı m odern kuruluşlar, fabrikalar yine devlet eliyle kurulm uştur. Bu arada O sm anlIlardan kalm a dış borçla rın da ödenm esine devam olunm uştur. D evletçilik politikası, bütün yanlış tutum larına karşın, -d ış yardım ve borçlanm alar o lm ak sızın - bir ülkenin ken di kaynaklarıyla kalkınabileceğini, sanayileşebileceğini tanıtlam ıştır. Bu politika sayesindedir ki, genç C um huriyet, em peryalist devletlerin nüfuz alanı olm aktan büyük çap ta kurtulm aya başlam ış, "u lu sal ik tisa t, ulusal sanayi" hedefine -b ir ö lçü d e - yaklaşm ayı başarm ıştır. Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Tü rkiye'nin son 150 yıllık yarı söm ürgeleşm e tarihinde, em peryalizm e karşı yürüttüğü en ciddi ve tutarlı başka Idırış olm uştur. Ne var ki, Tü rkiye'd e em peryalizm e yara yışlı ortam kökünden silinip atılam am ış; em peryalizm in yerli ortakları ortadan kaldırılm am ış; ulusal ve bağım sız bir ekonom i tastam am gerçekleştirilem em iştir. Bu durum , 11. D ünya Savaşı ertesinde, iktisadi, sosyal ve giderek siya sal planda bam başka bir gelişm eye kapıları açacaktır. II. D ünya Savaşı ve ertesi, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de gerçekten bir dönüm noktasıdır. Yeniden bağım lı ekonom iı/e II. D ünya Savaşı ertesinde, Türkiye'nin iktisadi ve sos yal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, C um huriyet'in ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadroların elin 333
dedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -b ir ö lçü d e- burjuva laşm ış olan bu kadrolar, toplum da çeşitli sınıf ve zü m rele rin m uhalefeti ile karşı karşıyadır. - Başta, özellikle II. D ünya Savaşı sırasında daha da pa lazlanan ticaret ve m aliye burjuvazisi (dışalım ve satım cılar, bankerler ve tefeciler...) m uhalefet etm ektedir. A yd m -bürokrat kadroların hâlâ iktidarda söz sahibi oluşu, onların daha bü yü k kâr hayallerini köstekleyen bir engel dir. O ysa bu kadroların iktidardan indirilm esi, yabancı serm ayeyle ortaklıklar kurm a, giderek “em peryalizm le bü tü n leşm e" yolunu daha da açacak, yeni ve daha büyük söm ürü alanları doğurabilecektir. - Esnaf ve toprak ağaları m uhalefet etm ektedir. Bir "to p rak reform u" yapm am ış bile olsa, "K ö y Enstitüleri" gibi kuruluşlarla köylü kitlelere -b ir ö lçü d e - ışık götür m eyi başarabilm iş aydın bürokrasisinin, bir gün, köylü kitlelerin uyanışından daha da başka önlem lere başvu r m asından kaygı duym aktadır. Hele, büyük toprak çıkar larım sarsacak Ç iftçiy i T o p rak lan d ırm a K an u n u 'n u n -1 9 4 5 y ılın d a - kabul edilm esiyle, tarım kesim indeki ege m en züm relerin hoşnutsuzluğu büsbütün artm ıştır. Bü tün bunlara son verm ek için, onlar da iktidarda söz sahibi olm ak istem ektedir böylece. - Daha önem lisi, küçük m em uru, işçisi ve fakir köylü sü ile bü yü k h alk yığınları m em nun değildir. Ö zellikle II. D ünya Savaşı sırasında -b ira z da bürokrasinin beceriksiz liklerinin d o ğ u rd u ğ u - sıkıntılar küçük m em ur ve işçileri iktidardan soğutm uş, yoksul köylüler ise -b a şta toprak re form unun yapılm am ış olm ası y ü zü n d en - C um huriyet'in nim etlerinden faydalanam am ıştır. - Bu tepkilere, II. D ünya Savaşı sonlarında totaliter re jim lerin yıkılışı ve dem okrasinin üstünlüğü de eklen m iştir. Böylece iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönem den çok partili dönem e gelişi gerektirm ektedir. Ve "id eo lo jik " bir engel de yoktur buna. A sker-sivil bürokrasinin bir si yaset felsefesi olarak kabul ettiği, devlet-toplum ilişkile rinde de uyguladığı "K em alizm " bu geçişe engel değil. D em okrat Parti, işte böyle bir ortam da doğar (7 O cak 334
1946) ve kısa zam anda gelişir. Halk yığınlarının geniş ilgi ve desteğini görm esine karşın, özünde "h alk a karşı" bir harekettir. Çünkü, çıkarları geniş halk kitlelerinin çıkarla rıyla zıtlaşan sınıf ve züm relerin sözcüsüdür. D em okrat Parti'yi, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka ile aynı çiz gide saym ak olasıdır. "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu"na muhalefetten doğan partinin kurucularından bazılarının kimlikleri, partinin yapısı konusunda bir fikir vermektedir: Adnan Menderes, büyük bir kapitalist tarım işletmesi sahibi; Ce lal Bayar ise, finans-kapitalin -d ah a 1925'te İş Bankası'nın başına getirdiği ve sonraları uzun bir süre İktisat vekilli ğini elinde tutm uş- bir temsilcisidir.
T icaret ve m aliye burjuvazisinin sözcüsü olarak orta ya çıkan D em okrat Parti, toplum daki en geri ve kapita lizm öncesi kesim lerle, yani tefeci, ağa, şeyh ve dinci ide olojiyle bağlaşıklıklar kurarak, onların söm ürü ağı içinde ki geniş halk yığınlarını çevresine toplar ve 14 M ayıs 1950'de iktidara gelir. D em okrat P arti'nin iktidar yılları (1950-1960), işte bu sınıf ve züm relerin çıkarlarının nasıl korunup geliştirildi ğinin örnekleriyle doludur. - D em okrat Parti, "T o p rak ağalığı d ü zen i"n i koru m ak la, Ç iftçiyi Topraklandırm a K anunu'nu rafa kaldırm akla, büyük toprak m ütegallibesinin gönüllerini hoş etti. Bu nunla da yetinm eyerek, H azine topraklarını bü yü k çiftçi lere peşkeş çekerek tarım daki söm ürü düzenini sürdürdü. Bu yüzdendir ki, toprakların belli ellerde toplanm ası ola yı hızlandı. Gittikçe yoksullaşan, topraklarını yitiren köy lü yığınları da selam eti kentlere göçte buldu. Bugünkü kentlerin gecekondu, sosyal m esken, belediye hizm etleri, trafik gibi dertlerinin kaynağı aslında bu olayda yatar. - D em okrat Parti, ticaret ve m aliye burjuvazisine ve bunların da gerisindeki em peryalizm e olan borcunu da, ticarette devlet karışm acılığını azaltm ak, yabancı serm a yeye ayrıcalıklar sağlayarak özendirm ek, onunla tatlı or taklıkların kurulm asını desteklem ekle yerine getirdi. 335
Demokrat Parti'nin yabancı sermayeye kapıları açan ilk kanunu 1951 yılma rastlar. Ne var ki, bu kanun yeter siz görülür ve 1954 yılında "Y abancı Serm ayeyi T eşv ik K anu nu" adıyla, -yabancılara tanıdığı haklar bakım ın dan dünyada bir eşi daha bulunm ayan- bir başka kanun çıkarılır. Aynı yıl, -A m erikalı uzmanlara hazırlattırılanünlü "P etrol K anu n u" kabul edilir. Ve kalkınmaya temel olabilecek bir kaynak, emperyalizmin -Türkiye'ninkiyle çelişen- çıkarlarına terk edilir.
Böylece, on yıllık D em okrat Parti dönem i (1950-1960), T ü rkiye'nin yeniden em peryalizm e "b ağ ım lı" bir ülke ha line gelm esine yol açtı. O ndan sonraki yıllar, bu bağım lılı ğı gitgide artıracaktır. Üstelik, bağım lılaşm a ve yarı-söm ürgeleşm e politikası, Tü rkiye'yi yeni bir "ifla s"ın eşiğine getirm iş ve "d ış borç lar" kuşaklar boyu sürüp gidecek bir düzeye ulaşm ıştır. T ü rkiye'd e küçük bir azınlığın palazlanm ası uğrunda ya pılan bu borçların ödenm esi yükü de, halk yığınlarının, em ekçi kitlelerin om uzlarına yüklenm iştir. Türk ekonom isinin bugünkü görünüm ü şudur: Tarım da olsun, ticarette ve sanayide olsun, em peryalizm in etki leri açıkça görülür. Ve ekonom inin bütün bu kesim leri -em p ery alizm in çarpıtıcı etkileri y ü zü n d en - kapitalistleşm elerini bile, yarı-söm ürgelerde rastlanan biçim lerde id rak etm ektedirler. O rtaya çıkan, gerçek bir kapitalizm de ğil, dışa bağım lı ve geri b ir kapitalizm dir. Kaldı ki, ekonom inin geriliği, yalnız kapitalizm in bu çarpık, eğri-büğrü, dışa bağım lı niteliği gösterm esiyle de kalm az. Ülke, yer yer kapitalizm öncesi bazı ilişkileri de barındırır. Böylece, Türkiye, kapitalizm öncesi bazı ilişkileri barın dırm akla beraber, em peryalizm e bağım lı bir biçim de kapitalistleşen b ir üretim biçim ine sahiptir. K apitalizm , bu niteliğiyle, Tü rkiye'd e kalkınm anın, ba ğım sız ve ileri bir ekonom inin kurulm asının yöntem i ola bilir mi? T ü rkiye'd e sanayi kesim i ile tarım kesim ini de incele yip, tem el sorunlarını saptadıktan sonra bu sorunun yanı tını araştırm aya çalışacağız. 336
DAH A Ç O K BİLGİ Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtim ai Tarihi, 2 Cilt, Ankara, 1971. Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin D üzeni, İstanbul, 1968. Niyazi Berkes, İkiyiiz Yıldır N eden Bocalıyoruz? İstanbul, 1965. İsmail Cem, Türkiye'de G eri K alm ışlığın Tarihi, İstanbul, 1979. Tevfik Çavdar, OsmanlIların Yarı-söm ürge Oluşu, İstanbul, 1969. Çağlar Keyder, Em peryalizm , A zgelişm işlik ve Türkiye, İstan bul, 1976. Karl Marx, Türkiye Ü zerine (çev. S. Hilav - A. Tokatlı), 2. Ba sı, İstanbul, 1974. M. Oka - İ. Perceval, japon K alkınm ası ve Türkiye (çev. F. Na ci), İstanbul, 1966. Gündüz Ökçün, İktisat K ongresi, 2. Bası, Ankara, 1971. Özgür Özlem, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi, İstanbul, 1972. Y. N. Rozaliev, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişme Ö zellikleri (19231960) (çev. Azer Yaran), Ankara, 1978.
Oya Sencer, Türk Toplum unun T arihsel Evrim i, İstanbul, 1969. Stefanos Yerasimos, A zgelişm işlik Sürecinde Türkiye (çev. B. Kuzucu), 2. Bası, İstanbul, 1980.
OKU M A JA PO N K A PİT A LİZ M İ N A SIL K U R U LD U ? Japonya, Batı dünyasının dışında kapitalist kalkınma yönte miyle endüstrileşm iş tek ülkedir. Türkiye'de öteden beri Japon ya'ya özenenler çoktur. Bu özenti iki boyutludur. Bazıları derler ki: -
Japonya Batı'nm tekniğini aldı, kültürünü dışladı, Japon
törelerini ve geleneklerini sürdürdü, biz de öyle yapmalıyız. Ayrıca "Japon m ucizesi"ne yakınlığımız kapitalizme bağlı lığımızla özdeşleşir. Türkiye'nin de kapitalist kalkınma yoluyla çağdaş endüstri toplumu olabileceğine inanmak ve çevremizi inandırmak isteriz. Bu istek Japonya örneği ile desteklenir. Peki, acaba Japonya nasıl kalkınmıştır? Gerçek şudur ki, Japonya'da çağdaşlaşma akım lan Türki ye'den sonra başlamıştır. 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinde bile Ja337
poııya dünyaya kapalı bir ülkeydi. Toplumun tıılucu ve gerici güçleri yenileşmeye ve kalkınmaya karşı direnişlerini sürdürü yorlardı. Bu dönemde Japonya dünyanın lunaparkında tarihsel bir pavyon görünümündeydi. Peki nasıl oldu da "m ucize" gerçekleşti ve Japonya, Türki ye'nin yapamadığını yapıp, kapitalist yöntemlerle sanayileşm e yi başardı? Bu sorunun yanıtı bilim adamlarınca araştırılıp cilt cilt kitap yazılmıştır. Japonya'nın hangi koşullarda kalkındığını merak edenler, belirgin yanıtlar alabileceklerdir. Kısaca ve madde madde Japonya'nın kalkınma koşullan şöyle saptanabilir: 1) Japon kalkınması yoksul köylü yığınlarının söm ürüsüne dayanan bir nitelik taşır. Kalkınma süreci içinde köylünün en küçük bir siyasal ve sosyal hakkı yoktur. 2) Yine bu kalkınma yönteminde dünyanın en ucuz işçisi Ja pon işçisiydi. Sendikacılık, toplu sözleşme, grev gibi çağdaş haklan Japon emekçisi sanayileşme gerçekleşinceye dek tanı mamıştır. 3) Kalkınmanın lokomotifi devletçiliktir. Japonya'da kalkın manın temel ve öncü yatırımları devlet eliyle yapılmış ve yürü tülmüştür. Daha sonra devlet fabrikaları ve şirketleri, özel sek töre ucuz fiyatla satılmıştır. 4) Doğa zen gin likleri bakım ından yoksul Japon adaları, kapitalist yöntemle sanayileşme sürecinde dem okrasiden uzak yaşamış, dikta rejimlerinin düzeni süregelmiştir. 5) Çok önemli bir nokta da, kalkınma sürecinde Japonya'nın Batı kapitalizm inin baskılarından ve söm ürüsünden uzak ya şayabilmesidir. Çin ve Hindistan pazarları üzerinde paylaşım çatışmasına girmiş emperyalizm, yoksul ve küçük Japon adala rını kendi haline bırakmıştır. 6) Japon kalkınması "ön ce tüketim , sonra üretim " m odeline ters bir gelişm eyi simgeler. Töresel tutumluluk göreneğinde yaşayan Japon halkının yoksulluğu siiregelirken, Japonya bü tün dünyaya ipek satm ak olanaklarını uzun yıllar sürdürebil miş ve dışsatım darboğazını böylece aşabilmiştir. 7) Bağım sız ve m illiyetçi bir siyasal politikayı Japonya ku şaklar boyu sürdürebilmiştir. Sanayileşme süreciyle bağımsızlık ve milliyetçilik ilkeleri ekonomide ve siyasada tutarlı bir bütün leşmeye dönüşmüştür. 338
İçeriye dönük yüzünde otoriter, dışarıya dönük yüzünde ba ğımsız bir rejimle Japonya uzun sürede sanayileşmesini gerçek leştirdi. Uzakdoğu'nun uzak denizinde coğrafyası oluşan luı "kapalı adalar devleti" ne AET'ye üyeydi ne NATO'ya ne Av rupa Konseyi'ne ve ne de Amerika'ya bağlıydı. (İlhan Selçuk, "Japon Mucizesi ve Türkiye..." Cumhuriyet, 18 Ekim I9K0) SO RU LA R
1. Türkiye, bugün, iktisadi ve sosyal planda, hangi süreç içinde bulunmaktadır? 2. Türkiye'de, bugün egemen üretim biçimi nedir? Ve başlı ca nitelikleri nedir bu üretim biçiminin? 3. Kapitalizmin Batı'daki ve Türkiye'deki doğuş ve gelişim leri birbirinden farklı mıdır? Farklı ise, ne çeşit bir farklılıktır bu ve hangi nedenlerden ileri gelmektedir? 4. Klasik Osmanlı düzeninin sosyo-ekonomik özellikleri ne lerdir ve Batı feodalitesinden temelde hangi noktalarda ayrıl maktadır? 5. Osmanlı düzeninin 19. yüzyıl başlarındaki tablosu nasıldır? 6. Batılılaşmanın anlamı nedir? Batılılaşmayı kimler, ne için istemiştir? Ve ne olmuştur sonuçlan? 7. 17. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu yarı-sömiirge bir top lum durumuna nasıl gelmiştir? İngilizlerle imzalanan 1838 tarihli ticaret antlaşmasının ne gibi bir rolü olmuştur bunda? "Diiyun-ı Umumiye"nin kuruluşu, aslında neyi dile getirmektedir? 8. Çağdaş iktisat tarihimizde "millici" arayışlar ne zaman başlar ve ne gibi denemelere yol açar? 9. Türk Milli Kurtuluş Hareketi, hangi nitelikleri taşır? 10. 1923 "İzmir İktisat Kongresi" nasıl bir kalkınma modeli önerir ve hangi sonuçlara ulaştırır bu model Türkiye'yi? 11. Türkiye'de devletçilik, niçin, ne zaman ve nasıl ortaya çı kar? Taşıdığı anlam nedir ve hangi sonuçları doğurur? Bu sonuç ların olumlu ve olumsuz olanlarından hangileri daha ağır basar? 12. Türkiye'nin II. Dünya Savaşı ertesindeki tablosu nedir ve ne gibi gelişmelere yol açar? 13. Demokrat Parti, aslında hangi sınıf ve zümrelerin sözcüsü 339
olarak doğmuştur? Ve iktidar yıllarında iktisadi ve sosyal planda neler yapmış ve Türkiye'ye nelere mal olmuştur bu yaptıkları? 14. Türk kapitalizmi, giderek Türk ekonomisi, bugün hangi nitelikleri taşımaktadır? Bu niteliklerin ortaya çıkması, temelde ki hangi bozukluğun sonucudur aslında? 15. Japon kapitalizminin kuruluşu hangi koşullarda olmuş tur? Bu koşullar Türkiye'de dün var mıydı? Ya bugün? (Okuma parçasını okuyunuz.) SA N A Yİ KESİM İ Sanayinin anlam ı ve Türk ekonom isindeki yeri Bir ekonom ide sanayi ve tarım , asıl üretken kesim leri, -in şa a t bir y a n a - ötekiler, hizm et kesim ini oluşturur. Sa nayi kesimi de, kendi içinde, yapım (im alat), istihraç (m a den çıkarm a ve taş ocağı sanayii), elektrik ve havagazı sa nayii olarak üç ana kesim e ayrılır. Am a, genellikle sanayi denildiğinde, ilk akla gelen ve anlatılm ak istenen yapım sanayiidir. Ç ünkü günüm üz ekonom ilerinde, yapım sa nayii kesim ine oranla, öteki sanayi kesim lerinin önem i ol dukça küçüktür. Yapım sanayiinde üretilen m allar da üçe ayrılır: tüketim m alları, ara m alları, üretim araçları. G e rek kapitalist, gerek sosyalist üretim de olsun, sanayileş m e, asıl anlam ıyla üretim aracı üretm ek dem ektir. Ö yle olduğu için de, sanayileşm e, iktisadi kalkınm a ile özdeştir bir anlam da. Sanayi kesim inin Türk ekonom isinde önem kazanm a ya başlam ası, 1950'lerden ve özellikle 1960'lardan sonraki gelişm elerle m üm kün olabilm iştir. Bugün ulaşılm ış olan nokta şudur: Tü rkiye'd e gelişen kapitalizm in niteliği so nucu, "dışarıya bağ ım lı" da olsa, sanayi Türk ekonom isin de tarım a oranla birinci kesim dir artık. 1971 yılının verilerine göre, sınai üretimin toplumsal üretim içindeki payı 90,3 milyar liralık bir üretimle % 60 do layındadır. Aynı yıl içinde, tarımsal üretim -çok elverişli do ğal koşullara karşın- ancak 58,4 milyar liralık bir üretim dü zeyine ulaşabilmiştir. Bunun gibi, 1972 yılının verilerine gö 340
re, gayri safi ulusal hasıla içinde -cari fiyatlarla- tarımsal gelir 49,8 milyar lira iken, sanayinin katkısı 52,7 milyar lira ya yükselmiştir. Ayrıca, son yıllarda sanayi, gelişme hızı açı sından da, tarımı sürekli olarak gerilerde bırakmıştır: Son on yıllık dönemde, tarımsal üretimdeki % 125 'lik artışa karşı lık, sanayide % 290'lık bir artış gerçekleştirilebilmiştir. Son on yıllık dönem de, sanayinin bünyesel değişim i ve ekonom inin öncülüğüne yükselm esi, siyasal sonuçlar ya ratm akta da gecikm em iştir: "M illi Selam et P artisi"n in do ğuşu ve AP içinden bir grubun ayrılarak "D em okratik P arti"yi kurm aları, sanayideki gelişm elerin doğurduğu iktisadi çıkar çatışm alarının siyasal plana aktarılm asıyla yakından ilişkilidir. Sanayi kesim inin ana sorunları Bütün bu gelişm elere karşın, sanayi kesim inin -T ü rk i ye'de gelişen kapitalizm in niteliklerinin so n u cu - önem li sorunları vardır. N edir o sorunlar? Türk ekonom isinde, sanayi kesim inin ana sorunlarını şu noktalar çevresinde toplayabiliriz: Son on yılda, sanayileşm em izde ortaya çıkan gelişme göz önünde tutulursa, tüketim m alları sanay iin in hâlâ ön planda olduğu görülür. Tüketim malları sanayii -k ısm en "m o n ta f'a dayanarak- büyük bir gelişm e gösterm iştir. Bu durum , bir bakım a piyasa koşullarından, bir bak ı m a da kam u kesim inin tutum undan doğm aktadır. Piyasa koşullan ve ekonominin içinde bulunduğu du rumun bir sonucu olarak, özel kesim, yatırımlarını, daha çok tüketim malları üretimine yöneltmektedir. Çünkü bu dalda, küçük çaplı yatırımlarda bulunarak kısa dönem kâr hesapları yapmak olanağı vardır. Öte yandan, kamu kesimi, yatırım malları sanayiine plan metinlerinde yer vermekle beraber, çeşitli nedenlerle uygulamada aynı ti tizliği göstermemiştir. Özellikle, İkinci Beş Yıllık Plan, bu nun örnekleriyle doludur.
341
A slınd a "sosy al verim liliği" düşük olan tüketim m alla rı sanayim deki gelişm enin gerçek bir sanayileşm e rayına oturtulm ası, yatırım m alları sanayiinin geliştirilm esine ve ara m alları sanayim deki gelişm enin sürdürülm esine bağlıdır. Eğer, gerek kam u kesim i, gerek özel kesim bu konuda yeterli atılım ı gösterm ezlerse, yapım sanayiinde -tü k e tim m alları lehine o la n - dengesizlik sürecektir. Eko nom iyi "d ışa b ağ ım lı" tutan dallardan birinin tüketim m alları sanayii olduğu göz önüne alınırsa, daha da belirir sorunun önem i. - Türkiye'de yapım sanayii ile ilgili kuruluşlar, denge siz ve düzensiz bir biçim de birkaç m erkezde toplanm ıştır. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verdiği rakamlara gö re, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve Adana gibi beş ilde ki özel sanayi işyerleri, Türkiye'deki yapım sanayiinin % 69,2'sini kapsarken, öteki bütün illere, toplam olarak % 30,8 gibi bir pay düşmektedir. Bu rakam lar bize, Tü rkiye'd e sanayileşm enin, coğrafi p landa ne denli dengesiz oluştuğunu gösterm ektedir. T ü rk iy e'n in sanayileşm eden beklediği yararlar, sınai faali yetlerin dengeli bir biçim de bütün yurt düzeyinde ger çekleştirilm esine bağlıdır. Bu sağlanm adıkça, Türkiye'de, bölgeler arasında, özellikle Batı ile D oğu arasındaki fark lılık daha da derinleşecektir. Bunun ortaya çıkaracağı ikti sadi ve sosyal sorunları çözüm lem e güçlüğü, aşılm az bir engel haline gelebilir. - Sanayi kesim indeki gelişm enin günüm üzdeki bir b aşka sorunu, yeni kaynakların bulunm ası ve bu kay nakların m aliyetiyle ilgilidir. "S erm aye p iy asası" üzerindeki tartışm aların özü şöyle açıklanabilir: Sanayi, bu ndan sonraki gelişm eleri için "y e n i", "k o şu lsu z" ve "u cu z " kaynak aram aktadır. G elenek sel olarak, bireylerd en bankalara, bankalardan da sanayi ciye doğru işleyen "k re d i" m ekanizm asını b ir ölçüde de ğiştirm ek; para kaynağının bireylerd en sanayi kuruluşla rına doğrudan yönelm esini istem ektedir. N itekim , yalnızca 1970 yılında "tah v il çıkararak" k işi 342
lerden alm an "d oğru d an b o rç" toplam ı, 387 m ilyon lirayı bulm uştur. Bu rakam , "serm ay e p iy asası"n m gelişm esiyle kuşkusuz bü yü yecek ve sanayi, özlediği bir kaynağa ka vuşm uş olacaktır. Ne var ki, böyle bir kaynak bu lm a yolu, bir ölçüde geleneksel kredi kuruluşlarının (özellikle ban kaların) çıkarm a dokunabilecektir. D olayısıyla, bu konu da da bir çelişm e, özel k esim in kendi bünyesindeki bir sürtüşm e söz konusudur. T ü rk sanayiinin daha başka sorunları da var: "D ışa rıdan teknoloji getirm e" sorunundan "atıl k ap asite" so rununa değin yığınla sorun... Ve hepsi de önem li. Ne var ki -b a h si uzatm am ak iç in - yalnızca hatırlatm akla yetini yoruz bunları. A m a, son olarak, çok önem li b ir sorun ü ze rinde duracağız ki, o da "sa tm a " sorunudur. Türk ekonom isi, sanayileşm e yolunda birinci aşam ayı tam am lam ış, dayanıksız tüketim m alları ile -b ir o ran d adayanıklı tüketim m alları üretim inde belli bir uzm anlaş m aya kavuşabilm iştir. Ne var ki, tam bu noktada, 1969'lardan başlayarak, satm a sorunu, bütün açıklığıyla kendini gösterm iştir. Bir kere, üretilen ürünlerin fiyatları -d ü n y a pazarlarına o ran la- hayli yüksek olduğundan, yapım sa nayii "iç pazar" a dayanm ak zorundaydı. İç pazar da belli bir doym uşluğa gelince, üretim yavaşlam ış ve 1970'te Türk ekonom isi ciddi bir bunalım la yüz yüze gelm işti. Bu sorun, hâlâ çözüm lenebilm iş değildir. Yapım sanayiinde açık bir biçim de ortaya çıkan satm a ve -b u n a bağlı olarak d a - yatırım sorunu, iki yanlı çözüm olanağına sahiptir: Birinci olarak, iç pazar için yeni istem lerin yaratılm ası; ikinci olarak da, dış pazar olanaklarının genişletilm esi gerekm ektedir. Bütün bunlar, ara m alı ve üretim araçları üretim inde yoğunlaşm ak ve dolayısıyla daha ucuza m al üretm ekle gerçekleşebilir ancak. İşte, tam bu noktada, Türk yapım sanayiinin geniş ölçüde "d ışa ba ğım lı" oluşunun ortaya çıkardığı engeller dikilm ektedir: Bu bağlılık, kısm en ara m alı ü retim indeki yetersizlikten, bü yü k ölçüde de yatırım m alları sanayiinin geliştirilem e m iş olm asından ileri gelm ektedir. İç sınai üretim in yürü tülebilm esi için b ü yü k çapta ara m alı ve yatırım m alı dışa lım ı gerekm ektedir. Bu durum , hem iç piyasanın büyüm e 343
hızım sınırlam akta, hem de dış öd em eler dengesi üzerin de sürekli bir baskı öğesi olm aktadır. D A H A Ç O K B İL G İ
Özlem Özgür, Sanayileşme ve Türkiye, İstanbul, 1976. OKUMA
SA N A Y İLEŞM EN İN N ER ESİN D EY İZ ? ...Türkiye'de 1950'den bu yana önemli bir sanayi gelişmesi olmuştur ve 1950'lerdeki enflasyon sırasında yurtta bulunma yan birtakım tüketim malları bugün piyasada yerli sanayi tara fından karşılanmaktadır. Ancak, bu gelişme Türkiye'nin dünya sınıflaması içinde "yarı sanayileşmiş" ülkelerin alt basamakla rında bir toplum olmak durumunu değiştirmemiş ve ulusal ge lir içindeki sanayi payının hızla artmasına henüz yol açmamış tır. Sanayi kesimindeki gelişme yavaşlığı, bizim öngörülerimize oranla, bir gelişme yavaşlığı olarak da nitelendirilebilir... Çağımızda "sanayileşme" ölçüsü değişmektedir. Şöyle ki: Tüketim malları üreten sanayilerin önemli bir bölümü gelenek sel bir teknolojiye dayandığı için, bunların bir ülkenin "sanayi leşme göstergesi" olarak kullanılmasına birçok iktisatçı ve ista tistikçinin karşı çıktığını görüyoruz. Artık daha çok yeni tekno lojiye dayanan dinamik sanayi dalları ülkenin "sanayileşme göstergesi" olarak kullanılıyor. Ölçü bu olursa, Türkiye'nin "yarı sanayileşmiş" ülkelerin neden alt basamağında kabul edil diği daha kolay anlaşılır. Çünkü "dinamik sanayi dalları"ndan sayılan kimya, elektronik makine, taşıt araçları vb. sanayileri Türkiye'de henüz emekleme döneminde bulunmaktadır: Yarı sanayileşmiş bir ülke olmanın birlikte getirdiği birtakım sorunlar vardır: 1. Sanayimiz henüz "yaratıcı" olma aşamasına gelmemiştir. Bu bir küçümseme değildir. Japonya ve İtalya da uzun süre ya ratıcı olmayan, taklide dayanan bir sanayileşme sürecini yaşa mışlardır. Ancak, bu ülkeler artık yenilik yaratabilecek sanayi leşme biçimlerine girmiş bulunuyorlar. Bu aşamaya erişememiş olmak Türk halkının kapasitesini küçümsemek de değildir. Ni 344
tekim Batı Almanya'da Türk işçilerinin çalıştıkları fabrikalarda ufak buluşlarla organizasyona ve teknolojiye katkılar yaptığını öğreniyoruz. 2. Tüketim mallan henüz toplam sanayi mallarının % 48'ini, ara mallar sanayii ise % 38'ini vermektedir. Yatırım mallan ise toplam sanayi malları içinde daha % 15'i bulmayan bir düzey dedir. Başka bir deyişle, Türkiye, tüketim malları sanayiinin ağır bastığı, ara mallar sanayiinin gelişmekte bulunduğu, fa kat yatırım malları sanayiinin ise emekleme döneminde oldu ğu bir aşamadadır. Oysa, dinamik sanayi dalları bu ikinci ve üçüncüler içinde bulunmaktadır. (Gülten Kazgan, "Türk Sanayiinin Gelişim Düzeyi ve Yarını" konusundaki forumdan, Milliyet, 26 Kasım 1972) SO RU LA R 1. Sanayi deyince, aslında ne anlaşılmalıdır? 2. Türkiye ekonomisinde, sanayi bugün nasıl bir yer tutmak tadır? Sanayileşmemizin hangi aşamasındayız? (Okuma parça sını okuyunuz.) 3. Türkiye'de, bugün, sanayi kesiminin ana sorunları nelerdir? 4. Tüketim malları sanayii, nasıl bir yer tutmaktadır? Neden leri? Bu yerin fayda ya da sakıncaları nelerdir? 5. Türkiye'nin sanayileşmesinde "bölgeler arası dengesizlik" derken ne anlaşılır? Bu dengesizliği gidermenin yolları nelerdir? 6. "Sermaye piyasası" üzerindeki tartışmaların özü nedir? 7. Sanayide "teknoloji getirilmesi" ve "atıl kapasite" sorun ları deyince ne anlaşılır? 8. Sanayide "satma" sorunu ne demektir? Bu sorunun çözü mü Türkiye bakımından niçin yaşamsaldır? Ve ne gibi engeller vardır çözümün karşısına dikilen? TA R IM K ESİM İ Türkiye'de, 1960'lardan başlayarak, tarım ın ulusal gelir içindeki payı -san ay i leh in e- gitgide düşm üş ve bugün ekonom ide b irin c i k esim olm a n ite liğ in i y itirm iş olm ak la beraber, tarım kesim ine ilişkin sorunlar ve tartışm alar, 345
gündem de önem lerini korum aktadırlar. Şaşm am alı da bu na. Çünkü, tüm sosyal değişm e ve gelişm elere karşın, top lam nüfusun büyük bir çoğunluğu (% 61,2) hâlâ kırsal ke sim de oturm akta ve geçim lerini tarım dan sağlam aktadır. Tarım daki kapitalistleşm e ve yapısal değişim ler Tarım daki sorun -ço k ça sanıldığı g ib i- salt "adil bir toprak d ağılım ı" sorunu değildir. Tüm toplum ve ekono m iyi ilgilendiren başka önem li sorunları da karşım ıza çı karm aktadır. Ve çoğu, kapitalistleşm enin doğurduğu, ta rım daki yapısal değişm elerin ortaya çıkardığı sorunlar dır bunlar. G erçekten, C um huriyet'in ilk yıllarından 1950'lere de ğin olan sürede, Tü rkiye'nin iktisadi yapısına dam gasını vuran kesim tarım kesim i olm uştur. K apitalist ilişkilerde, 1950'lerden başlayarak görülen hızlı gelişm e, tarım ı da et kiler. 1950'den başlayarak -ö zellik le ilk dört y ıld a - tarım kesim inde kendim gösteren önem li üretim artışı -b aşk a nedenlerin yanı s ır a - yeni toprakların üretim e açılm ası, tarım da ileri girdilerin kullanılm aya başlanm ası, doğal koşulların tarım sal üretim e elverişli gitm esiyle ilgilidir. 1948 yılında 13,9 milyon hektar olan tarım toprakları nın genişliği, 9 milyona yakın bir artışla, 1956 yılında 22,5 milyon hektara ulaşmıştır. 1948-1960 arası ekilen topraklardan ortaya çıkan 10 milyonluk artışın, onda bi ri kadarı devletin dağıtımıyla, geri kalan bölümü ise Hazine'den ve köy orta mallarından yapılan “özelleştirme lerle" ilgilidir. Bu gelişmelere bağlı olarak, tarımın ulu sal gelire katkısı 1950'den 1960'a değin % 54,8 oranında artmıştır. Aynı dönemdeki tarımsal mallar üretiminde ki artış daha da yüksektir. 1950'de 7,8 milyon ton olan tahıl üretimi, on yılda iki katına yakın bir artışla, 1960 yı lında 15,2 milyon tona ulaşmıştır. Kapitalizmin gelişme si gereği, sınai bitkilerdeki artış, tahıl üretimine oranla daha da hızlı olmuştur. Türkiye tarihinde on yıllık hiçbir dönem yoktur ki, tarımda böylesine hızlı bir gelişmeye tanık olunmuş olsun. 346
Tarım kesim inde kendini gösteren bu gelişm eler, diğer kesim leri de etkilem iş, sanayi ve hizm et kesim lerinde de önem li gelişm eler olm uştur. Bu değişm e ve gelişm elere bağlı olarak nüfusun niteliği de değişm iş, kırsal nüfusun payı -g ö r e c e - azalırken, kentli nüfusun payı artm aya baş lam ıştır. P azar için üretim yaygınlaşm ış ve köylülerin p a zarla olan ilişkileri büyük düzeylere ulaşm ıştır. Tarım daki kapitalistleşm e bir gerçek olm akla beraber, 1960'lardan sonra T ü rkiye'nin iktisadi yapısını -" d ış a b a ğım lı" da o ls a - tarım dan sanayiye dönüştüren gelişm enin bir sonucu olarak, tarım ın ulusal gelir içindeki payı -sa n a yi le h in e - gitgide azalm aya başlayacaktır. Bugün ise, sınai üretim toplam ı, tarım sal üretim toplam ını aştığı gibi, sa nayi kesim inin ulusal gelire katkısı tarım ı geçm iş ve gelir açısından tarım birinci kesim olm a niteliğini yitirm iştir. Ekonom inin yapısal açıdan nitelik değiştirm esi, sosyal ve siyasal yapıda da önem li değişm e ve gelişm eleri bera berinde getirm iştir. 1970'ler T ü rkiyesi'n in sosyal yapısın da güçler dengesi ve ilişkiler, 1960'lardakinden hayli fark lıdır. Egem en sınıflar arasındaki ilişkiler -g e n iş ö lçü d edeğişm iştir. 1960'lara değin siyasal iktidara dam gasını vu ran ticaret burjuvazisi, bu yerini büyük oranda kaybeder ken, sanayi burjuvazisi ve m ali burjuvazi güçlenm iştir. Toprak sahipleri de siyasal plandaki güçlerini geniş ölçü de yitirm işlerdir. İşte 1970'ler T ü rkiyesi'nin böylesine de ğişik yeni ortam ında, tarım kesim ine ilişkin sorunların na sıl çözüm lenm esi gerektiğine herhalde sanayi burjuvazi si karar verecektir. Fakat nedir o sorunlar? Tarım kesim inin ana sarım ları T ü rkiye'de, tarım k esim inin çözüm bekleyen sorunları, -b e lk i- sayılam ayacak denli çoktur. Bunların içinde en önem lileri şunlar olsa gerek: Ö nce, tarım kesim inde önem li gelişm eler olm asına karşın, üretim hâlâ doğal koşullara bağlıdır bü yü k oran da. B undan ötürü, üretim ve dolayısıyla gelir düzeyi, hem çok düşük ve hem de yıllara göre büyük dalgalanm alar 347
gösterm ektedir. Çeşitli tarım sal ürünlerin hektar başına verim leri, dünya ölçülerine göre oldukça düşüktür. Bunu doğuran en önem li neden de, ileri girdilerin Türk tarı m ında henüz yeterince kullam lm am asıdır. Örneğin, Türkiye tarımında bin hektara düşen traktör sayısı, İtalya'dan 15, Belçika'dan 31, Lüksemburg'dan 45 ve Batı Almanya'dan 60 kez daha küçüktür. Keza gübre kullanımı, İspanya'dan 5, Yunanistan'dan 8, Fransa'dan 18 ve Hollanda'dan 70 kez daha azdır. G eri kalm ış bir ülke ekonom isi için, hızlı gelişm enin te m el gereklerinden biri tarım ın açılm asıyla ilgilidir. K api talist m antık içinde sanayileşm e tarım sız düşünülem ez. Tarım , kentli nüfusun gerek duyduğu besin m addeleri ile, sanayi için gerekli yatırım m allarının dışardan satın alına bilm esi, bü yü k ölçüde tarım sal ürünlerin dışsatım ının artırılabilm esine bağlı bir durum dur. Bugüne değin tarım ın bu görevlerini gereğince yerine getirdiği söylenem ez. Eğer yerine getirebilm iş olsaydı, sa nayileşm e çabaları için dış kaynaklara gerek duyulm az ve -b e lirli ölçüde de o ls a - ekonom i dışa bağım lı bir hale gel m ezdi. Bugünkü durum uyla, tarım kapitalist m antık için de hızlı büyüm eyi köstekleyecek bir niteliktedir. Ayrıca, tarım topraklarının, gerek m ülkiyet ve gerek se işletm e büyüklüğü açısından dağılım ı, büyük bir den gesizlik gösterm ektedir. Çeşitli tarım sal işletm eler, fazla sayıda ve dağınık parçalardan oluşm akta ve bu durum , olum suz yönde etkilem ektedir üretim i. Aslında, kapitalist üretim koşullan altında, toprakların ve buna bağlı olarak da üretim in çiftçi aileleri arasındaki dağılım ının adaletsiz olm ası doğaldır. H atta, kapitalist ilişkiler geliştikçe gelir dağılım ı daha da adaletsiz bir du rum alacaktır. K apitalist üretim in değişm ez bir yasasıdır bu. Türkiye tarım ında bu dengesizlik yeterince vardır ve gelir paylaşım ına olduğu gibi yansım aktadır: Tarım da en az gelirli ailelerin % 2Ü'si toplam gelirin % 6'sın ı alırken, son dilim deki % 2 0 'si tarım sal gelirin % 49,6'sını ele geçir m ektedir. Başka bir deyişle tarım cı ailelerin % 80'i, yani 3 348
milyon 200 bin çiftçi ailesi toplam tarım sal gelirin ancak % 50,4'iine sahip olurken, % 20'y i oluşturan öteki 800 bin çiftçi ailesi toplam gelirin yarısını denetleyebilm ektedir. Bu durumdaki tarım kesiminin klasik bir toprak re formuyla dertlerinden kurtulacağı, hele ekonomik gücü nü artıracağı pek söylenemez. Büyük işletmelerin elinde 10 milyon dönüm kadar toprak bulunmaktadır. Bunun tümünün devletleştirildiği düşünülse bile, en az verimli lik koşulları göz önünde tutulduğunda, yararlanacak aile sayısı 100.000'i geçmez. Oysa yalnız topraksız aileler, 1963 sayımına göre, 300.000'den fazladır. Geçmişteki artış temposuna bakılarak 1970 yıllarında 500.000'e vardığı söylenebilir. Toprağı kendine yetmeyen, ortakçılık, yarı cılık yapan, cüce işletmelerde günübirlik yaşayan aile sa yısı ise milyonun üzerinde hesaplanmaktadır. Böylece, klasik çerçevedeki bir toprak reformu Türkiye'de ancak siyasal amaca hizmet edebilir: Kasaba eşrafıyla köy ağa sının geleneksel egemenliğini kırmakta yardımcı olabi lir. Bu açıdan, önemli ve gereklidir. Yoksa, üretimin art ması ve yığınların daha yüksek bir düzeye erişmeleri için, bu reformun, güçlü bir sanayileşmeyle ve kooperatifçi likle beraber gerçekleşmesi şarttır. Tarım kesim inde çözüm bekleyen önem li sorunlar dan birisi de, Türkiye'nin tem el sorunlarına sıkı sıkıya bağlı olan tarım sal nüfusla ilgilidir. Türkiye'de son yirmi yıldır, kentleşm e olayında büyük m esafeler alınm asına karşın, tarım da yaşayan nüfusun sayısı hâlâ kabarık bir yekûn tutm aktadır. Ç oğu kez, gizli ve açık bir biçim de iş siz olan bu kesim , önem li bir istihdam sorunu olarak kar şım ızda durm aktadır. Sonuç olarak, kapitalist m antık içinde sanayileşm e ola yının gerçekleştirilebilm esi, büyük oranda, tarım la ilgili bir durum dur. Tarım da bu anlam da gündem de bekleyen sorunlar çözüm lenm eden, hızlı büyüm eye ilişkin am açla rın gerçekleşm esi oldukça güçtür.
349
DAHA Ç O K BİLGİ S. Aksoy, Türkiye'de Toprak Meselesi, İstanbul, 1969. B. Akşit, Türkiye'de "Azgelişmiş Kapitalizm" ve Köylere Girişi, Ankara, 1967. Cavit Orhan Tiitengil, Kırsal Türkiye'nin Yapısı ve Sorunları, İstanbul, 1975. OKUM A K Ö Y D EN K EN TE GÖ Ç "Köyün iticiliği"nin ağır bastığı, "olanaklar/rahatlıklar ve umutlar" dünyasını simgeleyen "kentin çekiciliği"nin de yer al dığı "köyden kente göç", bir "geçiş" döneminin bunalımlarını yaşayan 1970'ler Türkiyesi'ni bütün boyutlarıyla gözler önüne seren, çok yanlı bir olaydır. Sanayileşme ile atbaşı yürümeyen, sağlıksız, başka bir deyişle "demografik" nitelikleri ağır basan azgelişmiş kentleşmemiz, kırsal bunalımın kente taşınmasının ötesinde bir oluşumu ortaya koymaktadır: Bu oluşum, "köylü"lerin "kentlileşmesi" olarak adlandırılabilir. "Mevsimlik göç'Tere bağlı "köylü-işçi tipi"nden sonra, şim di de sürekli yerleşmeye dayalı "ne köylü ne kentli" yeni ku şaklar aşamasında bulunan köyden kente göç olayı, "geçiş" dö nemi sona erince "yeni" bir toplumu önümüze koyacaktır. Ana çizgileriyle ufukta belirmeye başlayan "yeni toplum" şu nitelikleriyle dikkatimizi çekecektir: - Toplumsal tarihimizde ilk kez, nüfusumuzun çoğunluğu "köy" yerleşmeleri yerine "kent" yerleşmelerinde oturacaktır. - Sanayi ve hizmetler kesiminde çalışanların oranı büyük bir artış gösterecektir. - Laik düşünce, rasyonel dünya görüşü, işbölümü ve uz manlaşma, yatay ve dikey örgütleşme bizim toplumumuzun da temel öğeleri olacaktır. - Kırsal yerleşmelerde yeni bir düzenleme ve iş organizasyo nu zorunlu hale gelecektir. - Artan sosyal refah ve dengeli dağılım, bölgelerarası denge sizlikle kır/ kent yerleşmelerindeki nitelik farklarını nicelik fark ları haline getirecektir. 350
- Demokratik yönetimin koşulları yaratılmış bulunacaktır.
- Toplumumuz başka toplumlara öykünme dönemini geride bırakarak, yeniden yaratıcı ve yapıcı olma niteliklerini kazana caktır. - Tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş aşaması ta mamlanacak, devlet-vurttaş ilişkilerinde sevgi egemen olacaktır. Görüldüğü gibi, toplumumuzun büyük oluşumunu somut laştıran "kentleşme" kırsal etkenlerden kaynaklanmaktadır. Ge çiş döneminin bunalımları içinde yaşayan bizler, çoğu kez, gül yerine diken üzerinde durup düşünüyoruz. Elbette, gülün dike ni olduğu gibi, kentleşmenin de olumsuz yanlan vardır. Ne var ki, kentleşmeden doğan sakıncalar, en sağlıklı biçimde, yine kentleşme ile ortadan kaldırılabilir. Öte yandan, eğer olaylar bizim önümüze geçmişse, bundan olayları sorumlu tutarak işin içinden çıkamayız. Toplumumuzun iç dinamiklerince yaratılan olayları düzenlemek, yönlendirmek ve sakıncalarını gidermek bize düşer. Köyden kente göçü, buna bağlı olan "kentleşme" ve "kentlileşme" sürecini toplumumuza aydınlık getiren bir umut ışığı saymak gerekir. (Cavit Orhan Tütengil, Kırsal Türkiye'nin Yapısı ve Sorunları, İstanbul, 1975, s. 226-227) SORULAR
1. Tarım kesiminin, bugün Türkiye ekonomisindeki yeri ne dir? Tarım kesimi ile ilgili sorunlar niçin çok önemli sorunlardır? 2. Türkiye'de, tarımın kapitalistleşmesi süreci ne zaman başlar, öncelikle hangi dönemde hızlanır ve ne gibi sonuçlar doğurur? 3. "1970'ler Türkiye'sinde, tarım kesimine ilişkin sorunların nasıl çözümlenmesi gerektiğine herhalde sanayi burjuvazisi ka rar verecektir" derken anlatılmak istenen nedir? 4. Türkiye'de tarım kesiminin ana sorunları nelerdir? 5. Toprak mülkiyetinin dağılımındaki dengesizlik hangi ön lemlerle giderilebilir? Bu önlemler içinde, özellikle toprak refor munun bugünkü değeri hakkında ne düşünüyorsunuz? 6. Türkiye'de köylerden kentlere göçün iktisadi ve sosyal ne denleri nelerdir? Bu olay, giderek "kentleşme", Türkiye'ye nasıl bir gelecek hazırlıyor? (Okuma parçasını okuyunuz.) 351
KA PİTA LİZM İN SO RU N LA RI VK G ELECEĞİ G elişm eler ve hedefler Türkiye'de 1950'den ve özellikle 1960'lardan sonraki gelişm enin rakam larla ifadesi şöyledir: ~ 1963'te 108,7 m ilyar lira dolayında olan gayri safi ulu sal hasıla % 65 artarak 1971'de 179,3 m ilyar liraya yü ksel m iştir. - T an m ın ulusal gelirdeki payı % 41,7'den 1971'de % 28,1'e düşmüş, sanayininki ise % 16,9'dan % 22,6'ya çıkmıştır. - Bu dönem de kişi başına gelir 3.640 liradan 4.901 lira ya yükselm iştir. -1963-1971 dönem inde, dışalım ortalam a yılda % 8,7, dışsatım ise % 7 dolaylarında bir hızla artm ış, böylece 1963'te 1,05 m ilyar dolar civarında olan dış ticaret hacmi 1971'de 1,85 m ilyar dolara ulaşm ıştır. - Aynı dönem de yatırım lar -1971 fiyatlarıy la- yılda ortalam a % 8,6 dolaylarında bir hızla artarak, 16,7 m ilyar liradan 32,4 m ilyar liraya yükselm iştir. Bütün bunlara karşın, Türkiye'nin sanayileşm e soru nunu büyük ölçüde çözüm lediğini söylem ek hayli güçtür. Türk kapitalizm ini önüm üzdeki yıllarda güç ve karm aşık sorunlar beklem ektedir. Önce, toplum un önüm üzdeki yirm i yılda ulaşm ak iste diği hedefler nelerdir? D ev let P lan lam a T e şk ila tı'n ın "Y e n i S tra te ji" adıyla yayım ladığı belgede, toplum un önüm üzdeki yirm i yılda ulaşm ak istediği hedefler şöyle gösteriliyor: - 1995'lerde 65 m ilyonluk bir nüfus kitlesine ulaşacak olan Türk toplum u, yaklaşık 27 m ilyon kişiye iş olanakla rı bulabilecek bir gelişm işlik düzeyini kendisine hedef al m ak zorundadır. Bunun anlam ı, bugüne oranla hem 13-14 milyon kişiye ek iş olanağı yaratılacak ve hem de -g ü n tim üzün k oşu lların d a- gizli ya da açık bir biçim de işsiz olanlara çalışm a olanakları sağlanacak dem ektir. - Bütün bunların gerçekleşebilm esi, 1995'lere gelindi ğinde, ekonom inin çeşitli kesim lerinde belli büyüklüklere ulaşabilm iş olm asına bağlıdır: 1) Kişi başına bugünkünün 352
4 katı dolayında bir gayri safi ulusal hasıla; 2) Gayri safi yurtiçi hasılada, yaklaşık olarak tarım ın payının % 10, sa nayinin % 40, hizm etlerin % 50 oranında yer tuttuğu bir ekonom ik yapıya ulaşılm ış olm alıdır. Bu hedeflerin ger çekleşm esi için ise, yılda -o rtalam a o la ra k - gayri safi u lu sal hasılada % 7,9, tarım sal hasılada yılda ortalam a % 3,7, sanayide % 11,2 ve hizm etlerde % 7,7 dolayında artış hı zına ulaşm ak gerekm ektedir. - Bu hedeflere ulaşabilm ek için, sanayide bazı önem li m alların üretim inde 1970'ten 1995'e şu gelişm elerin olm a sı am açlanm aktadır: 1970'te 1,5 m ilyon ton olan dem ir-çelik üretim inin 1995'te 20 m ilyon tona; kâğıt üretim inin 151.000 tondan, 4 m ilyon tona; elektrik üretim inin 8,5 m il yar K w /sa a t'd a n 125 m ilyar K w /sa a te ; plastik üretim inin 17,6 bin tondan 1 m ilyon tona çıkarılm ası gerekm ektedir. G ünüm üz Tiirkiyesi, "k ap italist üretim b içim i"n in egem en olduğu bir toplum dur ve önüm üzdeki yıllara iliş kin büyük önerileri kapitalist m antık çerçevesinde ele alın m aktadır. Ne var ki, öngörülen hedeflerin gerçekleştirile bilmesi için bazı önem li -ö n em li olduğu kadar da çetin ve k arm aşık - sorunlar gündem e girm iştir. Aslında, bütün bu sorunlar, Türkiye'de kapitalizm in gelişm esini engelleyen sorunlardır. "Y ap ısal" bir nitelik taşım aktadırlar çünkü. Ö nce nedir bu sorunlar? Ve niçin kapitalizm in gelişm esine engel olm aktadırlar? Ç eşitli sorunlar Bugün ekonom im izin karşı karşıya bulunduğu üç önem li sorun vardır. Bunlar, işsizlik, enflasyon ve döviz kıtlı ğıdır. Şim di her birine kısaca bakalım ve işsizlikten başlaya lım önce: - Bilindiği gibi, ülkem iz, bağlı olduğu kapitalist dünya sistem iyle birlikte -b u sistem in yinelenen bir hastalığı o la n - bir ekonom ik bunalım dönem ine girm iş bu lu nu yor. D ışsatım ım ız azalm ış, yatırım lar duraklam ış ve bazı üretim faaliyetlerinde gerilem eler olm uştur. Öte yandan, dünyadaki bunalım ve işsizlikten ötürü, dışarıya işçi gön derm e olanağı da kalm am ıştır. 353
Bütün bunlar, -aslın d a ciddi o la n - işsizlik sorununu, bütün bütün çeşitlen d irin yönde etki yapm aktadır. Ü ste lik bu seferki ekonom ik bunalım -ö n cek ilerd en farklı olar a k - fiyat artışlarıyla (enflasyon) bir arada bulunm akta dır. O ysa, bilindiği gibi, enflasyon ve ekonom ik durgun luk, yani işsizlik, birbirinin zıttı olan hastalıklardır. Bi rini iyileştirecek ilaç ve önlem ötekini azdırır. Bu durum çözüm ü daha da güçleştirm ektedir. Ç ünkü işsizliği azalt m ak için yatırım ları ve genel olarak harcam aları artırm ak gereklidir. Am a bu yapılınca enflasyon daha da kışkırtıl mış olur. Bunun tersi de doğrudur: Enflasyonu önlem ek için harcam aları kısm ak gereklidir. A m a bu yapıldığı za m an işsizlik daha da artar. -E n fla s y o n a gelince... Türkiye'nin 20. yüzyılın son y ir mi yılm a yılda % 50 düzeyinde bir enflasyon hızıyla adı m ını attığı, resm î çevrelerin yadsım asına karşın, bir ger çek. Batı'nın tanık olduğu enflasyonun da korkunç biçim de üstüne taşan bir hızdır bu. İktisadi açıdan kendi başına stratejik kaynak, birikim , dağılım ve kullanım sorunla rı getiren enflasyon olayı, sosyal yönden de bütün sınıf sal yapıyı altüst eden gelişm elere öncülük ediyor. Bugün, Tü rkiye'deki enflasyon, tam bir gelir çekişm esi, yani bir gelir dağılım ı sorunu halini alm ıştır. Bundan ötü rü de, kendi kendini iteleyen, kendi kendini besleyen bir nitelik kazanm ıştır. H er gelir grubu, her sınıf ve tabaka, fi yat artışlarının altında ezilm em ek için, kendi gelirini (üc retini, m aaşını, taban fiyatını, kâr haddini, aldığı kirayı) artırm aya çaba gösterm ektedir. Bir gelir dağılım ı dengesi ne ulaşılam adıkça, bu uğraşlar ve onun sonucu olarak da enflasyon sürecektir. Ekonom im izin karşı karşıya bulunduğu bir başka önem li sorun, döviz birikim im izin yetersizliği soru nu dur. Bilindiği gibi, Türkiye sürekli bir döviz sıkıntısı çek m iştir. K alkınm am ızı frenleyen darboğazların en önem li lerinden biri, hep bu döviz kıtlığı olm uştur. Gerçi, son yıl larda dışarda çalışan işçilerim izin gönderdikleri dövizler sayesinde bu darboğazdan zam an zam an çıktığım ız ol m uştur. Ancak, yine son yılların dış ticaret açığı bu döviz rezervlerini silip süpürm üştür. 354
I Bütün tarihim izde görülm em iş oranda ve m iktarda bir ticaret açığıdır bu. Hele, 1981'in d ışalım -satım açığı, 4,5 m ilyar dolarla, C um huriyet tarihinin rekorunu kırm ıştır. U fukta durum un d ü zeleceğin e dair bir işaret de y o k tur. K apitalizm in bu nalım ı sürdü kçe, d ışsatım ım ızı artır m am ız söz konusu değildir. Turizm ve işçi dövizleri için de geçerlid ir aynı yargı. Bu iki kaynaktan gelen dövizler de kapitalist dünyadaki bu nalım sürdükçe artm ayacak, hatta azalacaktır belki de. A çıktır ki, bu konuda alınabilecek bir önlem de yok tur. D aha doğrusu alınacak önlem lerin b ir etki y ap m ala rı söz konusu değildir. H ele 24 O cak K ararları'y la u ygu lanm aya başlan an salt parasal önlem lerle çıkm azlardan k urtu lm ak hiç söz konusu değildir. Y apısal açıdan çarpık bir sanayileşm enin cerem esini çekiyoruz. Tam anlam ıyla "k ö k ü d ışard a" bir sanayi b a his konusudur. Bugün, T ü rkiye sanayii, getirdiği dövizin üç buçuk katını yutm aktadır. Böylesine çarpık b ir d ü zen de d ışsatım ı ne denli artırm aya uğraşsak, dışalım daha bü yü k oranda y ükselecek ve dış ödem e zorlukları yo ğunlaşacaktır. Plansız, program sız, önceliksiz, sonralıksız d ışsatım özen d irm eleriy le p o m p alan acak "ih racat p atlam ası" bazı çevreleri zengin edecek; am a dengeli bir ekonom i ku rm ak için y eterli olam ayacaktır. Ö zetle, bu h er üç sorunun da, kapitalist düzen içinde sürekli ve doyurucu bir biçim de çözü m lenm esinde zaten tem elli g üçlükler vardır. Ü stelik şu sırada, bu nlar kap ita lizm in ekon om ik bunalım ı ile de bağlan tılıd ırlar. Bundan ötürü, her üç sorun da, daha bir süre -v e belk i daha da şid d e tle n e rek - süreceklerdir. T ü rk iy e'd e k apitalizm in gelişm esini sınırlayan soru n ları daha da çoğaltm ak olası. A slında, -p la n d a belirtilen ve savunu lanın te rs in e - T ü rk iy e'd e kapitalizm in g eliş m esini sınırlayan tem el neden, yine bizd e çarpık gelişen k ap italizm in kendisidir. Yani toplum daki üretim b içi m inin niteliğidir. Soruna, dünya k apitalist sistem inin bü tünlü ğü , geri kalm ış ülkeler için uyguladığı politika açısından baktığım ızd a, kapitalizm in iktisadi kalk ın m a m ızda ne d ereceye dek yöntem olabileceği daha açık bir biçim de ortaya çıkacaktır. 355
Kapitalizm , Türkiye'nin kalkınm asını gerçekleştirebilir mi? Bilindiği gibi, dünya kapitalist sistem inin ekonom ik yönetim i, tekelci kapitalist (em peryalist) aşam aya gel m iş olan devletler ve çokuluslu ortaklarca yürütülür. Bu y önetim esası, kapitalist sistem in egem en olduğu dünya kesim ine, buradaki ülkelere, belli bir işbölüm ünü kabul ettirm ek ve buna uygun bir finansm an ve ticaret ağı ku rup işletm ektir. Em peryalizm in dayattığı bu uluslararası işbölüm ünde, Türkiye gibi azgelişm iş ülkelerin yeri az kâr, az gelir geti ren işleri yapm aktır. Tarım , m adencilik, turizm ve basit im alat sanayii böyle işlerdir. Em peryalizm , bir ülkenin söz konusu işbölüm ünde kendisine ayrılm ış olan alanlar da gelişm esine engel olm az, tersine buna yardım bile eder. Ç ünkü yönetici durum da olan bü yü k tekelci serm a yenin büyüyebilm esi, ancak sistem in de bütünüyle bü yü m esine bağlıdır. Bu da, açıktır ki, sistem i oluşturan bütün ü lkelerin her birinin kendisine düşen işi daha iyi yap m a sıyla gerçekleşir. Şunu belirtm ek gerekir ki, tekelci kapitalizm in planla m ış olduğu uluslararası işbölüm ünde bir yapaylık ve -a le la d e a n la m d a- bir zorbalık söz konusu değildir. K api talizm in işleyiş kurallarına göre, böyle bir işbölüm ü do ğaldır. Ö rneğin, çok büyük araştırm a giderleri ve kuruluş serm ayesi isteyen ağır sanayi dallarına, A m erika, İngilte re, A lm anya, Japonya gibi ¿engin, gelişm iş ülkeler durur ken bizim el atm am ız -k ap italizm in m antığına g ö re - eko nom ik bakım dan yanlıştır. Böyle olunca, bu alanların on lara bırakılm ası ve bizim de daha basit -d o lay ısıy la daha az gelir sağ lay an - işlerle uğraşm am ız gerekm ektedir. İşte, em peryalizm in tem el söm ürüsü, başka ülkelere dayatm ış olduğu bu işbölüm üdür. Türkiye'd e gelişm ekte olan bü yü k serm aye sınıfı - t e kelci dünya kapitalizm inin bir tem silcisi o larak - Tü rki ye'nin söz konusu işbölüm üne uygun hareket etm esini sağlar. D em ek oluyor ki, Türkiye'deki çağdaş kapitalist gelişm enin yürütücüsü ve tem el gücü olan büyük serm a 356
yedarlar, em peryalizm in bir parçası ve buradaki uygula yıcılarıdırlar. Em peryalist söm ürünün -y u k a rıd a değinm iş olduğu m u z d a n - başka biçim leri de vardır. B u nların başında, yurtiçin d eki yabancı serm ayenin kâr aktarm aları gelir. Birçok hallerde bu kârlar çok büyük oranlara çıkarlar. Başka b ir söm ürü yolu, bağlı krediler verm ektir. Bu yol la krediyi veren ülke, borçlu ü lkeden, verdiğinden çok fazlasını geri alır. Son olarak, m arka, lisans, ihtira beratı gibi sınai ve ticari haklarının fahiş fiyatlarla satılm ası da bir söm ürü yoludur. Bu biçim lerde yapılan söm ürü, daha açık-seçik olm ak la beraber daha önem sizdir. Çünkü, bu ndan kurtulm ak için, kapitalist ilişkiler sistem inin dışına çıkm ak zorunluğu yoktur. K apitalist ilişkiler içinde kalkınarak da, buna karşı m ücadele verilebilir. A m a em peryalizm in tem el sö m ürüsünden, yani onun bir ülkeye dayattığı işbölüm ünden kurtulm ak için, m utlaka bu sistem in dışına çıkm ak zorunluğu vardır. Ç ünkü, bu yapılm adıkça, söz konu su işb ölü m ü n ü n b oyu n d u ru ğu n d an k u rtu lm ak olanaksızdır. Nasıl çıkılabilir bu sistem in dışına? İşte bu noktada, karşım ıza, em peryalizm in silahlı zor ba gücü çıkm aktadır. Em peryalizm etki alanının daralm a sını asla istem ez. Bu tür kopm a eğilim lerine şiddetle kar şı koyar ve daha olm azsa askerî m üdahale bile yapar. II. D ünya Savaşı'ndan sonra, dünya tekelci kapitalizm i nin silahlı gücünü N A TO ve onun içinde bir Birleşik A m erika tem sil etm ektedir. A çıktır ki, bu güç, yalnız ve sa dece dünya tekelci kapitalizm inin çıkarları uğrunda kulla nılacaktır. Böylece, bu bağlaşığa girm iş bir ülkenin, silahlı güçlerini yalnız kendi hesabına kullanm aya kalkışm ası, N A TO ve A m erikan bağlaşıklığının m antığına ve işleyiş düzenine aykırıdır. 1964'teki Johnson m ektubu ve -K ıb rıs çıkartm ası dolayısıyla d a - askerî yardım ın kesilm esi, bu nun böyle olduğunu artık hiçbir kuşku bırakm am ıştır. A çıktır ki, söm üren değil söm ürülen bir ülke olarak, T ü rk iy e'n in tekelci dünya kapitalizm inin söm ürü alanını savunm ak gibi bir görevi, böyle bir görevi yerine getir 357
1 m ekte hiçbir çıkarı yoktur. Tersine zararı vardır. Bizim için yaşam sal olan, bir yandan ulusal savunm am ızı gü vence altına alm ak; öte yandan, em peryalizm in sınırlam a larından kurtulup -isted iğ im iz g ib i- bir kalkınm a olana ğına kavuşm aktır. Bu her iki am acı gerçekleştirm enin y o lu da, artık iyice ortaya çıkm ıştır ki, ülkem izi -N A T O , A m erikan üsleri ve O rtak Pazar da içine girm ek ü z e re b ü tü n em peryalist ilişkilerden arındırm aktır. N e var ki, egem en sınıflar böyle bir gerçeğin bilincinde değildirler. A slında yararları da yoktur bunda. Em perya lizm le işbirliği içinde, Tü rkiye'yi doğasıyla ve insanıyla yağm alam ak bir varlık nedenidir onlar için. "İstik rar p rogram ı" diye uyguladıkları da, bir aldatm a cadır bugün. IM F'nin "İstikrar program ı" yalnız bu dö nem de uygulanm ıyor. 27 M ayıs'la birlikte uygulandı, 12 M art'la birlikte uygulandı, 12 EylülTe birlikte u ygulanı yor. A m a Türkiye de, her on yılda bir, birbirine benzer d arboğazlara girm ekten kurtulam ıyor ne hikm etse! Ü stünde özenle düşünülm esi gereken bir olgudur bu. Ö yle sanılır ki, bu gü n kapitalist üretim koşulları içinde planlanan hedefler, yarının Tü rkiyesi'nde sosyal sınıfları daha da belirginleştirecek ve bu nu n bir sonucu olarak da, toplum un daha üst düzeyde devinm esini kolaylaştıra caktır. Am a, kapitalist ilişkiler geliştikçe, kapitalizm in ne m enem bir şey olduğu daha iyi gözlenecek ve kapitalist m antık içinde kalkınm anın nasıl halk yığınlarının om uz larına yüklendiği, daha yalın bir biçim de görülecektir. Türkiye'de, bu gü n egem en sınıflar, kalkınm ada "k ap ita list y olu " yeğlem işlerdir gerçi. A ncak unutm am ak gerekir ki, çağım ızda bir ülkeyi kalkındırm ak, giderek kurtarm ak için, Batı serm aye çevrelerinin zorladığı m odelden başka m od eller de var. H ele ekonom iyi düze çıkarm anın bedeli, m utlaka d em okrasiden ve özgürlükten vazgeçm ek ola m az. Am a, bunu ispatlayacak olanlar da, T ü rkiye'de bu günkü m odelin uygulayıcıları değildir. İspat külfeti, hem em eğin hakkına h em de dem okrasiye ve özgürlüğe sahip çıkm ayı becerecek olanlardadır. İlerici, dem okrat ve devrim ci güçlerde kısacası.
358
KAYNAKLAR Fethi Naci, Kompradorsuz Türkiye, İstanbul, 1967. Yalçın Doğan, IMF Kıskacında Türkiye, Ankara, 1981. OKUMA
YEN İ SEV R: 24 O C A K K A R A R LA R I Lord Curzon haklı çıkıyor. Lozan'da İsmet Paşa'ya "Ekono mik alanda bir süre sonra nasıl olsa bize geleceksiniz" derken, gerçekte Türkiye'nin siyasal tarihinin bu "gidiş-gelişin" bir öy küsü olacağını daha o zamandan vurguluyordu. Demirel hükümetinin aldığı son ekonomik kararlar işte Lord Curzon'un dile getirdiği "teslimiyet"in en çarpıcı örneğini oluş turmaktadır. Demirel hükümetinin aldığı kararlar, zamlar ve de valüasyon bir yana, asıl o kararlar Türkiye'nin Batı sistemiyle olan ilişkilerini tümüyle ve derinden etkileyecek, Türkiye'yi tümüyle dışa daha da yoğun bir biçimde bağlayacak boyutlardadır. Her şeyden önce, bu kararlarla devlet ekonomik alanda ye niden örgütlenmektedir. Kararların uygulanabilmesi için yeni "Kurullar" oluşturulmuştur. Örneğin "Para-Kredi Kurulu" Mer kez Bankası'nı, eski deyimiyle "ilga etmekte", yani ortadan kal dırmakta ve Merkez Bankası'nm işlevlerini üstlenmektedir. "Ya bancı Sermaye ve Teşvik Uygulama Kurulu" Ticaret, Maliye, Sa nayi ve Teknoloji Bakanlıkları ile DPT'nin işlevlerini kendisinde toplamakta, bu bakanlık ve kuruluşların yetkileri kaldırılmakta dır. Ekonomiye yön veren bakanlıklar, kuruluşlar, adı ne olursa olsun, yetkisiz kılınmakta ve bu kurullar söz sahibi edilmekte dir. Hele "Koordinasyon Kurulu", neredeyse Bakanlar Kurulu yerine geçmektedir. Bunun Türkçesi "Bakanlar Kurulu ilga edil miş, yerine Koordinasyon Kurulu getirilmiştir" demekten fark sızdır. Devlet büyük ölçüde yeniden ve yeniden, Batı'nın ve yer li özel sermayenin istekleri doğrultusunda örgütlenmektedir. İşin kısa bir geçmişi vardır. Demirel hükümeti iktidara gel dikten kısa bir süre sonra Ankara'ya dört bankacı gelmiş ve De mire! ile birkaç bakanın katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Aslın da, kararlar bu toplantının doğrultusundadır. Şimdi Demirel bu toplantı doğrultusunda döviz bulabileceğini ummakta, banker lerin kendisini "böyle karar alırsanız, para gelir" biçimindeki 359
f
»
m►-
y. „
sözleriyle bağlamış görünmekledir. Ama, bııııu yaparken de, hiçbir ilke tanımamaktadır. 1920 Temmuzu'nda arka arkaya alman yenilgilerden sonra Damat Ferit Paşa kabinesine Batı on gün zaman tanımıştır. "Ya bu kararlan alırsınız ya da koşulları daha ağırlaştırırız" demiş lerdir. Damat Ferit "daha ağır koşullarla karşılaşmamak için" Sevr'in altına imzayı basmıştır. Nedir Sevr'de imzalanan belge?.. Çeşitli maddelerinin özeti şudur: "Bilcümle Türk liman ve de miryollarının serbestçe kullanımı... Kapitülasyonların yeniden yürürlüğe girmesi... İngiliz, Fransız, İtalyan üyelerden oluşan mali komisyonun devletin gelirlerini artırmak amacıyla önlemler almaya yetkili kılınması... Memurların atanması ve uzaklaştırıl masıyla ilgili kararların hızlandırılması... Para işlemlerinin hız landırılması ve dışardan borç bulmakla ilgili olarak bu mali ko misyonun yetkilerle donatılması... Ülkenin ekonomisinin iktisadi ve sınai rekabete açılması... Yüzde sekizden daha yüksek gümrük vergisi alınmaması ve gümrük vergilerinin indirilmesi..." Sevr Antlaşması siyasal alanda Lozan Antlaşmasıyla son bulmuştur. Ekonomik alanda Türkiye çeşitli tarihlerde, çeşitli iktidarlar yoluyla Sevr'in son bulmasma çalışmış, ne var ki, bunu zaman zaman gerçekleştirebilmiştir. Bugün vardığı noktada ise, Lord Curzon'un haklılığı daha ağırlık taşımaktadır. İçerde ve dışardaki sermaye kendisine en uygun ortamı işte bu kararlarla bulmuş durumdadır. Ekonomideki tekelleşme, devletin yeniden örgütlenmesinde de kendisini göstermektedir. Te kelleşmenin uygulanması, bu konuda bir aksaklık çıkmaması için devletin "Kurullar" aracılığıyla yeniden örgütlenmesi gündeme getirilmiştir. Sermayenin iktidarı budur işte. 141-142'ye aykırı durum budur işte. "Bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sı nıf üzerine tahakkümü" budur işte. Sevr'e dönüş budur işte. Siyasal örgütlenmenin en gerekli olduğu bir dönemde, de mokratik kitle örgütlenmesinin en zorunlu olduğu bir dönem de, Türkiye bundan yoksun bulunmaktadır. Kararlardan daha acı olan da budur. (Yalçın Doğan, "Sevr'e Dönüş", Cumhuriyet, 4 Şubat 1980)
360
SORULAR 1. Türkiye'de 1950'den, özellikle 1960'tan sonraki gelişme nin rakamlarla ifadesi nasıldır? Bütün bu gelişmelere karşın, Türkiye sanayileşme sorununu çözebilmiş midir? 2. Devlet Planlama Teşkilatı'mn "yeni stratejisi"ne göre, Tür kiye'nin 1995 yılma değin ulaşması gereken hedefler nelerdir? 3. Türkiye'de kapitalist gelişmeyi engelleyen temel sorunlar nelerdir? Ve niçin kapitalizmin gelişmesine engel olmaktadırlar? 4. Kapitalizm, Türkiye'nin kalkınmasını gerçekleştirebilir mi? Soruya, Türk kapitalizminin yapısal sorunlarını ve dünya kapitalist sisteminin bütününün özellikle dayattığı işbölümünü göz önünde tutarak cevap veririz. 5. Ortak Pazar nedir? Türkiye'nin ilerisi için neler vaat etmek tedir? Türkiye'yi, Ortak Pazar'a geçiş dönemine sokan "Katma Protokol" ile 1838 tarihli "Ticaret Sözleşmesi" arasında bir ben zerlik kurulabilir mi? Kurulabilirse niçin? Kurulamazsa niçin? 6. 24 Ocak Kararları'nm anlamı nedir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
361
1
BÖLÜM II TÜRKİYE'DE SOSYAL SINIFLAR T ü rk iy e'n in sosyal tablosuna baktığım ızda, her şeyden önce, sınıflı bir toplum olduğunu görürüz onun. Ne var ki, "geri k alm ış", fakat "kapitalistleşm e sü reci" içine gir miş bir toplum un sınıflarıdır bunlar. Böylece "k ap italist" ilişkilerin ortaya çıkardığı sınıf ve tabakaların yanı sıra; geri kalm ışlığın sonucu olarak, "kapitalizm ö n cesi" sınıf ve tabakalar da sosyal tabloda yer alır. H er bakım dan, gerçek anlam ıyla kapitalist bir toplum un sınıflar tablo sundan farklı bir tablodur bu. Ve her sınıflı toplum gibi, Türk toplum u da "sın ıf çatış m a la r ın a sahnedir. Burjuvazi ve kapitalizm öncesi sınıf lardan oluşan "egem en güçler"le -b a şta işçi sınıfı olm ak ü z e re - "em ek çi sınıflar" arasında geçen bir kavgadır bu. Aşağıda, Türkiye'de bugün var olan sosyal sınıfları -b u r juvazi, işçi sınıfı ve köylülük olmak ü zere- "üçlü" bir ayrı ma uyarak inceleyeceğiz. Doğallıkla bu incelemeyi yapar ken, "em peryalizm in yerli egemen güçler"le olan ilişkisini de gözden uzak tutmayacağız. Çünkü Türkiye'de bugün emperyalizm eğer iktisadi, giderek askerî, siyasal ve ideolo jik baskısıyla varsa, bu baskıyı, ancak yerli egemen güçlerle "ortak çıkarlar" güderek koyabilmiş ve koruyabilmiştir. BU RJU VA Zİ Türkiye'de bugün, egem en sınıf ve züm relerin başında, "b u rju vazi" gelm ektedir. O nun içinde, giderek sosyal güç ler dengesinde en etkin olanı da "sanayi burjuvazisi "dir. Türkiye'de burjuvazinin doğuşu K lasik O sm anlı toplum u da sınıflı bir toplum du: Bir 363
yanda, "su lta n , ask er ve ulem a ü çlü sü "n d en oluşan ve devleti temsil eden bir sınıf; öte yanda, toprakta çalışan ve "re a y a " denen sınıf. Toprakların asıl sahibi devlettir. R e aya ise, o toprakları -b ir çeşit kiracı sıfatı ile - kullanır. Toprağın m ülkiyeti devletin olduğundan, reayanın yarat tığı artık-ürün de devlete aittir. Böylece devleti tem sil eden sultan, asker ve ulema üçlüsü "eg em en ", reaya ise "ta b i" sınıftır. Bu tabloda burjuvazi yoktur. Böyle bir sınıf, ancak 19. yüzyılda, dış dinam iğin yani Batı kapitalizm inin etkisiy le ve ona tabi olarak doğacaktır. Gerçekten, daha önce de belirttiğim iz gibi, başta iç dina miğin yetersizliği yüzünden, klasik Osmanlı düzeninde ka pitalist bir gelişm e olmadı. Osm anlı İm paratorluğu'nda ka pitalist gelişme, ancak 19. yüzyılda ortaya çıktı, o da em per yalizm in dünyaya egem en olm aya başladığı bir dönem e rastladı. Bu gelişm e, im paratorluğun özellikle İstanbul ve İzm ir gibi liman şehirlerinde, çoğu Rum ve Erm enilerden oluşan bir burjuvaziyi de doğuruyordu; ama, o burjuvazi, aslında yabancı serm ayeyle işbirliği yapan bir kom prador burjuvazi idi. Başka bir deyişle "u lu sal" değildi, olamazdı da... Çünkü kapitalizm Osm anlı İm paratorluğu'nda, ulus lararası mali serm ayenin ülkeye soktuğu yabancı bir meta gibidir. Öyle olunca da, ortakları ulusal bir nitelik taşıya mazdı. Bizde, kapitalizm gibi burjuvazi de doğuşlarında ulusal bir nitelik taşım azlar. Bunun sonucu olarak, kapita lizmin devrim ci bir yoldan gerçekleşm esi, ulusal burjuvazi nin, serm ayenin ilkel biçim lerini ve kapitalizm öncesi ilişki lerini -k en d i gelişm esini sağlam ak ü z ere- yıkm ası ve üre tim güçlerini hızla geliştirm esi olanağı, daha im paratorluk zam anında -tarih sel o larak - kapanm ış bulunuyordu. D aha sonraları devlet eliyle bir "u lu sal burjuvazi" ya ratılm ak istenecektir. Böyle bir denem eye, önce im parator luk zam anında İttihat ve Terakki iktidarı girişecek ve başa ram ayacaktır. C um huriyet Türkiyesi'nin ilk hüküm etleri nin program ları da budur aslında. Ne var ki, 1930'lara de ğin süren dönem de, ulusal burjuvazi yaratm a ve ulusal sa nayiyi bu yoldan geliştirm e çabalan başarıya ulaşam az: 1930'larda başlayan "d ev letçilik " politikası, sadece özel 364
kesimin el atm adığı akınla kısıtlı kalm ış ve gerçekte çıkar ları uluslararası mali serm aye ile birleşen bir kesimi -d ev let e liy le - zengin etm ekten öteye gidem em iştir. D ışa bağım lı, bu yüzden de ulusal bir sanayi kurm aya hiçbir zam an aday olm ayan büyük kentlerin ticaret bu rju vazisi, II. D ünya Savaşı sonrasında uluslararası tekelci serm ayeyle yeni bir bütünleşm eye gitm ek isteyecek ve feodal sınıf ve züm relerle beraber -tefeci-tacir serm ayesi g ib i- serm ayenin ilkel biçim leriyle çok daha önceden kur duğu bağlaşığa dayanarak, 1950'de iktidara gelecektir. Ve 1950'îerden başlayarak da, siyasal iktidarda burju vazinin ağırlıkta olduğu görülecektir hep... Ticaret burjuvazisinin egem enliğinden, sanayi burjuvazisinin egem enliğine 1950-1960 arasında sanayileşm enin büyük düzeylere ulaştığı söylenem ezse de, 1960'lardan sonra sanayi yatı rım larına giden önem li birikim ler bu dönem de oluşur. Bu dönem de, burjuvazinin en güçlü kanadı ticaret burjuva zisidir. İktidarın, yani D em okrat Parti'nin de en güçlü ka nadı odur. Ne var ki, 1960'lardan sonra, özellikle 19631970 yılları arasında, sanayileşm ede, özellikle yapım sana yiinde önem li gelişm eler olur. Bu gelişm eler, ticaret bu rju vazisini sürekli bir gerileyiş içine sokarken, sanayi burju vazisini de egem en bir güç haline getirir. 1970'lerin başından başlayarak, sanayi burjuvazisinin siyasal iktidardaki etkisi geniş ölçüde artmış, AP'den 41'lerin tasfiyesiyle, siyasal iktidara büyük burjuvazi için de damgasını vuran kesim sanayi burju vazisi olmaya başlamıştır. Bunu, birçok siyasal ve iktisadi göstergeden çıkarm ak olasıdır: Kredilerin sanayi burjuvazisine doğru açık bir biçimde kayması, kotaların sanayi burjuvazisinin isteklerine göre düzenlenmesi, vb... Devalüasyon ve bu nu izleyen bir sürü ekonom ik karar, büyük burjuvazi içinde sanayicilerin kazandığı ağırlığın belirtileridir, işlet me vergisi, emlak ve öteki alım-satım vergileri, sanayiyi kolayca desteklemek için çıkarılan önlemlerdir aslında. 365
G ü n ü m ü z d e, ticaret b u rju v azisi, b ü y ü k ö lçü d e, san ayi
burjuvazisine bağım lı ve ona uyum lu bir d u ru m d a g ö rü n m e k te d ir.
Sanayi burjuvazisinin büyük bir hızla gelişerek, iktisadi ve siyasal alanda ağırlığını iyiden iyiye ortaya koyduğu bir gerçek olm akla beraber, henüz özlem ini çektiği hedeflere ulaşm aktan epeyce uzak bulunduğu da bir başka gerçektir. Tekelci serm aye ve doğurduğu çelişm eler Tü rkiye'de, burjuvaziyi incelerken, "tek elci serm ay e "d e n ve onun ortaya çıkardığı çelişm elerden de söz aç m ak gerekiyor. Çünkü, bu çelişm eler, Tü rkiye'n in iktisadi ve sosyal gündem inde önem li bir yer tutm aktadır. Tekelci serm aye adı verilen bu züm re, en büyük banka, sanayi, ticaret, tarım ve em lak kodam anları ile bir kısım büyük bürokratlardan oluşur. Bu oligarşi, sadece ekono m iyi değil, aynı zam anda tüm üstyapıyı denetim i altında tutar. Tekelci serm ayenin alabildiğine örgütlü olm asının nedeni buradadır. Am a b u züm reyi, iç ve dış söm ürü ağın dan bağım sız, dar bir çerçevede görm em ek gerekir. Y erli tekelci serm aye, uluslararası tekelci serm aye ile bütünleşm iş ve iç içe geçerek kaynaşm ış bir durum dadır. Bu kaynaşım , başlıca, ortak yatırım lar, dış krediler, dış ti caret, em peryalist burjuvaziye verilen -ço ğ u kez onun da y a ttığ ı- bü yü k ihaleler, em peryalizm in am açlarına ve ça lışm a tarzına uygun olarak yetiştirilm iş sivil ya da resm î yönetici kadronun ekonom iyi yönetm esi biçim inde so m u tl anm ak tadı r. Türk burjuvazisi içinde azınlıkta bir züm reyi temsil eden tekelci kesim , denetim altında tuttuğu serm ayenin sağladığı güçten yararlanarak ekonom ik ve siyasal karar m ekanizm alarını elinde bulundurm aktadır. Buna karşılık, burjuvazinin bir kesim i, tekelci serm aye kesim inin dışın da kalm ıştır. Tekelci serm ayenin gücü ve ülke çapındaki etkinliği, bu nların gelişip güçlenm esini olanaksızlaştırm aktadır. Bu bu rju va kesim i, işçilerin artı değerine el ko yarak kapitalist söm ürü sayesinde varlığım sürdürm ekle birlikte, tekelci gidişten zarar görm ektedir. Bu bakım dan söz konusu burjuva dilim i tekelciliğe karşıdır.
I K endi aralarında am ansız bir yarışm ayı sürdüren bu burjuva kesim ine, küçük sanayi işletm eleri, çoğu çırçır fabrikaları, küçük m üteahhitler, tuğla ve un fabrikaları, konfeksiyon-trikotaj, torna-tesviye vb... atölyeleri girer. "O rta b urjuvazi" adı da verilebilir bu züm reye. Bu zümrenin tekelci sermaye ile olan çelişkisinin ana öğelerini şöyle sıralayabiliriz: - Tekelci sermayenin, kendi üretim alanlarına da el atarak, nisbeten yüksek teknoloji, pazarlama gücü, yarış mayı önleyecek üstün sermayesi ile kendilerini bu üretim alanlarının dışına itmesi; - Üretimde kullanılan ham ve yan mamul maddelerin fiyatlarının genellikle tekelci odaklarca yüksek düzeyler de tutulması, buna karşılık ürettikleri malların fiyatları nın kendi aralarındaki kıyasıya bir yarışma sonucu dü şük düzeyde kalması, yani kâr oranının düşmesi; - En önemlisi, sermayeleri ve örgütlenme düzeyleri güçsüz olduğu için bütün modern sanayinin can damarı demek olan banka sermayesinin kesin denetimi altındaki kredi mekanizmasından etkili ölçüde yararlanamamaları...
Şunu da belirtm ek gerekir: Tü rkiye'de, orta burjuvazi diye adlandırdığım ız, tekelci serm ayeye karşı olan bu ke sim, yalnız içerde tekelci serm aye ile çelişm e halinde b u lunm am akta, dış planda em peryalizm ile de çelişm ekte dir. O rta burjuvazinin zam an zam an "u lu sal" birtakım ta vırları görülüyorsa, bu, onun dış planda em peryalizm ile çelişkisinden doğm aktadır aslında. Burjuvazinin, tekelci serm aye dışında kalm ış bu kana dının da, aslında söm ürücü bir kesim olduğunu u nu tm a m ak, tekelci serm aye ile olan çelişkilerine karşın -en in d e so n u n d a - tekelcileşm eyi ve tekel kârlarından pay alm ayı am açladığını gözden uzak tutm am ak gerekir. K üçük burjuvazi K ent k üçük burjuvazisi, küçük esnaf ve zanaatkar ile öğretm en, m em ur, işçi olm ayan üreticiler, bir kısım ser best m eslek sahipleri ve benzeri em ekçilerden oluşur. 367
Bu toplum kesim leri, gelirleri, artan yaşam pahalılığını karşılayacak oranda artm adığı için, m addesel gereksin m elerinin sağlanm asında -h e r geçen gün daha b ü y ü k güçlüklerle karşı karşıya kalm aktadırlar. K ent küçük bur juvazisi, son derece ağırlaşan yaşam koşullarının başlıca sorum lusunun egem en güçler bağlaşıklığının söm ürüsü olduğunun bilincine vardıkları ölçüde dem okrat eğilim ler gösterm ektedirler. Egem en güçler bağlaşıklığının bir parçası olan yüksek b ürok ratlar ve yüksek gelirli serbest m eslek sahipleri dışında, kent küçük burjuvazisinin önem li bir kesim i, toplum um uzun kalkınm a sürecinde, d em okratik ilişkiler içinde kendine düşen görevi yerine getirm eye adaydır. Küçük burjuvazinin ileriye en dönük ve işçi sınıfına en yakın kesim i, aydın küçük burjuvazidir. K ent küçük bu r ju vazisinin çeşitli katlarından çağın gerçeklerini ve toplu m un hastalıklarını görüp sosyal adalet isteyen ve kendile ri de egem en bağlaşıkla çelişki halinde olan bu kesim , toplum um uzda önem li bir dem okratik güçtür. A ydın küçük burjuvazinin dinam ik kesim i olan gençli ğe gelince... Bütiin dünyada, 1960'tan ve özellikle 1967-1968'den sonra, gençlik hareketlerinin gittikçe geliştiğini, ülke si yaseti üzerinde daha etkin rol oynadığını görürüz. Fran sa'da 1968'de ortaya çıkan ve gelişen gençlik hareketleri, birçok A vrupa ülkesine sıçram ış, daha sonra da söm ürge, yarı-söm ürge ülkelerin gençliğinin etkin kitle hareketleri görülm üştür. Burjuva toplum unun içine girdiği bu nalı mın, kendisine büyük zararlar verdiğini gören kapitalist toplum ların gençliği, gittikçe artan bir biçim de m ücadele ye atılm aktadır. Türkiye'd e gençlik hareketleri, 1968-69 yıllarından son ra hızla gelişm iş ve hareketler 12 M art dönem ine, yani fa şizm in açık bir nitelik kazandığı dönem e değin, yoğun bir biçim de sürm üştür. 1968-69 yıllarında Türkiye'nin üni versite gençliği akadem ik bazı sorunlarını çözm ek ve ü ni versite içinde antidem okratik uygulam aya son verm ek am acıyla harekete geçm iştir. Bu hareketler; kısa zam anda gençliğe, kendi sorunlarının, ülke sorunlarından soyut-
lanam ayacağı gerçeğini gösterm iştir. Ve gelişim de bu yönde olm uştur. Bugün genç kuşak olaylara çok daha duyarlı olup, çağın gelişm eleri karşısın da -y a şlı kuşaklara o ra n la - daha dolaysız tepki göster m ektedir. İşte, bazılarının gençliği "b ağım sız bir sın ıf" olarak, hatta toplum un "en ileri sın ıfı" gibi gösterm ek istedikle ri ve yine bazılarının da gençliğin sosyal m ücadeledeki yerini görm em ezlikten geldiği bir ortam da, sosyal bir grup olan gençliğin özelliklerini, toplum daki yerini iyi saptam ak gerekm ektedir. G ençlik, aslında nedir? G ençlik, kendine özgü nitelikleri ve görece bir bağım sızlığı olan "sosyal bir grup "tu r. G ençliğin bu kendine özgü nitelikleri, belli bir ölçüde, yaşının özelliklerine bağlıdır. Ne var ki, gençliğin bu özelliklerini, genç kuşağın sosyal ve ekonom ik yaşam ı nın nesnel koşu llan ile bağlantılı olarak incelem edikçe, gençliğin sosyal yaşam daki rolünü aydınlatm ak olası de ğildir. G eçm işte ve günüm üzde gençlik hareketlerinin yapı sındaki çelişkileri görm ezlikten gelen, gençliğin "tam a men devrim ci n iteliği"n i ileri süren görüşler olm uştur. G ençlik hareketlerini doğuran başlıca nedenler olarak, gençliğin atılganlığını ya da "d evrim ci gelen eği"n i göster mek, sorunu basite indirgem ek ve saptırm aktan öteye gi dem ez. G ençliği harekete geçiren güç, her yerde içinde bulunduğu m addesel koşullar ve zorunluluklardır. Ü l kedeki ekonom ik ve sosyal bunalım , gençliği harekete ge çiren başlıca etkendir. 1967-68'de bütün dünyada gençlik hareketlerinin başlam ası ve özel olarak Tü rkiye'd e 196869 sonrası gençlik hareketlerinin yoğunlaşm ası -a n ca k ve a n ca k - bununla açıklanabilir. DA H A Ç O K BİLGİ Fulya Gürses - Haşan Basri Gürses, Dünyada ve Türkiye'de Gençlik, İstanbul, 1979.
369
OKUMA BİR G Ö R G Ü SÜ Z SINIF: T Ü R K İY E BU R JU V A ZİSİ Devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür. Kabaca üç smıf, yeryüzü tarihinde geçmişten geleceğe ege menliklerini kurmuş, toplumlarm yaşamına damgasını vur muştur. Eskilerde aristokrasi, büyük toprak sahibi... Sonra bur
juva, fabrika sahibi... Ve proletarya, emek sahibi... Tarihte tarımdan endüstriye geçişin öncülüğünü yapan bur juvazi, yapısı ve yaratıcı özelliğini İngiltere ve Fransa'dan baş layarak Batı'da ispatladı. Bilim adamları, mucitleri, gezginleri, ressamları, romancıları, ozanları, m üzisyenleri ve her şeyiyle yeni bir yaşam biçiminin haritasını çizdi dünyaya... Batı dediği
miz zaman, temelde burjuva devrimlerinin yapısal ve biçim sel dünyasını anlıyoruz. Ve şimdi kendi içinde fışkıran bir yeni gücün ve bir yeni devrimin sancılarıyla kıvranıyor bu dünya... Fabrika uygarlığı nın ürettiği proletarya yığınları sendikaların, üniversitelerin, si yasal partilerin örgütlenmesinde gümbür gümbür gelişiyor. Ça ğımızın yaratıcı gücü, alın teri felsefesinin kaynağı, kendine öz gü bir yeni dünyanın koşullarını için için hazırlıyor bilim adam larıyla, ressamlarıyla, romancılarıyla, ozanlarıyla, sosyologla rıyla, ekonomistleriyle... Yarınların dünyası, emekçilerin dün yasıdır kuşkusuz. Batıda burjuvazi proletaryanın gücünü, fikri ni, sanatını benimsemiş; toplum yaşamında yeni bir sentezin aranışını insan haklarının ve özgürlüklerin gereği saymıştır. Bir de bizimki gibi, daha burjuva devrimlerini gerçekleştire memiş ülkeler var. Batı burjuva sınıfına özenen m ukallit çevrelerin, köksüz, düşünsüz, edebiyatsız, sanatsız, bilimsiz, resimsiz, müziksiz, heykelsiz; ama parasal görgüsüzlüğü, bu ülkelerin apartman yığın larından konaklarına, zengin salonlarından sözde üniversitele rine dek her yanı sarmış, bilim ve sanat düşmanlığını yaşanan toplumun hayat biçim i olarak benimsetmiştir. Ticaret odalarına kiralanmış maskeli balo profesörleri, müte velli heyetlerine sokulmuş sahte bilim adamları, ucuz alıp, pa halıya satmak üzerine kazıkçı işadamları, yurdun emekçisine düşman kurulu-düzen koruyucuları, yeryüzündeki tüm ileri
eylemlere ve insanlığın yaratıcı biitiin yeniliklerine kapalı kal maktan kokuşmuş bir anlayış içinde, banknot saltanatı üzerine kurulmuş yozlaşmış bir düzenin çürük kokuları... Bir herif-i naşerif düşünün ki, Anadolu'daki Am erikan ka salarından İsviçre'deki Siyonist bankalarına dek her yerde sağ dan bol sıfırlı hesapları bulunsun, ama hayatı banknotun yeşili gibi öğürmekle geçsin gündüz ve gece... Kendisine birazcık ya kınlaşıp; - Gel kardeşim, şu güzelim evrende yaşamak, hayatın tadını damağında duymak için bir şeyler yap... - Ne yapalım? - Al Aziz Nesin'in, Yaşar Kem al'in, Orhan Kem al'in rom an larım, bir kitaplık kur evinde... - Allah göstermesin, hepsi komünist!.. - Ruhi'nin plaklarını al, türkülerini dinle... - Şeytan görsün yüzünü... - Ulan herif! Duvarına birkaç güzel resim as. Abidin, Avni, Cihat, Selim; bizim ressamlarımız bunlar... - Boş ver, kimini sürdüm, kimini vatandaşlıktan attım, kim i ni defterden sildim... - N âzım 'ı oku be!.. Türk dilinin büyük ozanım tanı! Dilini sevmeyen insan yurdunu sevemez ve yaşamın tadıdır şiir oku mak... - Nâzım mı? Düşmanım benim o... M ezardan çıksa yine gö merim ellerimle...
Duvarında ressamı, dilinde şiiri, kitaplığında romancısı, üniversitelerinde bilim adamı bulunmayan bir görgüsüz sı nıf... Hilton'da düğün yapıp, göbekçinin külotuna banknot sokuşturmaktan başka zevki olmayan, kasaba hovardalığıyla play-boy mukallitliğinde ömür tüketen; çarpık, zevksiz, renk siz, utanç verici bir sınıf Türkiye'nin yazgısına egemen bu gün... Evet, devrimini gerçekleştiremeyen sınıf görgüsüzdür ve Türkiye'nin yarını, mazlum ulusun uyanışı, emekçi yığınlarının iktidarı ve alın teri ülküsünün yükselmesiyle kurtulacaktır. Görgüsüzlüğün çirkinliğinden gerçeğin güzelliğine yöneleceğiz o zaman... (İlhan Selçuk, "Görgüsüz Sınıf", C um huriyet, 1 Mart 1975) 371
SORULAR 1. Türkiye'nin sosyal tablosuna bakıldığında, her şeyden ön ce, görülen nedir? Bu bakımdan, kapitalist toplumlarm sosyal tablosundan farkı nelerdir? 2. Türkiye'de bugün var olan sosyal sınıflar hangileridir? Türkiye'de sosyal sınıfları incelerken, emperyalizmle olan ilişki leri niçin gözden uzak tutmamak gerekir? 3. Türkiye'de, bugün, egemen sınıf ve zümrelerin başında hangi sınıf ve onun içinde de hangi zümre gelir? 4. Türkiye'de burjuvazi ne zaman ve nasıl doğmuş ve geliş miştir? Bu bakım lardan Batı burjuvazisinden farkları nelerdir bizim burjuvazinin? Özellikle kültür planında sonuçlan neler olmuştur bu farklılığın? (Okuma parçasını okuyunuz.) 5. Türkiye'de, ticaret burjuvazisinin egemenliğinden sanayi burjuvazisinin egemenliğine, ne zaman ve nasıl geçilmiştir? Bu geçişin siyasal bakım dan sonuçları ne olmuştur? 6. Türkiye'de "tekelci serm aye" deyince ne anlaşılır? Ve bur juvazinin hangi kesim iyle ne gibi çelişmeler doğurmuştur bu sermaye kesimi? 7. Türkiye'de "orta burjuvazi" derken ne anlaşılır? Orta bur juvazinin "ulusal" tavırlarının kaynağı nedir? 8. Küçük burjuvazi derken ne anlaşılır? Küçük burjuvazinin yer yer demokratik eğilimler göstermesinin nedenleri nelerdir? Küçük burjuvazi içinde, ileriye en dönük ve işçi sınıfına en ya kın kesim hangisidir? 9. Türkiye'de, gençlik konusunda ne gibi görüşler ileri sürül müştür? Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı nerededir? Genç lik deyince, aslında ne anlaşılmalıdır?
İŞÇ İ SIN IFI Türkiye'de, em ekçi kitleler içinde en başta geleni ve en önem lisi işçi sınıfıdır: "D ev rim ci" ve -em ek çi yığınlar için d e - "e n çok örgü tlü " olm asından ileri gelm ektedir bu. Türkiye işçi sınıfının doğuşu ve gelişim i Türkiye işçi sınıfı, el sanayiinin çökm eye başladığı, ilk 372
i fabrikaların kurulm asına geçildiği sıralarda, 19. yüzyıl başlarında doğm uştur. Çalışm a koşullarının bozukluğu, geçinm e olanaklarının azlığı ve yönetim in aksaklığı, işçi sınıfının ekonom ik m ücadeleye atılışını hızlandırm ıştır. Bundan dolayıdır ki, 1872'den bu yana grevler olm uş ve işçiler arasında örgütlenm eye önem verilm iştir. İşçi sınıfının ekonom ik m ücadelesini grevlerle sürdür m üş bulunm ası, işçi sınıfındaki birlik ve beraberlik ilkesi nin çok öncelerden yerleşm iş olduğu kanısını güçlendirm ektedir. N itekim , T ü rk işçisi 1875 yılında 2, ertesi yıl 3, iki yıl sonra 1878'de 3, bir yıl sonra 1879'da 4 grev hareke tine girişm iştir. H ele 1908 İkinci M eşrutiyet dönem inde iş çilerin ekonom ik m ücadeleleri, siyasal izler de taşım ış ve işçi sınıfının bilincine erenler kendi ideolojilerinin yaygın laşm ası için örgütlenm eye geçm işlerdir. Sendikalar kurarak haklarını aram ada birleşen işçiler, bu haklarını aralıksız kullanm ayı sağlayam am ışlardır. C um huriyet'in ilanından sonra, işçi sınıfının, ne ekonom ik alanda ne de politik alanda kendi gücünü gösterm esine olanak verilm iştir. H atta uzun yıllar "sınıfsız toplum " edebiyatı ile vakit geçirilm iş, işçiler aldatılm ış, daha kötü sü, işçi sınıfından söz etm ek, grevi savunm ak, işçi hakları nı gözetm ek ağır cezaları gerektiren suçlardan sayılm ıştır. 1946'da, T ü rkiye'nin çok partili ve dem okratik bir düzene doğru geçişi zorunlu olunca, işçi sendikalarının ve sınıf esasına dayanan partiler kurm anın kanunsal olanakları hazırlanm ıştır. Ne var ki, kısa bir süre sonra, iktidar, işçile ri, giriştikleri parti kurm a, sendika kurm a yolunda durak latm ış ve cezalandırm ıştır. A ncak bir yıl sonra gösterm elik sendikalar kurulm ası için yeni bir kanun çıkarılm ıştır. İşçi sınıfı, 1947-1960 dönem ini, sıkıntılar ve baskılar al tında geçirdikten sonra, 1961 A nayasası ile doğal hakları na kavuşm uştur. 1961 A nayasası'yla açılan yeni dönem de, T ü rk işçi ha reketi, yalnız iktisadi m ücadele ile yetinm eyerek, yeniden siyasal iktidara adaylığını koyar ve "T ü rk iye İşçi Partis i"n i (TİP) kurar (13 Şubat 1961). Bu yeni dönem , Türk sendikacılığında da bir aşamadır. 1962 yılında kurulan ve "T ü rk -Iş" diye adlandırılan hare 373
ket, aslında A m erikan tipi bir sendikacılık anlayışını temsil etm ektedir. "P artiler ü stü " bir sendikacılık anlayışıdır bu. Bu anlayış aslında şöyle özetlenebilir: "Türk işçisi, sa ğa da sola da karşıdır. Bütün siyasal partilere uzaktır. Si yasal iktidara, ister sermaye sınıfından, ister işçi sınıfın dan yana bir parti gelsin, sendikacı için fark etmez. Sen dikanın kapısından particilik girmemeli. Fabrikaya siya set sokulmamalı. Partiler üstü kalmalı sendikacılık. Sen dikacı olarak biz ücretimize bakarız. Ekmek partisinden yanayız. Giden ağam, gelen paşam dır!''
U zun yıllar, bu anlayış geçerli kalır. Y arım m ilyon işçi yi kapsayan, T ü rkiye'n in en büyük işçi örgütü (TÜ RK-İŞ) bu nu savunur. Ne var ki, bu tür sendikacılığın tem elde iş çi kitlelerini u yu tm aktan başka bir şey olm adığı zam anla ortaya çıkar. Em ekçi yığınların siyasal iktidarda söz sahi bi olm adıkça ezileceği, söm ürüleceği gerçeği kendisini belli eder. Bu bilinçlenm e, sendikacılık hareketi içinde ye ni bir kuruluşa yol açar ve işçiler, kısaca D İSK diye anılan "D ev rim ci İşçi Sendikaları K onfederasyonu"nun çatısı altında toplanm aya başlar. D İSK 'i kuranların bir kısm ı, daha önce T İP 'i de kuran lardır. 1960-1970 yılları, T ü rk işçi hareketinin ideoloji ve ey lem planında "a ltın yılları"d ır. İşçi sınıfı, nicel ve nitel planda bü yü k gelişm eler kaydeder. A m a, aynı yıllar, ege m en sınıfların gelişen hareket karşısında büyük korkuya kapıld ıkları yıllardır da. Bu korku ve egem en sınıfların düştükleri bunalım , onları -k e n d i açıların d an - bir çözü m e götürür: "1 2 M art faşizm i" böyle doğar. 1970 yılında, Sendikalar K an un u'nu n bazı hüküm leri, sürekli büyüm e halind eki D İSK 'in gelişm esini engelleyici yönde değiştiri lir ve 12 M art M uh tırası'nm hem en arkasından, kanun dı şı h içbir eylem i görülm ediği halde -"b ö lü c ü lü k y ap tığı" b a h a n esiy le- Türkiye İşçi Partisi kapatılır. Ve işçi sınıfı ve onun ideolojisine (yani M arksizm e) karşı yoğun bir baskı ya geçilir. İşçi sınıfı için en kahırlı yıllardır o yıllar. 374
Türkiye işçi hareketinin bugünkü tablosu T ü rk işçi hareketinin günüm üzdeki tablosu şudur: - 1970'ler Tü rkiye'sinde işçi sınıfı, toplam nüfus içinde ki yeri bakım ından da önem li bir ağırlık oluşturm aktadır. Toplam ücretliler içerisinde sigortalı işçi ve em ekçi oram, 1972 yılında % 54,4'e yükselm iştir. Yapılan tahm inlere göre, 1972'de 14,3 m ilyon dolayla rında olan işgücü arzının 8,8 m ilyonunun tarım, 1,5 m ilyo nunun sanayi, 3,2 m ilyonunun hizm et kesim inde istihdam edildiği ve 750 bin kişinin de kentsel yörelerde, verim liliği çok düşük işlerde çalıştığı ya da işsiz olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra, -çoğ u n lu ğ u Federal A lm anya'da olm ak ü z e re - 1 m ilyon dolaylarında Türk işçisinin de yurtdışm da çalıştığı göz önüne alınm alıdır. Ü stelik bu kesimin önem li bir bölüm ü, nitelikli işçilerden oluşm aktadır. İstihdam alanının günden güne artan işgücü arzı karşısın da gitgide yetersiz hale geldiği ve işgücü ihracının bir don ma noktasına vardığı Türkiye'de, nesnel koşullar, Türk işçi hareketini, sendikal m ücadele alanında olsun, siyasal m üca dele alanında olsun gitgide artan bir hızla etkilemektedir. - 1967 yılında, T ü rk -İş'in A m erikan tipi partiler üstü sendikacılık anlayışının bir aldatm aca olduğu gerçeği kar şısında, D İSK çatısı altında örgütlenen Türkiye işçi sınıfı, iktidarın ve işverenlerin bü tün baskıcı engellem elerine karşın bu örgüte doğru akm aktadır. G ünüm üzde, sözü geçen örgüte üye sayısı yüz binlerle ölçülm ektedir. Tak vim artık D İSK için çalışm aktadır. Öte yandan T ü rk -İş'in bünyesinde baş gösteren çözülm eler, günden güne bu ör gütü zaafa uğratm akta, örgüt içindeki sosyal dem okrat m uhalefet gitgide gücünü artırırken, D İSK 'e doğru kay m alar çoğalm aktadır. Ekonom ik yapı ve uluslararası tica ri ve ekonom ik ilişkiler bakım ından A m erika ile taban ta bana zıt b ir durum da bu lu nan Türkiye'de, A m erikan tipi sendikacılığın uzun öm ürlü olm ası bir hayli zor görün m ektedir. 1967'de gerçekleştirilen D İSK hareketi, 1971'de beliren "so sy al dem okrat" sendikacılık hareketi, "A m eri kan tip i" sendikacılıktan ayrılış hareketleridir. Bugün için, sendikalı işçi kitlesinin önemli bir kesimi, 375
CHP bünyesinde, küçük burjuvazinin ilerici kanatlarıyla birleşerek, tekelci burjuvaziye karşı kurduğu bağlaşıklık içinde siyasal potansiyelini kanalize etm ek olanağını bulmuştur. Ancak, bugüne değin, gücünü -g en iş ölçü d e- burjuvaziyi temsil eden siyasal partilerin desteğinde siyasal mücadele alanına aktarmış bulunan işçi sınıfını, nesnel koşullar, siyasal mücadele düzeyinde -T İP denemesinin de verdiği bir olgun lu kla- daha etkili bir örgütlenmeye zorlayacakür. D em okrasinin yurdum uzda yerleşm esi ve kökleşm esi için gereklidir de bu... DAHA ÇOK BİLGİ Nermin Abadan, Batı Almanya'daki Türk İşçileri ve Sorunları, Ankara, 1964. Lütfi Erişçi, Türkiye İşçi Sınıfı Tarihi, İstanbul, 1951. Kurthan Fişek, Türkiye'de Kapitalizmin Gelişmesi ve İşçi Sınıfı, Ankara, 1969. Dimitir Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi (çev. A. R. Zarakolu), İstanbul, 1978.
OKUM A N A SIL BİR SEN D İK A C ILIK ? Türkiye'de sendikacılık, hiçbir zaman yapısal gereklere uy gun ve özgür bir gelişme gösterememiş, hep güdümlenmiştir. Uzun yasakçılık yıllarında, "işbirlikçi" bir modele göre düzen lenmek istenen Türk sendikacılığı, ülke siyasetinde burjuva de mokrasisi ilkelerinin benimsenmesinden bu yana "tutucu" bir Amerikan modeline göre kalıplanmakta. Oysa, Türkiye gibi "ge lişen" bir ülkenin sendikacılığı, ABD gibi "süper kapitalist" bir ülke sendikacılığına benzeyemez. Nitekim, son birkaç yıl içinde patlak veren DİSK ve sosyal demokrat hareketleri Türk-İş'in tem sil ettiği bu zoraki kalıbın başarısızlığını ortaya koymaktadır. Türkiye'de sendikacılık devrimci bir nitelik taşımak zorundadır: Ancak, bu devrimcilik... Burjuva demokrasisinin sağladığı im kânları reddeden "Anarşist" bir çizgide değil, demokratik yol
lardan sonuna kadar yararlanan ve işçi sınıfının temel haklan 376
I çerçevesini genişletm eye çalışan bir çizgide olacaktır. (Mete Tuncay, Alpaslan Işıklı'nın Sendikacılık ve Siyaset adlı eserinin tanıtına yazısı)
SO R U LA R 1. Türkiye'de, emekçi kitleler içinde, en başta gelen ve en önemli sınıf hangisidir? Niçin? 2. Türkiye'de işçi sınıfı, ne zam an ve nasıl doğar ve gelişir? Bu gelişimin aşamaları ve sendikal plandaki özellikleri neler dir? 1960-1970 yıllarının bu bakımdan önemi nedir? 3. Türk işçi hareketinin günümüzdeki tablosu, nicelik ve ni telik bakım ından ne gibi özellikler taşımaktadır? Özellikle sen dikacılık hareketi içinde ne gibi eğilimler çatışmaktadır? Niçin? 4. Türkiye'de sendikacılık, nasıl bir çizgi izlem elidir sizce? (Okuma parçasını okuyunuz.)
K Ö YLÜ LÜ K Türkiye'de, tarım kesim indeki sınıfsal bölünm e ya da k ö y lü lü k -to p rak tak i üretim ilişkilerine g ö re - dört bölü m de incelenebilir: 1) Tarım işçileri, 2) Küçük üreticiler, 3) Orta köylülük, 4) Büyük toprak sahipleri. Bunlardan ta rım işçileri ve bü yü k toprak sahipleri (kapitalist çiftçiler) tem el sınıfları, ötekiler de ara tabakaları oluşturur. Tarım işçileri, küçük üreticiler ve orta köylülük Tü rkiye'de, hiç toprağı olm ayanlardan bir m ilyon do layında aile tarım işçiliği yapm aktadır. K apitalist üretim koşulları altında genellikle büyük ve orta çiftçilerce söm ü rülen bu kesim , örgütlü olm adığı gibi, hem en hem en h iç bir sosyal güvenlik hakları da yoktur. Çoğu kez, ücret be lirlenm esinde bile söz sahibi olm adıklarından yoğun bir söm ürünün boyunduru ğu altındadırlar... Bu durumu doğuran nedenler birden fazladır: Önce, tarımda işgücü gereksinmesi hem çok düşük ve hem de 377
1 mevsimliktir. Tarım kesiminde büyük bir işgücü, gizli ve açık bir biçimde işsiz olunca, ücretlerin çok düşük bir noktada oluşması doğaldır. Ayrıca, tarım işçiliğinin sü rekli bir nitelik taşımaması, tarım işçilerini belli mevsim lerde çalışmak için kentlere sürüklemektedir. Bütün bunlar, tarım proletaryasının örgütlenmesini ve sınıf bilincine kavuşmasını güçleştiren önemli etkenler.
K üçük üreticiler, Türk tarım ında tarım işçileriyle bir likte en bü yü k kitleyi oluştururlar. İki m ilyondan daha fazla çiftçi ailesinden oluşan küçük üreticilerin, "y arı pro leter" bir niteliği vardır. Sınırlı toprağa sahip olm aktan dolayı, ikili bir söm ürü yöntem iyle varlıklı sınıfların bas kısı altındadırlar: Bir yandan, sahip oldukları toprakların büyüklüğü ailelerinin gereksinm elerini karşılam akta ye terli olm adığından, tarım işçiliği yapm ak zorunda k al m aktadırlar. Bu durum , küçük üreticilerin kapitalist üre tim koşullan altında genellikle bü yü k ve orta çiftçilerce sö m ürülm esi dem ektir. Öte yandan, gerek tüketim harca m aları, gerekse üretim giderleri için gerekli olan nakit p a ra sıkıntısı içindedirler. Sürekli olarak tarım da izlenen bu gerçek, küçük üreticiyi bir de tüccar ve tefeci serm ayesi nin söm ürüsü altına sokar. Çoğu kez küçük üretici, ü rü nünü ya daha h asat etm eden borçlandığı tüccara devreder ya da tefeciden ipotek karşılığı yüksek bir faizle borç ala rak, sonunda elindeki toprağından da olur. Üretilen ürünlerin niteliğine bağlı olarak, küçük üreti cilerin belli bir bölümü ücretli işçi kullanmaktadır. Örne ğin, pamuk ve tütün gibi bazı teknik bitkilerin üretimi, 10 dönüm büyüklükten sonra ücretli işçiliği -süreksiz de ol s a - kullanmak zorundadır. Burada bir soru sorulabilir: Ücretli işçilik kullanıldığı na göre, bu tip işletmelerin kapitalist işletme sayılması gerekmez mi? Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse, 20 dönüm top rağa sahip bir tütün ekicisi, üretimin niteliği gereği ücret li işçi kullanmaktadır. Türkiye'de tütünün dönüm başına verimi 47 kg'dır. 20 dönümlük bir tütün işletmesinin, yıl 378
da üretebileceği tütün miktarı bir ton ve bunun satışın dan elde edeceği para da 100 bin lira dolayındadır. Üre tim giderleri çıktıktan sonra elde kalan paranın, çiftçi ai lesini ancak geçindirecek büyüklükte olduğu ve ayrıca bu küçük üreticinin bizzat kendisinin de sömürü altında ol duğu düşünülürse, bu tür işletmelerin kapitalist nitelik taşıdığını söylemek olası değildir.
G ene kırsal kesim için orta köylülük diyebileceğim iz bir tabaka, yeterince toprağı olduğu gibi, özellikle iyi h a sat m evsim lerinde yanında birkaç tarım em ekçisi çalıştır m ak olanağını da bulur. Bu köylüler, toprağa iyice bağlı ve "zengin leşm e u m u du " içinde olduklarından küçük burjuva nitelikleri daha belirgindir. Bir yandan tefeci bezirgânlığın söm ürüsü altında olm a sının, öte yandan gelişen tarım kapitalizm inin etkisiyle, egem en söm ürü bağışıklığı ile çelişki halinde olan bu köy lü tabakasının, gerek toprak m ülkiyeti koşullanm ası, ge rekse öteki yoğun üstyapı koşullanm aları nedeniyle, ilerici bir tutum gösterm esi için hayli sabırlı çalışm a gereklidir. Büyük toprak sahipleri (kapitalist çiftçiler) Türkiye'de, bugün kapitalist üretim koşulları altında üre timde bulunan 150 bin dolayında tarımsal işletme vardır. Bunların çiftçi aileleri içindeki payı % 4 dolayında küçük bir oran olmasına karşılık, toprakların % 40'ını ve toplam tarım sal üretim in yarısına yakınını denetleyebilmektedirler. Türkiye'de, büyük toprak sahiplerinin kapitalistleşm eleri, C um huriyet'in kuruluşundan epeyce önce başlam ıştır. Osm anlı İm paratorluğu'nda, tarımda kapitalizmden söz edildiği dönem, genellikle 19. yüzyılın son çeyreğini kapsar. Özellikle sanayi bitkilerinin ekim alanlarının ge nişletilmesi, Cum huriyet öncesi Türkiye'sinde -kü çü m senem eyecek ölçüd e- bir tarım kapitalizminin oluşm ası na yol açmıştır. Kurtuluş Savaşı'nı izleyen yıllarda Batı Anadolu ve Trakya'da Rumlardan, Orta ve Kuzeydoğu Anadolu'da ise Erm enilerden boşalan topraklar, pazar 379
için üretim yapan tarım işletmeciliğini ve buna koşut ola rak büyük toprak mülkiyetini geliştirmişti. Tarım üretimi -gen iş ölçüde- geleneksel ilkel araçlar la yapılıyordu; ama feodal ilişkilerin kalıntıları da gün den güne gerileyerek, yerini kapitalist mülkiyet ilişkileri ne bırakm aya devam etmekteydi. 1929 dünya ekonomik bunalımıyla tarım ürünleri fiyatlarındaki önemli düşüş ler ve kötü ürün yılları, Cumhuriyet yönetimini büyük ta rım üreticilerini koruma önlemlerine yöneltmiş, bu alan da kooperatifçilik denem elerine girişilmişti. Bu önlemler de, tarım kapitalizminin gelişmesine ay rıca yardımcı olmuştur.
II. D ünya Savaşı yıllarında tarım ürünleri fiyatlarında ki hızlı yükselişler, bü yü k toprak sahiplerini büsbütün güçlendirecektir. Ö yle ki, savaşın bitim inden hem en son ra, bü rokratların yönetim indeki C H P 'd en rahatsızlık duy m aya başlayan büyük toprak sahipleri, 1946 yılında -tica ret burjuvazisinin b ağ laşık lığ ıy la- D P 'y i kuracak ve bu parti aracılığıyla 1950 yılında da siyasal iktidarın ortakla rından biri haline gelecektir. Birleşik A m erika'nın Marshall yardım ı çerçevesinde sağ ladığı tarım donanım ı, "m akinalı tarım ın" geniş ölçüde yay gınlaşm asına ve büyük toprak sahiplerinin iktidardaki du rum larının güçlenm esine yardım ettiği gibi, karşılık olarak, büyük toprak sahiplerinin em peryalizm le bağlaşıklığını da güçlendirmiştir. Büyük toprak sahiplerinin ellerinde biriken kazançlar ise, sürekli olarak kentlere doğru akmaktadır. Ö nem li bir birikim olan bu kazançlar, ticarethanelerin, ban kaların ve sanayi işletm elerinin serm ayesi haline gelecektir. D P iktidarına son veren 27 M ayıs hareketi, büyük top rak sahiplerinin ekonom i ve politika yaşam ındaki önem lerinin -g ö r e c e - azalm ası sürecinde önem li bir dönem eç tir. Bu tarihten sonra büyük toprak sahipleri, politik alan da ön plandaki yerlerini yitirm iş ve gerilem işlerdir. Bu ge rilem ede, bunların bağlaşıkları durum undaki ticaret bu r ju vazisinin de arka plana itilm iş olm asının, 1960'tan sonra politikada bird enbire ön plana yükselen bürokratlar ve sa nayicilerle çıkar zıtlığı içinde bulunm alarının, köylü kitle 380
I ler üzerindeki ideolojik denetim lerinin -g ö r e c e - zayıfla m asının ve son olarak T ü rk iy e'd e kent dünyasm dakilerin çok daha ağır basm asının payı büyüktür. Büyük toprak sahipleri, günüm üzde, bü yü k bir savun m a savaşı verm ekte, sanayi burjuvazisi ve bürokrasice ay rı ayrı planlanan toprak reform undan - e n az zay iatlasıyrılm aya çabalam aktadırlar. Büyük kapitalist tarım iş letm eciliğinin verim liliğini savunarak, toprak reform u nun uygulam a alanını -h â lâ feodal kalıntıları barın d ıran Doğu A nad olu 'ya ve -siy asal g erek çelerle- G üneydoğu A nadolu 'ya kaydırm aya can atm aktadırlar. Ne var ki, ekonom i ve politika dünyasının Türkiye'deki yeni tem silcileri, büyük tarım gelirlerinin vergilendirilm esi yoluyla sanayileşm e için yeni fonlar yaratılm asını, kent em ekçilerinin ücret istem lerinin frenlenebilm esi için tarım ürünlerinin fiyatlarının -b ir ö lçü d e- düşürülm esini, köylü kitlelerin satın alm a gücünün, ulusal sanayi m am ullerinin sürüm ünü artıracak biçim de yükseltilm esini planlayadururken, büyük toprak sahiplerinin toprak reform undan az zayiatla kurtulm aları bile büyük bir önem taşım am aktadır. G ünüm üzde büyük toprak sahipleri, kendi sosyal or tam larında önem lerini bir ölçüde korum akla birlikte, ulu sal ekonom i ve siyasal yaşam da rolü gitgide azalan bir sosyal tabaka görünüm ündedir. G eleneksel söm ürücü n i telikleri, kapitalist düzenin yeni tem silcilerinden am ansız darbeler yem elerine karşın, onları daim a baskıcı ve gerici politikaların bağlaşığı ve destekçisi, dem okratik ve ilerici politikaların ise düşm anı durum unda tutm aktadır. Feodal kalıntılar sorunu T ü rk tarım kesim inde kapitalizm öncesi üretim ilişkile ri var m ıdır? V arsa bu kalıntıların ağırlığı ne kadardır? Belli bir üretim biçim i söz konusu edildiğinde, genel likle o üretim biçim i eski üretim ilişkilerinden tüm arın m ış bir durum gösterm ez. Ö rneğin kapitalist üretim b içi m inin egem en olduğu bir toplum da, feodal üretim ilişki lerinin kalıntıları bulunabileceği gibi, bu kalıntılar top I
381
lum da uzunca bir süre daha tutunabilir. Feodal ilişki koşulları altında üretim de bulunan köylü, artık-ürünü, derebeyi ya da toprak ağasına, genellikle ay n î ve angarya olarak öderdi. A rtık-ü riinün ödenm e biçim i ve niceliğine derebeyleri karar verirdi. D oğrudan üretici, toprağı terk edem eyeceği gibi, hiçbir özgürlüğe de sahip değildi. Bu zorlayıcı güç, derebeyin sahip olduğu askerî b ir güç olabileceği gibi, bir çeşit yargı düzeniyle destekle nen bir gelenekten ya da hukuktan gelebiliyordu. Türkiye'de böyle bir söm ürü biçim inin olm adığını söyle m ek olasıdır. Fakat buna karşın, ülkede feodalitenin çözül m e çağındakine benzeyen ilişkilere -a z da o lsa - rastlanabilmektedir. Yöresel bazı araştırmalar, aşiret reisliği, şeyhlik ve tarikat reisliği gibi geleneksel ve dinsel etkenlerle köylü nün, tipik feodal ilişkilerle söm ürüldüğünü göstermektedir. Tarımda feodal ilişkiler, toprakların bütününe kişi, aile ve sülalelerin sahip olması ya da ortakçılık biçim in de kendini belli etmektedir. Köy envanter etütlerine göre, toprakların bütünü bir kişiye, bir aile ya da bir sülaleye ait köylerin sayısı, top lam köy sayısına oranla % 2'den daha küçük bir rakam dır. Bu oranın en yüksek olduğu iller Doğu ve Güneydo
ğu bölgelerinde yer almaktadır. Türkiye'de bu tip köyle rin 700 dolayında olduğu ve bunun da % 70'inin altı ilde olduğu düşünülürse, bu kalıntının % 2 oranında bir ağır lık taşıdığı söylenebilir. Ortakçılık biçiminde tarımsal üretimde bulunan aile lerin sayısına gelince... Köy envanter etütlerine göre, bu sayı 71.077'dir; 1970 tarım sayımı sonuçlarına göre ise, 77.543 aile Türkiye'de ortakçılık yapmaktadır. Bu tür iş letme biçim inin en yaygın olduğu iller Urfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Mardin ve Erzurum'dur. Tüm ortakçı aileleri feodal kalıntı varsayarak, 70 bin dolayındaki or takçı ailenin, 3 milyon 800 bin çiftçi ailesi içindeki ağırlığı % 1,8'dir. Ortakçılıkla işlenen tarım topraklarının genişli ği ise, 3 milyon 415 bin dönümdür. Türkiye'de 280 milyon dönüm toprağın tarımsal üre timde kullanıldığı düşünülürse, feodal kalıntıların işle 382
nen toprak açısından ağırlığının % l'den biraz daha bü yük olduğu görülür. Ayrıca, Türkiye'deki tüm ortakçılık kurumlarma feodal kalıntı demek de oldukça güçtür.
Sonuç olarak, tarım da feodal kalıntıların % 2 dolayında bir ağırlık taşıdığını söylem ek olasıdır. Bu da bü yü k bir ağırlık dem ek değildir. D A H A Ç O K BİLGİ S. Aksoy, Türkiye'de Toprak Meselesi, İstanbul, 1969. B. Akşit, Türkiye'de "Azgelişmiş Kapitalizm" ve Köylere Girişi, Ankara, 1967. İsmail Beşikçi, Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar, Ankara, 1969. İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu'nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, İstanbul, 1969. M. E. Bozarslan, İslamiyet Açısından Şeyhlik-Ağalık, Ankara, 1984. Cavit Orhan Tütengil, Kırsal Türkiye'nin Yapısı ve Sorunları, İstanbul, 1975.
OKUM A TA R IM İŞÇ İLER İN İN D R A M I Türkiye'deki tarım işçileri sorunu, o çok sözü edilen toprak
reformundan bile belki daha önemlidir. Rakam lar ve gerçekler incelendiğinde, toprak reformundan sağlanacak yararların ekonomi geliştikçe azaldığını görüyoruz. 1923'ün, 1945'in bir toprak reformu çok daha etkili olabilecek ken, günüm üzün toprak reformu ancak Güneydoğu'da ve Orta
Anadolu'nun bir bölümünde yararlı olabilecek. Toprak refor mundan beklenen sonuçların önemli bölümü, örneğin ağalık düzeninin tasfiyesi, toplumun normal gelişme sürecinde fakat gecikme pahasına gerçekleşebiliyor. Reformun bu sürece kata bileceği hız zamanla azalıyor. Ekonomik gelişme oranında reformun önemi küçülürken, bu na karşılık, tarım işçilerinin sayısı ve önemi -ayn ı gelişmeden ötürü- hızla artıyor. Tarımdaki makineleşme ve kapitalist işlet 383
melerin kuruluşu, eskiden kendi küçiik toprağında çalışanları ya hut ağaların yanında ortakçılık gibi işler bulanları, bir anda top raklarından ve eski usullerden koparıyor. Onları, em eklerinden başka satacak b ir şeyi olm ayanların kategorisine dahil ediyor. Bu gelişmeyi rakamlardan izlemek mümkün: 1950 yılında tarım kesiminde bulunan "top raksız" ailelerin sayısı 90.000 olarak belirtilmektedir. Türkiye'nin kapitalistleşme sürecinde hız kazandığı ve tarımda makine kullanımının başladığı 1950'yi izleyen 13 yılda, topraksız ailelerin sayısı % 400 artarak 1963'te 400.000'e ulaşıyor. Aynı rakam, 1969'da 600.000 olarak belirtili yor. Hiç toprağı olmayan bu köylü ailelerine bir de çok az top rağı olup da geçimini ırgatlıkla sağlayanlar eklenince (1963'te 400.000), ülkemizde 1 m ilyondan fazla köylü ailesinin "tarım işçisi" kategorisine girdiği anlaşılıyor. Gene istatistiklere göre, bu topraksız ailelere her yıl 50.000 aile daha ekleniyor. Tarım işçilerinin sayısal artış oranı da eko nomik gelişme paralelinde büyüyerek 1952'de toplam tarım nü fusunun % 9'uyken, 1963'te % 17'ye, 1968'de % 29'a varıyor... Tarım işçilerinin bu artan önemine karşılık, ekonom ik ve sos yal durumları her dönem ihmal edilmiş, haklan hiçe sayılmıştır. Geri kalmış ülkeler edebiyatının "toprağın lanetlenm işleri" deyi mi, bizim tarım işçilerimizin bir bölümü için rahatlıkla kullanıla bilir. Türkiye'nin tarım işçisi, yıllardır, hiçbir güvenliği olmaksızın ağalar ve aracılar tarafından sömürülmüş, perişan edilmiştir. Tarım işçilerinin günümüzdeki sorunları, en basite indirildi ğinde, şu üç noktada özetlenmektedir: asgari ücretlerin sapta nıp fiilen uygulanm ası; "d ayı", "kâhya" gibi deyimlerle tanım lanan aracıların ortadan kaldırılm ası; tarım işçilerine sosyal güvenliğin sağlanması. Gerçekten, tarım kesimindeki işçi ücretleri görülmemiş ölçü de düşüktür... Mevsimlik tarım işçilerinin yüz binlere ulaştığı bölgelerde, örneğin Çukurova'da em ek arzı ile talebin dengesizliği, güçlü b ir aracı zümre yaratmıştır. Belirli işler için toprak sahibi adına işçi toplayan bu aracılar, komisyonlarını işverenden alır gözü küp aslında işçi ücretinin % 10 kadar bir bölümüne sahip çık maktadırlar. Şöyle ki, haftalık ücretinde 80 lira alacağı bir du rumda, aracı işçiye 70 liralık ücreti kabul ettirmekte ve aradaki 10 lirayı patrondan almaktadır. 384
Bir milyonluk tarım işçileri kitlesinin sosyal hakkı, güvenliği ise yok gibidir. Tarım işçilerinin bir bölümüyle mevsimlik ve geçici işlerde çalışmaları, dağınık işletmelerde küçük topluluklar halinde bu lunmaları ve güçlü örgütlere yeni yeni sahip olmaları, bu kesi me bir çalışma düzeni getirilmesini zorlaştırmıştır. Önüm üzde hazırlıkları yapılan "T arım İş Kanunu T asarısı" ise, başarılı olduğu ve uygulama imkânı bulduğu ölçüde tarım işçilerinin sorunlarını bir ölçüde cevaplayacaktır. Tasarı, asgari ücretleri, aracıların yerini devlet kuruluşlarının almasını ve sosyal güvenlik kurallarını bu kesime getirip yerleş tirebilirse, bir milyonluk bir kitlenin dertleri bir oranda azalacak tır. En az toprak reformu kadar önemli olan bir sorun kamu oyunda etraflı şekilde tartışılır ve asıl ilgililerin uyarıları dikkate alınırsa, tarım işçilerinin durumu belki bir ölçüde düzelecektir. "T op rağın lan etlen m işleri", artık bütün dünyada benzeri azalan, yok olan bir insan türüdür. Bu tanımın Türkiye'de hâlâ var olması, geçmişin olduğu gibi günümüzün de sırtına yüklen miş bir sorumluluktur. (İsmail Cem, "Tarım İşçileri", Milliyet, 8 Mart 1972) SO R U LA R 1. Türkiye'de tarım kesimindeki sınıfsal bölünme ya da köy lülük hangi sınıf ve tabakalardan oluşmaktadır? 2. Tarım işçilerinin durumunu rakamlarla belirtiniz. Onların durumu niçin "dram atik"tir? Ve ne yapılmak gerekir durumla rını düzeltmek için? (Okuma parçasını okuyunuz.) 3. Tarımda küçük üreticilerin durumu ne gibi özellikler taşı maktadır? 4. Orta köylülük hangi özellikleri taşır? 5. Büyük toprak sahiplerinin tarımdaki ayrıcalıklı yerini be lirtiniz. Büyük toprak sahipleri, ne zaman kapitalistleşmeye başlar? Ve nasıl bir çizgi izler bu kapitalistleşme? Büyük toprak sahipleri, Türkiye'nin ekonomi ve siyaset yaşamında bugün na sıl bir rol oynamaktadır? 6. Türk tarım kesiminde, bugün, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri var mıdır? Varsa bu kalıntıların ağırlığı ne ölçüdedir? 385
r
¥
»
1 »
BÖLÜM III TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ VE SORUNLARI Tü rkiye'nin siyasal yaşam ının, bugün göze ilk çarpan özelliklerinden biri şu: D em okrasi, siyasal idealler içinde "eg em en " olanı. Siyasal tablo, "d em ok rasi adına" yapılan m ücadeleler ve onların doğurduğu sorunlarla dolu. Sınıflı bir toplum olm anın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan çeşitli si yasal güçlerin büyük bir çoğunluğu, "dem okrasid en ya n a" olduklarını ileri sürüyor. O toriter eğilim ler -h a tta "12 M art R ejim i"n d e olduğu gibi faşist u y g u lam alar- siyasal yaşam ı zam an zam an karanlığa göm se de, geniş zam an boyutları içinde ele alındığında, Türkiye -g ö z le görülür b içim d e - bir dem okratikleşm e süreci içindedir. Ne zam an girer bu sürecin içine Türkiye? Ve nasıl gi rer? Bugün hangi aşam asında bulunuyoruz bu sürecin? "D em okratik o yu n "u n hukuksal kuralları nelerdir? Siya sal yaşam ım ızda rol alm ış siyasal güçler hangileridir ve dem okrasiyi nasıl bir "y o ru m "a tabi tutm aktadırlar? Son olarak, Tü rkiye'de, dem okratik m ücadelenin ortaya çıkar dığı sorunlar nelerdir? Ve nasıl bir gelecek beklem ektedir dem okrasim izi? T ü rk iy e'd e, dem okrasi ve soru nları, aslında II. D ünya S av aşı'n d an sonra siyasal g ündem in başın a geçer. Ne var ki, gündem i o içeriğe kavu ştu ran daha önceki geliş m elerdir.
387
TÜ R K İY E 'D E D EM O K R A SİN İN DO Ğ U ŞU VE G ELİŞİM İ D em okratikleşm e sürecinin başlangıçları Türkiye, d em okratikleşm e sürecine ne zam an girer? Bu süreci, tarihim iz içinde hayli gerilerden başlatanlar vardır. Ö rneğin Profesör Bahri Savcı, bu sürecin başlangıcını Koçi Bey R isalesi'ne değin götü rm ektedir.1 G ötürülebilir de bir bakım a. Am a, asıl anlam lı çizgiler 19. yüzyıldaki geliş m elerin içinde ortaya çıkıyor. 19. yüzyılın T ü rk toplum u için başta gelen iki özelliği vardır: "K a p italizm "in girişi ve "B atı k u ru m ları"n m ka bulü. Birbirine bağlı bu iki olay Tü rkiye'd e hem en bütün kurum lardaki değişikliği belirlerken, dem okrasinin iktisa di ve sosyal çerçevesiyle tipini de belirler. Bu tarihsel ve sosyal çerçeve içinde dem okratikleşm e nin, önce anayasacılık hareketleri ile yakın bir ilişkisi var. A nayasacılık hareketleri de, bizde, 19. yüzyılın sonlarına doğru doğar. Bunları, "B atı'd ak i anayasacılık hareketleri nin birer serpin tisi" saym ak doğrudur. N e var ki, sınıfsal tem ellerden yoksun birer serpintidirler aslında... G erçekten, Batı'd aki anayasacılık hareketleri, o toplum ların tem el yapılarındaki köklü bir değişikliğin sonu cu olarak göründüğü, daha açık bir deyişle, burjuvazinin -d a h a 18. y ü z y ıld a- devlet yönetim ine sahip çıkm a çaba sıyla ilişkili olduğu halde, O sm anlı İm paratorluğu'nda 19. yüzyılın ikinci yarısında beliren anayasacılık hareketleri böyle sınıfsal bir n itelik taşım ıyor. N için? Çünkü, daha önce de belirttiğim iz gibi, O sm anlı İm pa ratorlu ğu 'nu n b aşta iç dinam iği, Batı'd aki gibi bir burjuva sınıfının ortaya çıkıp siyasal iktidarı ele geçirm esine engel olm uştur. Başlangıçtaki ıslahat ferm anları ve ondan sonra gelen hareketler, daha çok, "bürokrasiden gelen bir avuç in san ın " çökm ekte olan devleti kurtarm ak için düşünebil dikleri ve genellikle B atı'd an aktardıkları çarelerden b aş ka bir şey değil. Ö yle olunca da, yenileşm e hareketleri gi* Bahri Savcı, "D em okratik Yapı Sorunum uz", Cumhuriyet, 5 M art 1974.
388
bi, O sm anlı İm paratorluğu'ndaki anayasacılık hareketleri, giderek "d em o k ratik leşm e" çabalan da "h alk ın dışında" -h a tta "h alk a k a rş ın "- yürütülen yüzeysel birer çaba ol m aktan öteye geçem em iştir. Bizde, m od em anlam ıyla ilk anayasa, 1876 tarihli "K an u n -ı E sasi"d ir. G erçi, O sm anlı İm paratorlu ğu 'nda, 19. yüzyılın ilk yıl larında, hatta 18. yüzyılın sonlarında "ıslah at" ve yenileş m e hareketleri başlam ış, giderek "m eşv eret u su lü " doğ m uş ve bununla ilgili kurum lar ortaya çıkm ıştır. A m a bunlar, olsa olsa, m utlak otoritenin, işlerin daha iyi bilen lere danışılarak yürütülm esini sağlayan yardım cı organ larıdır. Ve ne bu nlar ne de 1839 tarihli "G ü lh an e Hatt-ı H ü m ayu n u " ile başlayan Tanzim at dönem inin ferm anla rı, iktidarı sınırlam a niteliğini taşım adıkları gibi, böyle bir am açları da yoktur. Tanzim at ferm anlarının gerisinde asıl zorlayıcı gücün "d ış b a sk ı" olduğu da çok açıktır. 1876 A nayasası ile, ilk kez "p arlam en to lu " bir düzene geçilir. Anayasa, "Meclis-i Umumi" adını taşıyan iki meclisli bir parlamento kurmaktadır. Meclislerden "Heyet-i Âyan'Tn üyeleri, padişahça -v e ömür boyunca görevde kalmak üzere- atanmaktadır. "Heyet-i Mebusan'Tn üye lerini ise halk seçmektedir. Ne var ki, "iki dereceli" ve "kısıtlı oy"a dayanan bir seçimdir bu. 1876 A nayasası, "p arlam en to lu " bir düzen getirm iştir, am a "p arlam en ter" değildir o düzen: Bakanlar, giderek hüküm et, hüküm dardan başka kim seye hesap verm ek zo runda olm adığı gibi, padişahın durum u da, gelişm iş par lam enter sistem lerde görülen "sem bo lik devlet başkan ı"n m durum undan çok farklı. Fiilen olduğu gibi hukuk sal bakım dan da, yasam anın ve yürütm enin dizginleri as lında padişahın elinde. M utlakıyetten m eşrutiyete geçil m iştir am a, bir yerde sadece bir ad değişikliğidir bu. O sm anlı İm p aratorlu ğu 'n d a, parlam entolu düzenin -h iç olm azsa biçim b ak ım ın d an - "p arlam en ter" bir nitelik 389
kazanm ası, İk in ci M eşru tiy et'in ilanından (1908) sonra gerçekleştirilen çeşitli anayasa değişiklikleri ile m üm kün olacaktır. H üküm darın parlam enter b ir düzende görü l m eyen " yetkileri kaldırılacak, hüküm et de, M eclis-i M eb u san 'a sorum lu durum a getirilecektir. - O sm an lı İm p arato rlu ğ u 'n d a m eşru tiy et d en em eleri I. D ü n y a S a v a şı'y la son a erer. H em en ark asın d an b a şla y an M illi K u rtu lu ş Savaşı d ön em i, an ay asacılık h are k etleri b ak ım ın d an da y ep y eni b ir aşam an ın b aşlan g ıcı olur. G erçekten, Türkiye Büyük M illet M eclisi'n in toplan m asıyla, devlette egem enliğin kaynağı ve kullanılışı ba kım ından köklü b ir değişiklik olm uştur: Egem enlik m ille tindir ve tüm iktidar m eclistedir. 2 Nisan 1920'de Ankara'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnızca yasama yetkisini kullanan basit bir parlamento değildir; bütün yetkiler onda toplanmıştır (meclis hükümeti sistemi). Artık, hükümdarlı ve parlamentolu bir "meşruti sistem" yerine, doğrudan doğruya "meclis üstünlüğü"ne dayanan bir ihtilal yönetimi söz konusudur. 1921 Anayasası, işte bu ihtilalci yönetim biçimini dü zenler. Bu gelişim i, C um h uriyet'in ilam tam am lar. Ve m eclis hüküm eti sistem i ile parlam enter sistem i bir araya getir m e çabasında olan 1924 A nayasası gelir arkadan. 1945'lere dek, C um h uriyet'in siyasal yaşam ı "tek parti li" dir. 1945'1 erde, yeni bir dönem e girm ektedir Türki y e'n in siyasal yaşam ı: "Ç o k p artili" düzene geçilm ekte dir. K urtuluş Savaşı sonrasının özel koşullarına göre y ap ı lan 1924 A nayasası tek partili dönem de rahatlıkla işler. Fakat, 1945'ten sonra ağır bir yük altına girer A nayasa: "Ç o k p artili" bir düzene çerçevelik edecektir artık. Bunun için birtakım değişiklikler geçirm esi gerekirdi; onlar da yapılm am ıştır. Böylece, çok partili dönem de, anayasanın aksam ası ka çınılm azdı. N itekim öyle oldu. 390
Tek partili yaşam dan çok partili yaşam a II. D ünya Savaşı ertesinde, T ü rkiye'n in iktisadi ve sos yal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, C um huriyet'in ilk yıllarınd an beri asker-sivil bürokrat kadroların elin dedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -b ir ö lçü d e - bu rju va laşm ış olan bu kadrolar -d a h a önce de belirttiğim iz gibi— toplum da çeşitli sınıf ve zü m relerin m uhalefeti ile karşı karşıyadır: Başta, ticaret ve m aliye burjuvazisi olm ak üzere, eşraf ve toprak ağaları m uhalefet etm ektedir. Daha önem lisi, küçük m em uru, işçisi ve fakir köylüsü ile bü yü k h alk yığınları m em nun değildir iktidardan. Bu tepkilere, II. D ünya Savaşı sonlarında totaliter rejim lerin yıkılışı ve dem okrasinin üstünlüğü de eklenir. İç ve dış zorunluluklar, tek partili dönem den çok parti li dönem e geçişi gerektirm ektedir böylece. V e "id eo lo jik " b ir engel de yoktur buna A sker-sivil aydın bürokrasinin bir siyaset felsefesi olarak kabul ettiği, devlet-toplum iliş kilerinde de uyguladığı "K em alizm " bu geçişe engel de ğildir. Aslında Kemalizm, pozitivist, laik, milliyetçi ve antiemperyalist niteliklerinin yanı sıra, "çok partili demokra si" ye de inanıyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlaya rak bir "tek parti" yönetimine gidilmişse, toplum düzeni ni değiştirmek için gerekli görülmüştür de ondan bu. Yoksa asıl amaç, çağdaş uygarlık düzeyine varmak, Batı'ya karşın Batı gibi olmak ve Batı'nın en büyük özelliği olan "çok partili demokrasi"ye geçmek. Nitekim, Atatürk daha yaşarken, iki kez denemesi de yapılmış bu geçişin: 1925'te "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası", 1930'da da "Serbest Fırka" kurulmuş. Ne var ki, her ikisi de başarı sızlıkla sonuçlanan denemeler bunlar. D em okrat Parti'nin doğuşu (7 O cak 1946) böyle bir or tam da olur ve kısa zam anda gelişir. H alk yığınlarının ge niş ilgi ve desteğini de görse, özünde "h alk a k arşı" bir ha rekettir. Ç ünkü çıkarları geniş halk kitlelerinin çıkarlarıy la zıtlaşan sınıf ve züm relerin sözcüsüdür. D ışa bağım lı 391
1 büyük serm ayenin sözcüsü olarak çıkm ıştır tarih sahne sine. Ve toplum daki en geri ve kapitalizm öncesi kesim lerle bağlaşıklığını sağlam laştırır; onların söm ürü ağı için deki geniş halk yığınlarına dayanarak iktidara gelir (14 M ayıs 1950). İktidara geldikten sonra da, sözcülüğünü yaptığı sınıf ve züm relere borçlarını ödeyerek, T ü rkiye'yi -y e n id e n em peryalizm e bağım lı bir ülke haline getirir. Daha b aş larda kendisini gösteren ve gitgide yoğunlaşan m uhalefe te karşı da taham m ül etm em eye başlar. Parti, "d em o k rat" adını taşım aktadır, am a dem okrasiyi de yanlış biçim de yorum lam aktadır. 1924 A nayasası'nın aksayan yönleri de siyasal yaşam ın bunalım ım yoğunlaştırm aktadır. 1924 A nayasası'nın, çok partili dönem de en çok aksa yan yönleri neler olm uştur? M illi kurtuluş hareketinin m eclisli bir yönetim sayesin de başarılm ası yepyeni bir egem enlik anlayışı doğurm uş, ulus iradesiyle m eclisin iradesini birbirine kaynaştıra rak, m eclis dışında bir ulusal irade aranm asını olanaksızlaştırm ıştı. 1921 ve 1924 A nayasaları -T ü rk tarihinde ilk k e z - "u lu sal eg em en lik " kavram ını, parlam entonun var lığıyla kaynaştırılm ış bir biçim de, siyasal felsefesinin te mel kuralları arasına koyuyordu. Böyle bir yorum , tek partili bir yönetim de aksaklık doğurm ayabilirdi, nitekim doğurm am ıştır. A m a çok partili bir düzende, m ecliste ço ğunluğu ele geçiren bir partinin kendisini ulusal iradeyle bir tutm ası gibi bir sapm aya da yol açabilirdi. N itekim açtı da... D em okrat Parti, 1950'de, büyük bir çoğunlukla iktida ra gelince, kendi çoğunluğunun iradesini ulusal irade ile özdeşleştirdi ve -a slın d a ulusal iradenin bir parçasını tem sil e d e n - m uhalefete karşı üvey evlat m uam elesi yap m aya başladı. Böylesine bir zihniyetin egem en olduğu bir ortam da, parlam enter düzenin gerektirdiği ve bü yü k bir kısm ı M eclis içtüzüğünde zaten bulunan davranış kural larının uygulanm asına olanak yoktu. A slında, A nayasa'm n yeni bir yorum la, giderek yapılacak bir değişiklik le, çok partili yeni dönem e uydurulm ası olasıydı. Ve Anayasa'd a bir değişikliğin gerektiği yıllar da asıl o yıllardı. 392
Ne var ki, D em okrat P arti'nin tem sil ettiği çıkarlar, öylesi ne bir yorum ya da değişikliği sürgit önleyecekti. Ö nledi de... Ve ortam bu olunca, tartışm alar da anayasa sorunları üzerinde toplandı. A ncak, Türkiye'nin sorunları, doğrudan doğruya ana yasa sorunları olm aktan çok, iktisadi ve sosyal yapı sorun larıyla ilgili idi. "D em okrasinin ön k oşu lları"m , ancak bu sorunların çözülm esi sağlayabilirdi. Sorunları yalnız ana yasa sorunlarından ibaret saym ada -tü rlü etkenlerin yanı sır a - o yılların siyasal kadrolarının yetersizliği de rol oy nam ıştır elbette. 27 M ayıs öncesindeki tablo budur. 17 M ayıs hareketi ve 1961 Anayasası 1959 y ılına gelindiğinde D em okrat Parti ve büyük ser m aye b ir çıkm azın içindedir. Tarım ve ticaret alanlarında çok dar b ir kesim in elinde tekelleşm iş serm ayenin çıkarla rı dışında kalan bütün toplum kesim leri, başta kapitaliz min 1950 sonrası gelişm esinden gerekli payı alam am ış sa nayi kesim i olm ak üzere, küçük burjuvazinin bürokrat kesim leri, köylülük, kent orta sın ıflan D P 'y e cephe al m aya başlam ışlardır. M uhalefete karşı taham m ülsüzlüğü zaten çok daha ön ceki yıllarda başlam ış olan DP, son yıllarda çevresindeki m uhalefet yoğunlaştıkça daha da taham m ülsüz olm uştur. A ldığı önlem lerle sosyolojik anlam da olm asa bile, hukuk sal anlam da "m eşruluğu nu yitirm eye başlam ıştır." Egem en sınıfların içine girdiği bunalım a çözüm , 27 M ayıs 1960 darbesi ile bulunur. 27 M ayıs hareketinin vurucu gücü, bürokrasinin silahlı kanadı, destekçisi ise, genellikle D P iktidarı dönem inde uy gulanan ekonom i politikasından en fazla zarar görm üş öteki bürokrat aydın kesimler olmuştur. Bununla birlikte uluslar arası kapitalizmin ve artık sanayiye yönelm e eğilimindeki yerli tekelci kesimin darbeye karşı çıküğı söylenemez. 27 Mayıs hareketi, büyük sermayenin kendi iç çelişkilerini çö zümleyebilm esine bir vesile olmuştur. Ama öte yandan, kü 393
çük burjuva köktenciliği de zaman zaman sermayenin de netimi dışına çıkarak harekete damgasını vurmuştur. Bu köktenciliğin, özellikle 1961 A nayasası'nın "ilerici" bir nitelik kazanm asında büyük payı olacaktır. 27 M ayıs'tan sonra, hem en ilk günden başlayarak, T ü r kiye, yoğun bir "anayasacılık h areketi"n in içine girer. A k la ilk gelen yeni bir A nayasa yapm aktır. Bunun için faali yete geçilir. A nayasa'n m yapılm ası, her şeyden önce bir "bilim işi" sayıldığından, İstanbu l'da çalışacak bir bilim kuruluna havale edilir. D aha sonra bir "K u ru cu M eclis" toplanır (6 O cak 1961). Ve çeşitli görüşm elerden sonra, 27 M ayıs 1961 günü yeni A nayasa'yı kabul eder. 9 Tem m uz 1961'd e halkoyuna sunulan A nayasa'yı halk da kabul eder. 2. maddesinde "milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" kurduğunu söyleyen Anayasa, "içerik" olarak şu özellikleri taşıyor: - Anayasa’nm göze ilk çarpan özelliklerinden biri -27 Mayıs'ın hemen sonrasındaki anayasacılık hareketlerinin birer kalıntısı olarak- yer yer "genel oy"a karşı çekin genlik ile bazı görevler için "seviye" aramak eğilimi. - 1961 Anayasası'nın bir başka özelliği, iktidarın sı nırlanmasında getirdiği yeniliktedir. Anayasa'nm bu ba kımdan en önemli yeniliği, hiç kuşkusuz kanunların Anayasa'ya uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahke mesi kurmasıdır. Böyle bir mekanizmanın, parlamento bakımından büyük bir sınırlama getirdiği pek açık. - Anayasa'nm, son olarak bir özelliği de, çağdaş öz gürlük anlayışını benimsemiş olmasında görülüyor. 1924 Anayasası'ndan farklı olarak, yalnız "klasik" hakla rı değil, "iktisadi ve sosyal haklan" da kabul ediyor. Ve yine 1924 Anayasası'nda olmayan bir "güvenceler sistemi" getirerek... 27 M ayıs'tan 12 M art'a 1960-70 dönem i tarihim ize başlıca iki özelliğiyle geçe cektir: 394
- 1960 sonrasında burjuvazi, sanayiye yönelm iş ve biriktirebildiği serm ayeyi, m ontajcılık, basit tüketim m ad deleri im ali vb. dallarında yatırım lara ayırm ıştır. Başka bir deyişle, Tü rkiye'd e kapitalizm , ağır sanayiden uzak kal m akla birlikte, yine de sanayileşm eyi hızlandırm ış ve ser m ayenin tekelleşm esi güçlenm iştir. 1970'lere gelindiğin de, Türk burjuvazisi, artık uluslararası tekelci kapitalizm ile daha çok bütünleşm iş ve onun yurdum uzdaki bir uzantısı durum una gelm iştir. Bunun bir sonucu olarak da, iç ortakları üstündeki gü cünü artırm ak niyetindedir. Tekelci kesim dışında kalan Anadolu burjuvazisinin ve tefeci-tüccar kesimlerin çıkarları ile tekelci sermaye nin çıkarları da çatışmaya başlamıştır. Bu çatışma, 1969 seçimlerinden sonra somut sonuçlarını verir: Aracı-tefeci tüccarlığın temsilcileri Adalet Partisi'nden ayrılarak De mokratik Parti'yi kurarlar. Büyük sermayenin parlamenter iktidarı zaafa uğra mıştır. - 1960 sonrası dönem in ikinci belirgin özelliği, 1961 A nayasası'nın getirdiği dem okratik ortam da, aydınların sola açılm ası, sosyalizm in önce aydınlarca benim senm esi ve giderek em ekçilere değin uzanm asıdır. 1960 sonrası dönem de, sosyal uyanış, geçm işe oranla bü yü k hız ve yaygınlık gösterm iş, nicel olarak güçlenm ekle kalm ayıp, nitelik bakım ından da bir içerik kazanm ıştır. Bu uyanış içinde -iş ç i sınıfı başta olm ak ü z ere- çeşitli em ekçi kesim ler, ekonom ik ve dem okratik istem ler, hatta siyasal am aç lar doğrultusunda hareketlenerek, uluslararası ve yerli te kelci bu rju vazi ile diğer iç ortaklarına karşı m ücadeleye girişm işlerdir. Tekelci serm ayeyi ve öteki söm ürücü kesim leri asıl kaygılandıran nokta da budur. Egemen sınıfların güçlenmekte olan sosyalist harekete ve emekçi uyanışına uygulamakta oldukları politika, bir yandan İsmet Paşa'mn denetiminde bir Ortanın Solu icat 395
ederek sol potansiyeli denetlemek; öte yandan sosyalist ler üzerine gizli açık saldırılar düzenleyerek, sosyalist ha reketi sindirmek biçimindedir. Sosyalistler arasındaki bölünmeler, hareketin henüz işçi sınıfına bütünüyle mal olmamış bulunması, küçük burjuva niteliğinin çeşitli ke simleriyle ağır basması da bu planı kolaylaştırmaktaydı. Ayrıca dünyada o yıllarda yaygınlaşan öğrenci hareket leri ve küçük burjuva terörizmi de, egemen sınıfların işi ni kolaylaştırdı. Yine de, sol hareketin bölünmesi, şiddet eylemlerinin yoğunlaşması, kendisine yeni çıkış yolları ve gelişme olanakları arayan büyük sermaye kesimi için -olsa olsa- bir bahane olmuştur. Türkiye, 1971 yılına, işte böyle bir ortam da girdi. O rtam d a bir bu nalım vardı. A m a bu bu nalım , g erçek te eg em en sınıfların bu nalım ıyd ı; onların çö zü m sü zlü ğüydü. 12 M art M uhtırası, bunalım a bir çözüm getirm ek ister. 12 M art 1971 tarihinde başlayıp 14 Ekim 1973 seçim le rine değin süren ve adına kısaca "1 2 M art R ejim i" denen dönem , tarihim ize çeşitli özellikleriyle geçecektir. O nları teker teker belirtm enin yeri burası değildir. 12 M art Rejim i'n in konum uz yönünden başlıca özelliği, yaptığı deği şikliklerle, 1961 A nayasası'm n, gerçekten dem okrat, öz gürlükçü, giderek "so la açık" sistem ini altüst etm esidir. B u değişiklikler, A nayasa'yı kurulu düzenin savunulm ası için çok daha rahatlıkla kullanılabilecek bir m etin duru m una getirir. Ö zetle, 12 M art R ejim i, karşı-d ev rim ci güçlerin b ü y ü k fırsatlar y akalad ığı bir dönem olm uş, 1961 A nayasası'n a karşı olan çevreler, 27 M ay ıs'ın sağlad ığ ı ö zgü rlü k leri k ısıtlam a olan ağı bu lm uşlard ır. Bununla da yetin il m em iş, d evrim ci g ü çlerin tasfiy esine girişilerek, rejim , sola kap atılm ak istenm iştir. A m a bütün bu nlara karşın, toplum un ilerici ve d em okrat güçleri, 12 M art'tan sonra u yg u lanan "p a rlam en ter faşizm "e d iren m esini b ilm iş ler; geriye doğru zorlan an çarkı ileriye çev irm ek gücünü gösterm işlerd ir. 14 Ekim 1973 seçim lerine böyle ulaşılm ıştır. 396
1973 seçim lerinin anlamı 14 Ekim 1973 seçim lerinin, T ü rkiye'nin dem okrasi tari hind e birkaç bakım dan özel bir anlam ı ve kendine özgü bir yeri vardır: - Birincisi, bu seçim ler, genç Türk dem okrasisinin kri tik ve karanlık bir aşam adan geçerek bir varlık savaşın dan çıktığı ve ağır darbe ve baskılar altında bü yü k bir sı nav vererek yaşam a şansını kazandığı bir dönem in baş langıcıdır. - İkincisi, 1973 seçim leri, T ü rk siyasal tarihinin uzun yıllardan beri süregelen geleneksel tablosunu önem li bir biçim de değiştirm iş, başka bir deyişle, 1950'den bu yana T ü rk iy e'n in siyasal yaşam ına dam gasını vuran ve siyasal iktidarı belirleyen bir uzlaşm aya son verm iştir. Bahis konusu uzlaşm a, bü yü k serm ayenin çeşitli ke sim leriyle küçük köylü, esnaf ve zanaatkârlar arasındaki güç birliğidir. Bu uzlaşmanın çözülmesi, 1960'tan başlayarak, büyük kentlerin tacir ve sanayicilerinin sözcüsü olan AP safla rında bütünleşmiş bulunan oyların parçalanması ve bü yük toprak sahiplerinin partisi olan Demokratik Parti ile küçük üreticilerin temsilcisi olan Milli Selamet Partisi arasında bölüşülmesi biçiminde belirmiştir. - Üçüncüsü, bu seçimler, CH P'nin, işçi, köylü, küçük m em ur, küçük esnaf ve zanaatkârın, kısacası yoksul ve dar gelirli halkın geleneksel ve donm uş oy potansiyelinin çer çevesini kırarak gösterdiği önem li bir gelişm eyi dile getirir. Ama, Ekim seçim lerinin ortaya koyduğu en tem el ger çek, halkın bü yü k bir çoğunluğunun tekelci kapitalist gi dişe karşı olduğu, bu düzenin değişm esini istediğidir. K itlelerin sınıfsal bilinci daha da gelişm iştir. C H P-M SP ortaklığından M C ortaklığına 14 Ekim 1973 seçim leri C H P 'n in büyük zaferi ile sonuç lanm ıştı am a, parti yalnız başına bir hüküm et kurabilm ek 397
için M illet M eclisi'nde yeterli çoğunluğu sağlayam am ıştı. İster istem ez bir başka partiyle ortaklığa gitm e zorun lu lu ğu vardı. Ve öyle oldu: C H P-M SP, ortaklaşa hüküm et kurdular. Bu bağlaşıklık, aynı zam anda, C um h uriyet'in başların d an beri süregelen bir "tarih sel y an ılg ı"nm da sonunu ge tiriyordu. C H P-M SP ortaklığının iç politikadan çok dış politikada birtakım başarılı gelişm elerin kapısını açtığı söylenebilir. İç politikad a "d ü şü n ce özgü rlü ğü" açısından "lib eral" bir hava eserken, o tarihlere değin -b ir başka "tarihsel yanıl g ı n ı n sonucu o la ra k - sırtım ızı çevirdiğim iz "Ü çün cü D ü n y a"y a doğru da güler bir yüzle bakm aya başlar. Ö zellikle İslam ülkeleri, bu yeni ilginin m erkezini oluş tururlar. O tarihlere değin, Türkiye, Batı'mn dümen suyunda bir dış politika izlemiştir. Kemalist dış politikanın bütü nüyle zıttı olan bu politika, Türkiye'yi, İslam ülkeleri, gi derek Üçüncü Dünya önünde bir yalnızlığa iterken, ba zen en haklı göründüğü durumlarda bile, onun elini ko lunu bağlar hale getirmiştir. "Kıbrıs sorunu" bunun acı bir örneğidir. İşte C H P-M SP ortaklığı, bu olağanüstü karm aşık soru na b ir çözüm getirm e girişim inde bu lu nan tek iktidar ol m uştur. O soruna kalıcı bir çözüm getirilem em iştir belki, am a dış politikada Batı'ya bağlı "te s lim iy e tç i" politikaya b ir darbe vurulduğu da gerçektir. N e var ki, bu başarı, kendisinden çok şey beklenen o si yasal ortaklığın yıkılışının da bir nedeni olm uştur aynı za m anda. Bu yıkılışta, M SP 'n in sorum suz davranışlarının büyük payı olm akla beraber, C H P 'n in kısa vadeli hesap larının ağır bastığı da bir gerçektir. D aha açık söylem ek gerekirse, CHP, K ıbrıs eylem indeki başarıyı, hem en gidi lecek bir seçim de kendisine parlam entoda çoğunluğu sağ layabilm ek için bir koz olarak kullanm ak istiyordu. Ne var ki, bir erken seçim e gidilem edi, olan da ortaklığa oldu. Siyasal yaşam da, kendi kendisini yok eden ilk ve son iktidar da -h e rh a ld e - budur. 398
Sonraki yıllarda terörün tırmanışında CHP-MSP or taklığının bozulmasının büyük sorumluluğu vardır. Nite kim veriler, şiddet olaylarında ölenlerin sayısının 1971'de 2 2 ,1972'de 22,1973'te 1 5 ,1974'te 37 kişi olduğunu göste riyor. Katillerin devletçe korunduğu mahkemelerce sap tanmış olan "Cephe hükümetleri" dönemi başlar başla maz, ölümler yükselecek ve sayıları yüzlere, giderek bin lere ulaşacaktır. Bunun günahı, bir ölçüde CHP-MSP or taklığını sürdüremeyenlerindir de... C H P-M SP ortaklığının yerini, A P-C G P-M SP-M H P or taklığı alır. Bu işe önayak olanların adlandırm asıyla, bir "M illiyetçi C ep h e" hüküm etidir bu. A m a nasıl bir m illiyetçilik? Ve n eyin cephesi? Toplum da tüm anti-em peryalist, ilerici, dem okrat ve devrim ci güçlere karşı dü şm anlık üzerine kurulu bir m il liyetçilik, onun cephesi. Y ani sahte bir m illiyetçilik; gerici bir cephe! Başı çeken partinin, yani A P 'n in tekelci serm ayenin partisi olm ası, yalnızca bu ortaklığın niteliğini gösterm e ye yeter. AP, ü stelik hüküm etin kuru lm asında hiçbir zo ru nlulu k olm adığı halde, M H P 'y i ortaklığa alm ıştır ve b i lerek alm ıştır. M H P, o tarihe değin, faşist eğilim leri su yüzüne çıkm ış, özellikle -b ir b ö lü m - gençler arasında, -"k o m a n d o " adı v e rile n - vurucu güçlerini yetiştirm iş bir partidir. Tırm anı şa hazırdır. Tekelci serm aye bu fırsatı verir ona; çünkü, kendisi de duym aktadır böyle bir gereksinm eyi. Böylece, siyasal tarihim izde -k en d in e has özellikleri o la n - yeni bir dönem başlar: D evlet kadrolarının faşistleş tirilm esi ve terör, en başta gelen özellikleridir b u dönem in. Devlet, üç parti arasında "bölünmüş"tür. MHP'nin payına düşen bakanlıklarda, tam bir faşistleştirmeye gidi lir. Parti, bu bakımdan, özellikle AP elindeki bakanlıkla ra da sızmaktadır. Terör ise, hızla bir tırmanış gösterir. Çünkü devlet içindeki odaklardan yönetilmekte ve ko runmaktadır. Polisin, burjuva devletindeki -görece de ol sa- yansızlığı kalkmıştır. 399
Bu süreç, 1977 seçimlerinden sonra daha da hızlanır. MHP, hükümete ortak olmanın verdiği devlet olanakla rından da yararlanarak, seçimlerde önemli bir kazanç sağlamıştır. Öyle ki, parlamentoda üç üyesi varken, on al tı üyesi vardır bu kez. Yeni bir ortaklığa giderken bu ko zunu kullanacaktır. Seçim lerd e C H P yine çoğunluğu kazanam am ıştır. Ç o ğunluğa dayanacak bir hüküm et kurabilm esi için, "ku m ar borcu olm ayan on bir nam uslu ad am " gereksinm esi var dır. Ama bulam az! Ve yeni hüküm eti gene A P-M SP-M H P ortaklığı kurar. "M illiyetçi C ep h e"n in ikinci dönem i başlam ıştır. Bu dönem , birincisini -d a h a geniş boyutlarda olm ak ü z e re - tekrarlar. D evletin işgali akıl alm az ölüm lere var m ıştır. Terör, -b a ş ta M H P olm ak ü z ere- devlet içinde yu valanm ış faşist odaklardan kaynaklanm akta ve tırm anışı nı günden güne artırm aktadır. Kişinin en önem li ve doğal hakkı olan "ca n güvenliği" yalnızca kâğıt üzerindedir. Bir başka yenilik de şu: Bireysel kıyım dan, "kitlesel kıyım "a yönelm ektedir terör. U luslararası mali çevrelerin baskısı da üst düzeydedir. D evalüasyon-enflasyon sarm alı Tü rkiye'yi boğm aktadır. "D öv ize çevrilebilir m evdu at" rezaleti, tam bir yağm ayı sergilem ektedir. M erkez B ankası'nın yerine "T ah tak ale" geçm iştir. Ve devlet, en doğal ödem elerini yapam az duru m a düşm üştür. Ö yle ki, dönem in başbakanı, bir gün şunu itiraftan çekinm eyecektir: "D evlet, 75 sente m uhtaç du rum dadır." H içbir şeye çözüm getirem eyen hüküm et yıkılm aya m ahkûm dur. Ve yıkılır. Yerine, "sosyal d em okrat" parti, C H P geçer. CH P ağırlıklı hüküm etten AP azınlık hüküm etine CHP, bağım sız birtakım üyelerin yanı sıra, A P 'd en ay rılan b azı üyelerle M eclis'te çoğunluğu sağlar -v e onların da k a tılm a sıy la - h ü k ü m eti kurar. K en d isin e bü yü k 400
"um utTarın bağlandığı bir hüküm ettir bu. Başta gelen iki sorun vardır ki, ivedi çözüm beklem ek tedir: "ik tisa d i so ru n " ve "te rö r soru n u ." İktisadi tablo fecidir. İkinci M C H üküm eti, arkasında gerçekten bir "en k az" bırakm ıştır. Devletin içeriye ve dı şarıya olan borçlan korkunçtur. Paranın değeri büyük bir hızla düşm ekte ve fiyatlar alabildiğine yükselm ektedir. Yaşam pahalılığı halk kitlelerini kıvrandırıp durm aktadır. E konom iyi Batı'ya bağım lı olm aktan kurtaracak birta kım önlem ler alm ak, içeride gelir dağılım ını sosyal adalet ölçülerine göre yeniden ayarlayacak ciddi bir vergi refor m una gitm ek, ilk yapılm ası gerekenler arasındadır. Ancak CHP, aslında parti olarak kendi program ına da girdiği halde, bunları yapm az. Daha doğrusu yapam az. Çünkü, örneğin bir vergi reform una gitm ek istese, hüküm ette bu na, en başta dışarıdan katılanlar karşı çıkacaktır büyük bir olasılıkla. U m udunu -iste r istem ez- dışarıdan gelecek "y ard ım "a bağlar. Batı, o yardım ı hem ciddi olarak yapm az hem de paranın değerinde yeni ayarlam aları dayatır. Arka arkaya birkaç devalüasyonla Türk parasının değeri yeniden dü şürülür. D oğaldır ki, bunlar da enflasyonu körükler ve fi yatlar başını alır gider. Kitlelerde gitgide artan bir hoşnu t suzluk, giderek um utsuzluk vardır. Buna, "can güvenliği" sorunu -d a h a da katm erleşerek eklenir. Terör tırm anışını sürdürm ektedir, am a anlam ı gün geçtikçe daha çok ortaya çıkarak... Ecevit H üküm eti'nin -b ecerik siz ve duraksam alı da o ls a - attığı adım larla m as keler düşm üştür. G erçek "so l"la ilgisi ve ilişiği de olm a yan -sö z d e d ev rim ci- birtakım "m aceracı" grupların da katıldığı terörün yanı sıra, terörün asıl kaynağı belli ol m uştur artık: Terör, parlam entoda örgütlenm iş, devletin içine yuvalanm ış odakların politika aracı niteliğine dön m üştür. A na m uhalefet partisinin teröre karşı tavır takın ması da söz konusu değildir; çünkü, en başta o, teröre da yanarak hüküm eti düşürm e taktiğini sürdürm ektedir. G e nel olarak, m uhalefetle terör arasındaki bağ, hayat-m em at bağı olup çıkm ıştır. Ne yazık ki, "C H P ağırlıklı h üküm et", 401
devletin bazı örgütlerine egem en olam am ış, terörün kay nağına -g ö rd ü ğ ü h a ld e - inem em iş, elindeki araçları et kinlikle kullanam am ıştır. D aha kötüsü, halkın faşizm e karşı bilinçlenm esi, kam uoyunun terör konusunda aydın latılm ası için bir şey yapm am aktadır. Tam bir aym azlık içindedir özetle. Ya gerçek sol? O da öyle. "M eleklerin cinsiyeti"n i tar tışm aktadır! 1979 Ekim seçim lerine, bu koşullar içinde ulaşılır. Seçim sonuçları, C H P'nin aleyhinedir. H üküm etten çe kilir. Yerine, M H P 'n in "kayıtsız şartsız", M SP'nin ise "k erh e n " desteklediği AP, hüküm eti kurar. Tekelci serm ayenin partisi yeniden iktidardadır. A P 'nin, hiçbir soruna, getireceği h içbir çözüm yoktur aslında. N e ekonom ik sorunları çözer ne de terör sorunu nu. A m a bir sorunu çözer: tekelci serm ayeyi daha da palazlandırm ayı. "2 4 O cak K ararları"y la bunu yapar. Bu ka rarlarla, karm a ekonom ik sistem terk edilerek, 19. yüzyıl kapitalizm inin "bırakın ız yapsınlar, bırakınız g eçsinler" ilkesi kabul edilir. İşin faturasını halk kitleleri ödeyecektir. Bunları yaparken, A nayasa kurum larıyla oynam aktan, giderek alay etm ekten de çekinm ez. C um hurbaşkanı seçi m indeki tutum uyla bu nu tanıtlar. O lan, dem okrasiye olm aktadır... D A H A Ç O K BİLG İ Yavuz Abadan - Bahri Savcı, Türkiye'nin Anayasa Gelişmeleri ne Bir Bakış, Ankara, 1959. Türkkaya Ataöv, Amerika, Nato ve Türkiye, 2. Bası, Ankara, 1969. Niyazi Berkes, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? İstanbul, 1965. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973. İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul, 1973. Ali Gevgilili, Türkiye'de 1971 Rejimi, İstanbul, 1973. Kemal Karpat, Türk Demokrasisi Tarihi, 1967. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 2. Bası, İstanbul, 1977. Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, 2. Bası, Ankara, 1969. Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi (çev. M. Akkas), İstanbul, 1973. 402
Taner Timur, Türk Devrimi (Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli), Ankara, 1968. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1936), Ankara, 1971. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Gelişmeleri, İstanbul, 1970. OKUM A T Ü R K İY E'D E D EM O K R A T İK SÜ RECİN D İY A LEK T İĞ İ Eski Atina bilgelerinden bu yana, demokrasi kavramı insan soyunun dilinden hemen hiç düşmedi. Her yeni kuşak, gelişim süreci içinde, demokratik özlemlere bir halka daha ekledi. 20. yüzyıl ise, giderek sona ermek üzeredir. Ama, demokrasi'nin öyküsü bitmiş olmak bir yana, daha belirli bir kesinliğe vara bilmiş bile değildir. Büyük olasılıkla, demokratik oluşum süre ci konusunda, en azından uygulama alanında bir somutluk sağlamak kolay da olmayacaktır. Toplumcu teoriye göre, bu nun ana nedenlerinden birisi, kuram ile sosyal gerçeklikler arasındaki diyalektik bağlardır. Her tarihsel sınıf, şimdiye de ğin, ancak kendi konum ya da gerçekliğinin zorunlu kıldığı kadar demokrasi istemiş; ondan ötesinin adı ya anarşi ya da sosyal başkaldırı diye nitelenmiştir. Egemen sınıf ilişkilerine göre biçimlenen kısıtlı bir demokrasi ise, kuşkusuz, insan so yunun son ereği olan özgürleşmenin uzun süreli gereksinim lerini karşılayamazdı. Demokratik hak ve özgürlüklerin soyut ve somut görünüm leri arasındaki kaçınılmaz çelişkiler özellikle 80'li yıllara doğru, bütün Türkiye için ilginç boyutlara uzanıyor. Soyut olarak, de mokrasi, yüz yılı aşkın süredir Türkiye gündemindedir. Cum huriyetin ikinci çeyreğinden bu yana da hiçbir ülke parçası yoktur ki, "demokrasi" işlemleriyle çınlamamış bulunsun... Ne var ki, CHP sultasına karşı Demokrat Parti aracılığıyla sahneye çıkan o ilk yığınsal tepkilerden geride kalan, ancak iktidar ol mak isteyen öncü kesimlerin, salt kendileri için önerdikleri bir sosyal çerçeveden ibarettir. Klasik demokrasi, tarih süreci için deki amacını, herkes adına ortaya koymakla, hiç değilse, belirli bir haklılık elde edebiliyordu. Modern kapitalist üretim ilişkile rinin getirdiği derin sancıları çekmekte olan Türkiye'de ise, ege 403
men ideolojik eğilimlerin bekledikleri demokrasi, çokluk kendi dünya görüşü dışındaki hiçbir sosyal gerçekliğe hak tanımak is tememektedir. Başkalarına düşen şey, ezme tehditleridir ya da apaçık bir terör... Demokrat olabilmek ile demokrat görünmek, birbirinden son derece farklı olgulardır. Tarihsel etkenler altında sosyal ve ekonomik gelişmeleri çok gecikmiş toplumlarda, var olan bü yük gelişme uçurumu, demokrat olabilmeyi olağanüstü zorlaş tırmaktadır. Sermaye açısından biricik önemli öğe, kendi büyü me zorunluluklarıdır. Belki, yeryüzünün pazar ve kaynaklar bakımından daha paylaşılmamış bulunduğu dönemlerde, ülke içindeki sermaye açığı, uluslararası sömürü aracılığıyla kapatılabiliyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısı, sömürge ve yarı sömürge ler bulma olasılıklarının da genç toplumlar bakımından olanak sızlığını simgelemektedir. Büyümenin dinamikleri, toplum içinde üretilecektir. Hem de, dış egemen ekonomiler, uluslara rası fiyat mekanizması yoluyla, genç ülkelerin ulusal gelirlerin den önemli payları Batı metropollerine akıtmayı sürdürürler ken... Aslında, sermaye birikimi, böylece, kendi içinde daha da çelişkili bir yapı kazanmış olmaktadır. İçte öylesine yüksek artıkdeğer düzeyleri yaratılmalıdır ki, bu değer hem dış sömürü ye, hem de iç büyümeye yetsin. Somut deneylerin öğrettiği ders, genç ülkelerde böylesine geniş ölçekli bir kapitalist modeli yeniden üretebilmenin hiç de kolay, hatta çoğu kez olası görünmediğidir. Türkiye'nin 1980'li yıllara yirmi milyar dolar yakınında bir dış borç yükü ile girmesini yalnız bir avuç politikacının beceriksizlik ya da yete neksizliğine vermek, dünyayı bir bütün olarak anlamamak ve eşsiz bir yanılgıya düşmek demektir. Oysa, belirli araçları yara tan yine üretim ilişkilerinin ta kendisidir. Bir toplumda, model, belki politikacılar aracılığıyla işletilmiştir. Ama, bir başka top lumda modelin Bonapartist güçler eliyle uygulanmasının yarat tığı sonuç da, daha aydınlık olmamaktadır. Eğer 20. yüzyıl sonu dünyasında, Latin Amerika'nın muz cumhuriyetlerinden, As ya'nın bürokratik despotluklarına kadar içtenlikle benimsenebilecek bir tek düzen artık ortada kalmamışsa, bütün bu bunak ların ardında yine aynı ortak yazgı yatar. Yığınların susturuldu ğu, demokratikleşmenin askıya alındığı bir düzende, etkin bir kalkınma umudu ıssız bir çöle dönüşmededir. Demokrat ola 404
bilmek için, önce, üretim ilişkilerinin toplumsal bedeli konusun da açıklığa varmak gerekir. Gelişimi, yığınların gönüllü katkıla rıyla başarabilmenin yolu, öncelikle politik arenayı yepyeni ve ileri örgütleniş biçimlerine açmaktır. Genç toplum güçlerinin, kendi sosyo-politik bilinç ve istemlerini yansıtamadıkları bir düzen, en sonunda, ancak bir başka iç ve dış talan ve çöküş ala nı olmaya mahkûmdur. Demokratik süreç, pratikte, dünyayı değiştirme eyleminin de ana dinamosudur. Modern çağ, bu anlamda, demokrasi ile üretimin toplumsal niteliği arasında somut bağlar kurmada dır. Bir zamanlar kan akmayan damarları bile canlılığa kavuştu ran şey, yığınların bağrında serpilen toplumcu örgütler ve on ların yeni bir geleceği dokuyan dünya görüşleridir. Türkiye için tarih bu anlamda demokrat olma sınavını, gündemin belki de en belirleyici görevine dönüştürmededir. (Ali Gevgilili, "Türkiye ve... Demokrat Olmak", Milliyet, 10 Ekim 1979) SO R U LA R 1. Türkiye'de, bugün egemen siyasal ideal nedir? 2. Türkiye, demokratikleşme sürecine ne zaman ve nasıl gi rer? 3. Batı'daki anayasacılık hareketleri ile Türkiye'deki anayasacılık hareketleri arasında temel farklılık nedir 4. 1876 tarihli "Kanun-ı Esasi", nasıl bir devlet düzeni kurar? Bu Anayasa'nın İkinci Meşrutiyet'teki değişiklikleri ne gibi ye nilikler getirir? 5. Türkiye'de, Milli Kurtuluş Savaşı dönemi, anayasacılık ha reketleri bakımından niçin yepyeni bir aşamadır? 6. "Kemalizm" nedir? Demokrasi bakımından nasıl bir anla yışı temsil eder? 7. Türkiye'de tek partili yaşamdan çok partili yaşama geçiş, hangi iç ve dış etkenlerle olmuştur? 8. Demokrat Parti, aslında hangi sınıf ve zümrelerin partisi olmuştur? Niçin? 9. Türkiye'de 1945-1960 yılarının siyasal yaşamının tipik özelliği nedir? Bu bakımdan 1924 Anayasası ne gibi bir rol oy 405
1 namıştır? Bu dönemde siyasal muhalefet hangi sorunlarla meş gul olmuştur? Niçin? 10. 27 Mayıs hareketinin anlamı nedir? Bu hareket, niçin ve ne bakımdan "ilerici" bir hareket niteliği taşır? 11. 1961 Anayasası'nın anlamı nedir? Bu Anayasa "içerik" bakımından ne gibi özelliklere sahiptir? Ve nasıl bir devlet dü zeni kurmuştur? 1961 Anayasası'nın demokrasi anlayışının özelliği nedir? 12. Türkiye'de 1960-1970 döneminin başlıca özellikleri ne lerdir? 13. Türkiye'de egemen sınıflar, 1970'lerin başlarında nasıl bir bunalım içine düşmüştür ve ne gibi bir çözüm getirmişlerdir bu bunalıma? "12 Mart Rejimi", 1961 Anayasası'nda ne gibi de ğişiklikler yapmıştır? Bu değişikliklerin sonunda ortaya çıkan tablo nedir? 12 Mart Rejimi, niçin "faşist" bir rejimdir ve ne yol la uygulamıştır bu faşizmi? 14. 14 Ekim 1973 seçimlerinin, Türkiye'nin demokrasi tari hinde hangi bakımlardan kendine özgü bir yeri vardır? 15. CHP-MSP koalisyonu, Türkiye'ye neler getirmiştir? 16. Birinci ve ikinci MC hükümetlerinin, Türkiye'nin iktisa di, sosyal ve siyasal yaşamında açtığı yaralar nelerdir? 17. 1977 yılında kurulan "CHP ağırlıklı hükümet" zamanın da temel sorunlar nelerdi? Bu hükümet, o sorunlara ne ölçüde bir çözüm getirmiştir? 18. 1979 Ekim seçimleri sonucunda kurulan "AP azınlık hükümeti"nin, Türkiye'nin iktisadi, sosyal ve siyasal sorunları karşısındaki tutumu ne olmuştur? Niçin? D EM O K R A SİM İZ İN SO R U N LA RI VE G ELEC EĞ İ D em okratik hak ve özgürlükler, hiçbir zam an, egem en sınıfların bir ihsanı olm adı. D em okratik hak ve özgürlük ler, yerleşm iş oldukları her yerde, uzun ve süreli m ücade lelerle, em ekçi kitlelerin inançlı, kararlı ve örgütlü çaba larıyla kazanıldı. İm rendiğim iz Batı dem okrasisi de - b ü tün eksikliklerine k a rşın - yüzyılların köklü m ücadele ge leneğinin ürünü olm uştur. Türkiye'de, dem okratik m ücadelenin -g e n iş ö lçü d e406
p kitlelere mal olm asının, öyle pek uzun bir geleneği yok. 60, 70 yıldan bu yana süren "özg ü rlü k ve dem okrasi m ü cad elesi", uzun süreler, -to p lu m u n sosyal yapısı g ereğ ibir aydın azınlığın elinde kaldı. Bu yüzden de hep tepe den inm e "d em o k rasiler" getirilm eye, yerleştirilm eye çalı şıldı Türkiye'de. Ve yine bu yüzden, dem okratik hak ve özgürlüklerin verildiği gibi geri alınm ası da kolay oldu. A ncak, bu gü n durum değişm iş görünüyor. D em okrasi m ücadelesi, artık em ekçi kitlelerin m alı olm a noktasına gelm iştir. O nların eline geçm eye başlam ıştır. Ve bir kez bu noktaya gelindi mi, artık m ücadele geleneği yerleşiyor, kökleşiyor, sağlam laşıyor dem ektir. H alk kitleleri, T ü rk iy e'n in çok partili yaşam ında, her türlü baskı ve sindirm eden daha da bilenm iş ve bilin çlen m iş olarak çıkm ış ve dem okratik istem lerini ve eğilim leri ni dile getirm iştir. Ö zetle, dem okrasi ve dem okratik m ücadele sorunu, yaşadığım ız yıllarda, Tü rkiye'd e -b ü y ü k b o y u tlarıy latoplum a mal olm uştur artık. Ve yaşadığım ız yılların en bü yü k gerçeklerinden b iri dir bu. Ne var ki, bu önem li gelişm e, aynı zam anda çetin so runları da birlikte getiriyor. D em okrasi için m ücadelenin en etkili, en güçlü olabilecek biçim de örgütlenebilm esi, güçlerin b irleştirilm esi, dem okratik bir cephenin kuru labilm esi sorunları... Bunun neden bir gereksinm e olduğu ve bu gü n her za m ankinden daha fazla önem taşıdığı ise ortada: H alkın dem okratik bilinci ve dem okratik istem leri geliştikçe, iç ve dış söm ürücü güçler, zam an zam an baskı ve terörlerini ar tırm akta, giderek faşizm denem elerine girişm ektedirler. B öylece, dem okratik m ücadelede güç birliğine gidilir ken, h alkın bir an önce örgütlenm esi zorunluluğu da ken dini dayatıyor. Ve eğer dem okrasiye gerçekten inanılıyor, Batı dem okrasisi sözü ediliyorsa, Batı dem okrasisinin ön koşulunun toplum daki bütün sınıf ve züm relerin özgür ce örgütlenebilm eleri olduğu da bilinm elidir. A çık ve dem okratik örgütlenm e olanaklarının kısıtlı ol407
duğu toplum larda, dem okrasi sözü ağıza alınam az, alın m am alıdır da. Ç ünkü dem okrasinin bir başka yönü olan düşünce özgürlüğü, ancak ve ancak kitlelerin özgürce ör gütlenebilm eleriyle bir anlam taşır ve süreklilik kazana bilir. B irbirinden ayrılm az bir bü tündür bunlar. 141. ve 142. m addelerin birbirinden ayrılm azlığı ve her ikisinin dem okrasiye karşıt şeyler oluşları da buradadır. Halkım ızın demokratik özlemlerinin su yüzüne çıktığı, dem okratik m ücadelenin halkın malı olm aya başladığı tari himizin bu önemli yıllarında, dem okratik mücadelenin bir güç birliği ve cephe mücadelesi olduğunu da unutmayalım. Ne var ki, Türkiye'de, bugün, dem okrasinin sınırları nın genişletilm esi, halkın dem okrasi özlem leri, bu yolda atılm ak istenen adım lar, dem okratik h ak ve özgürlüklerin -b ir ölçüde de o ls a - güven altına alındığı bir ortam , aslın da halka karşı olan güçleri ü rkütm ektedir. D em okratik bir ortam da -b a şta işçi sınıfı olm ak ü z e re - em ekçi yığınla rın örgütlenm esinin, siyasete ağırlıklarını koym alarının, faşist bir yönetim altında olduğundan daha yaygın ve da ha hızlı olabileceğini bilm ektedirler. Ve yine onlar, Batı d em okrasisinin ilk koşulu olan bu örgütlenm elerden - g e lecek iç in - büyük bir kaygı duym aktadırlar. Korktukları, ne sosyalizm dir bu gü n ne de kom ünizm . Korktukları dem okrasidir! A ncak unutulm am alıdır ki, dem okrasi, kendi kuralla rı içinde oynanırsa bir anlam taşır. Bu rejim de, belli başlı kurallar çiğnenem ez. Ç iğnenen her kural, sistem i dem ok ratik niteliğinden uzaklaştırır. Eğer rejim in kaybı yalnızca birkaç alandaysa, toplum un bu yanlışları zam an içinde düzeltm esi, sistem in kendi kendini onarm ası olasıdır. Y ok eğer sistem , hem en her alanda kuralların dışına çıkm ışsa, kendi çözüm ünü kendisi yaratam az. A d olarak "d em o k rasi" varsa da, dem okrasiden başka her şeye benzeyen bir garip rejim olur bu. U nutulm am ası gereken bir başka önem li nokta da, de m okrasinin yukardan kararlarla biçim lendirilebilecek bir şey olm adığıdır. D em okrasiye yeniden biçim ini verecek olan -s o n bir d eğ erlen d irm ed e- toplum un tem ellerindeki gereksinm eler ve m addesel güçlerdir. 408
Söz konusu olan, dem okrasinin kurallarına, Anayasa'nın ruhuna ve rejim in özüne sahip çıkm aktır. Türkiye halkının çıkarı, zaten kuralları zedelenm iş, çoğulcu ve sivil özelliğinden kaybetm iş olan dem okrasiyi büsbütün kural dışına zorlam akta değildir. Benzer çözümler, dem okrasi den çekinen kim i çıkar çevresinin özlem ine yanıt verebilir ya da bir bölüm aydın taslağının züm reci yeğlem elerine ve im gelem lerine denk düşebilir ama, halk kitlelerinin çıkar ları -d ü n olduğu gibi bugün d e - dem okraside saklıdır. D A H A Ç O K BİLGİ Halit Çelenk, 141-142 Üzerine, Ankara, 1976. M. Emin Değer, CIA-Kontr-Gerilla ve Türkiye, Ankara, 1977. Mehmet Kemal, Celal Bayar Efsanesi ve Raftaki Demokrasi, İstanbul, 1980. Çetin Özek, 141-142, İstanbul, 1968. Murat Sarıca, Anayasayı Niçin Savunmalıyız? İstanbul, 1969. Bahri Savcı, Demokrasimiz Üzerine Düşünceler, Ankara, 1963. Bülent Tanör, TCK. 142. Madde, Düşünce Özgürlüğü ve Uygu lama, İstanbul, 1979. Bülent Tanör, Siyasi Düşünce Hürriyeti ve 1961 Türk Anayasa sı, İstanbul, 1967. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Sağsız Solsuz Demokrasi, İstanbul, 1973. OKUM A D Ü ŞÜ N C E Ö Z G Ü R LÜ Ğ Ü N E D EM EK T İR ? Hükümet programı üzerindeki görüşmelerde de söz konusu oldu: Düşünce özgürlüğü Anayasayla sınırlı mıdır? Adalet Partisi Genel Başkam, "sokaklar yürümekle aşınmaz" gibi liberal görünümlü sloganların sahibi olmakla birlikte, yıllar yılı şu düşünceyi de inatla savunur: "Evet, Türkiye'de düşünce özgürlüğü vardır; ama bu özgürlük kimseye Anayasa'dan farklı düşünceleri yaymak hakkını vermez." Bu görüşe göre Anayasa'ya ters düşen düşünceler ancak kafalarda durabilir; bunların yayılması temel nitelikleri Anayasa'yla belirtilen Cumhuriyet'in 409
1 yıkılması için propaganda yapmak demektir; dolayısıyla yasak tır. Aslına bakarsanız, Anayasa Mahkemesi de, düşünce özgür lüğünü sınırlayan Tedbirler Kanunu'nun ya da Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddelerini Anayasa'ya uygun bulurken bun dan farklı bir temel gerekçeye dayanmıyordu. Acaba sanıldığı kadar doğru mu bu gerekçe? Ya da, doğruluğu kabul edilirse, işin sonu nereye varır? Galiba tartışmaya Anayasa denen metnin öz niteliğiyle baş lamak doğru olacak. Bu yapılırsa, "Anayasa'ya aykırı yasa" ile "Anayasa'ya aykırı düşünce" arasındaki fark açıkça ortaya çı kacak. Anayasaların özelliklerinden biri de, bir çeşit "toplum söz leşmesi" anlamını taşımaları. Başka bir deyişle, Anayasa'yı be nimseyen belirli bir toplum, tarihinin belirli bir döneminde, be lirli bir metnin getirdiği temel kurallara göre yönetilmeyi, bu temel kurallar çerçevesinde yaşamayı kabul etmiş oluyor. Asıl kuruculuk yetkisini şu ya da bu yoldan kullanan ulus, Anayasa'yı yapmakla ya da onaylamakla, böyle bir toplumsal sözleş meyi de benimsemiş oluyor. Genellikle kabul edilen başka bir ilke de şu: böylece benimsenen bir Anayasa'dan sonra artık, o toplumu yönetmek için çıkarılacak yasaların da Anayasa'daki kurallara uygun olması gerekiyor. Hatta, 1961 Anayasası'na göre, bu uygunluğu taşımayan yasalar Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilecektir; çünkü yasalar, o sözleşmeye göre yönetil meyi kabul etmiş olan toplumun bütününe uygulanır. Toplum, sözleşmenin dışına çıkan kuralların kendisine uygulanmasını istemez. Düşünceler için aynı şeyi söyleyebilir misiniz? Kimseyi zor layıcı bir niteliği var mıdır düşüncenin? Doğrudur, yanlıştır, be ğenirsiniz, beğenmezsiniz; benimsersiniz, benimsemezsiniz. Ama, beğenmek zorunda olmadığınız gibi, beğenmeyişinizi, hatta sizi rahatsız edişini bir yasaklama nedeni haline de getire mezsiniz. Çünkü toplum sözleşmesi niteliğindeki Anayasa'mn kurallarından biri de, "herkesin düşünce ve kanaatlerini açıkla ma ve yayma özgürlüğüne sahip olması." Anayasa, serbestçe açıklanabilecek olan düşüncelerin tava nı değil, tabanıdır. Anayasa tabanına, daha doğrusu Anayasa'daki düşünce özgürlüğü tabanına dayanılarak, onun güven cesi altında, her düşünce serbestçe açıklanabilecek. Nitekim, 410
Anayasa'nm kendi de, şimdilik kendisine ters gelen düşüncele rin toplumdaki belirli bir çoğunlukça benimsenmesi halinde, belirli kurallara uyularak değiştirilmeye açık. Hem sonra, düşünceler için Anayasa'nm sınırını nerede çize ceksiniz? Hangi düşünce Anayasa'nm sınırları içinde, hangisi dışında sayılacak? Örneğin, Anayasa'nm temellerinden sayabi leceğiniz mülkiyet hakkı, taksitli kamulaştırmalarda yirmi yıllık süreden fazlasını savunmayı yasaklamak hakkını verir mi size? Anayasa'nm öngördüğü yirmi yıllık süreden fazlasının mülki yet hakkını zedelediğini, böylece Anayasa ötesi bir düşünceyi savunmak anlamına geldiğini, dolayısıyla yasaklanması gerek tiğini söyleyebilir misiniz? Tabii, düşünce özgürlüğünün sınırlanmasını isteyenler, hiçbir zaman, kendi çıkarlarının savunmasını yapar görün mek istemezler. Onlar, başka sınırlamalarda olduğu gibi, bura da da Anayasa'nm değişik 11. maddesini imdada çağırıp, "Dev letin ülkesiyle ve milletiyle bütünlüğünü, Cumhuriyeti, mali güvenliği, kamu düzenini, kamu yararını, genel ahlakı ve genel sağlığı" korumaktan söz edecekler, düşünce özgürlüğünün, özüne dokunmadan, bu nedenlerle sınırlanabileceğini söyleye ceklerdir. Düşünce özgürlüğünün özünün düşünceden ibaret olduğu nu unutarak. Düşünce özgürlüğü, özle öz olmayanın ayrılamadığı bir özgürlük. Azıcık sınırlandığı zaman bütünüyle yok olan bir özgürlük bu. Çünkü, düşüncenin sınırı yok. Kaldı ki, sınırsız düşünce özgürlüğünün kurulu düzeni yık maya varacağından korkanları teselli edecek çare de yine dü şünce özgürlüğünde gizli. Tehlikeli sayılabilecek bir düşün ce, başka bir düşünceyle çürütülebiliyorsa tehlikeli olmaktan çıkar. Bakın, şunu da unutmayalım: Kendi dünya görüşünüzü doğru belleyip zor kullanarak başkalarına ağız açtırmamaya, kalem oynattırmamaya zorbalık derler. Kurulu düzendeki eko nomik çıkarlarla birleşince de bunun adı faşizm olur. Çıkıp bu nun doğruluğunu da savunabilirsiniz. Ama, ne olur, demokra si adına faşizmi savunmayın. (Mümtaz Soysal, "Sınırlı Düşünmek", Barış, 7 Şubat 1974)
411
T SO RU LA R
1. Türkiye'de demokratik gelişim, bugün ne gibi sorunları gündeme sokmuştur? 2. Düşünce özgürlüğü ne demektir? (Okuma parçasını da okuyunuz.) Düşünce özgürlüğünün, "kitlelerin özgürce örgüt lenebilmeleri" özgürlüğüyle ne gibi bir ilişkisi vardır? 3. Demokratik mücadelede güç birliği ve cephe mücadelesi niçin zorunludur? 4. Türkiye'de, bugün, gerçek anlamıyla bir demokrasinin "dostları" ve "düşmanları" kimlerdir?
412
BÖLÜM IV TÜRKİYE'DE SİYASAL PARTİLER Türkiye'de, siyasal yaşam "ço k partili"dir. Bu çok partililiğin "anayasal p lan "d aki görünüşünden -d a h a ö n cebahsettik. Şim di "so sy o lo jik p lan "d aki görünüşünü belirt m eye çalışacağız. Ö nce, şu gerçekten hareket edelim : Siyasal partiler, as lında, toplum daki çeşitli sosyal sınıfların ve kesim lerin si yasal iktidar için m ücadele araçlarıdır. Sınıf gerçeği bir ya na bırakılarak parti gerçeği anlaşılam az. Siyasal partilerin "sın ıfsal y ap ısı" bilinm eden de, bir toplum daki siyasal yaşam ve onun içindeki siyasal iktidar m ücadelesi h ak kında doğru bir yorum da bulunm aya olanak yoktur. Bu "so sy o lo jik " gerçekten hareket ederek, T ü rkiye'nin bugünkü siyasal yaşam ına baktığım ızda nasıl bir siyasal partiler tablosu ile karşılaşıyoruz. SA Ğ K A N A T "S a ğ k an at" deyince, "y erleşik düzen"i, başka b ir de yişle "k apitalizm i ve kapitalizm öncesi ilişk ileri" savu nan sınıf ve züm relerin kuruluşları, en başta partileri an laşılır. A şağıda, önce sağ kanattaki "p artiler" den, sonra da bu partilere egem en "eğilim ler" den bahsedeceğiz. Sağ kanat partileri T ü rkiye'de, bugün, bu nitelikteki partiler şunlardır: A dalet Partisi, C um huriyetçi G üven Partisi, M illi Selam et Partisi ve M illiyetçi H areket Partisi.
413
1 a) A dalet Partisi A d alet Partisi, 1961 yılında, 27 M ayıs H areketi'nden sonra kapatılan D em okrat P arti'nin yerine kuruldu. D e m okrat P arti'nin tabanına ve dağılm ış olan örgütüne da yanarak, daha 1961 genel seçim lerinde 158 m illetvekilliği kazandı. A ncak gerçek yolunu, 1965'te, Süleym an D em i rci'm başkanlığa getirilm esinden sonra buldu. 1961'in A P 'sinin D P 'n in devam ı olduğu söylenebilir. Am a 1965'in A P 'si, D P 'n in aynı sınıfsal özdeki, ancak 15 yılın ekonom ik gelişm esine uygun olarak, bir başka dü zeyden devam ıdır. D P dönem i, tarım burjuvazisinin, ge nel olarak tarım çıkarlarının, bü yü k ölçüde sanayi, bir öl çüde de ticaret çıkarları aleyhine gelişm esi, bü yü k serm a yenin tarım ve ticareti yeğlem esinin ağır basm ası olarak özetlenebilir. D P'nin, yükselişi gibi düşüşü de böyle bir politikaya bağlıdır. AP, hele 1965'te Süleym an D em irel'in genel başkan lı ğından sonra, tekelci kesim in, büyük ticaret ve sanayi çı karlarının siyasal örgütü oldu. Büyük serm ayenin, en ge ri söm ürücü sınıflarla, tefeci, aracı, ağa ile olan geleneksel bağlaşıklığı, bu kesim lerin güdüm ündeki kitlelerin oyları nı, dolayısıyla parlam enter rejim i de güvence altına alı yordu. N e var ki, 1965 sonrasındaki hızlı kapitalist gelişm e sü recinde, serm aye içi çelişkiler kendini daha güçlü biçim de duyurm aya başladı: A P dönem inde izlenen sanayileşm e politikası (çeşitli özendirm eler, sübvansiyonlar, kredi, yatırım indirim i), he le ikinci 5 yıllık plan dönem inde, artık sanayiye yönelm iş olan büyük serm aye kesim ine en bü yü k yararları sağlar ken; "o rta burjuvazi"nin çıkarlarını da zedeledi. Üstelik, bü yü k serm ayenin eski ortakları olan tefeci-tüccar kesim i, geri söm ürgen sınıflar da çıkarlarının sarsıldığını gördüler. Bu çıkar çatışm ası, 1969 yılında tekelci kesim yararına çı karılan yeni kanun ve uygulam alarla büsbütün güçlendi. Egem en sınıfların ve siyasal örgütlerinin bütünselliği sarsılm akta, çatlam alar kendini gösterm ektedir. 414
Çatlamanın ilk habercisi, Necmettin Erbakan olayı ve Milli Nizam Partisi'nin kuruluşu oldu. Erbakan, "büyük şehir tüccarı, komprador-mason azınlığa" karşı, "Anado lu tüccarının, Anadolu sanayiinin, küçük kent sermayesi nin" muhalefetini dile getirmeye çalıştı ve AP taşra örgü tünden önemli kopmalar sağlayabildi. AP içinde daha önemli bir kopma, Demokratik Parti'nin kuruluşu ile oldu. Bugün A P -" d ış a b ağ ım lı" da o ls a - sanayiye yönelen sanayi burjuvazisinin örgütüdür. Büyük bu rju vazi için de, "tek elci k esim " de, kendisine en yakın kuruluş olarak A P 'yi görm ektedir. AP konusunda, sapm alara yol açabilecek en önem li ya nılgı, D em irel'in çizgisini "ilerici sanayi kesim inin çizgisi" olarak tanım lam ak ve A P 'yi üretici güçleri, yani kapitaliz m i en hızlı geliştirecek siyasal örgüt olarak görm ektir. H alk kitlelerine, em ekçilere ve özellikle işçilere karşı tekelci serm ayeden yana olduğu için, A P 'y i ilerici b ir ör güt olarak nitelem ek olası değildir. K aldı ki, çağım ızda, üretici güçleri çok daha hızlı geliş tirebilecek farklı toplum ve kalkınm a m odelleri vardır. A P 'yi "ileri sanayi toplum unun önde gelen siyasal örgü tü " saym ak, "k ap italizm i" seçeneği olm ayan tek ekono m ik m odel, giderek en ileri sistem olarak kabul etm ek de m ek olur. Ki baş yanılgılardan biridir bu. b) C um huriyetçi Güven Partisi C H P 'n in "ortan ın solu " siyasetini benim sem esinden sonra, "p artin in program ından ve dem okratik usullerden ayrılarak sosyalizm yoluna saptırıldığını" ileri süren 47 m illetvekili ve senatörün, 1967 yılında C H P 'd en ayrılarak kurdukları b ir parti bu. 1973 seçim lerinde sandalye sayısı 13'e düşen CGP, bu gün parlam entoda grup kurm a olanağını bile kaybetm iştir. CG P -C u m h u riy et H alk P artisi'n in eski sağ kanadı ola r a k - hâlâ m odası biraz geçm iş bir K em alizm anlayışının 415
etkisindedir. K em alizm 'i, ileriye dönük biçim iyle değil de, kurulu düzeni sürdürm eye yarayacak biçim iyle benim ser. Hatta, daha da ileri giderek, onu sol düşm anlığı için rahat ça kullanılabilecek bir silah haline getirm iştir. c) M illi Selam et Partisi 14 Ekim 1973 seçim lerinden sonra en fazla tartışılan si yasal parti -k u ş k u s u z - Milli Selam et Partisi oldu. Bu siya sal partinin hangi sosyal sınıfların ve katların çıkarlarını tem sil ettiği uzun uzun tartışıldı. 1971'de A nayasa M ahkem esi'nce kapatılan M illi N i zam Partisi'nin de başkanı olan M SP Genel Başkanı N ec m ettin Erbakan'ın 1969 O dalar Birliği seçim lerindeki tu tu mu, partinin sınıfsal yapısına ışık tutm ak bakım ından ilgi çekicidir. 1969'da Erbakan, O dalar B irliği'nde, "k om p rador-m ason azınlık, büyük kent tüccar ve san ayicisi" adı nı verdiği -u lu slararası tekelci kapitalizm le b ü tü n leşm işbü yü k tekelci serm ayeye karşı m ücadele ediyordu. K im ler adınaydı bu m ücadele? "A n ad olu tüccar ve sanayicisi ad ın a" diye yanıtlıyor du kendisi. M N P'nin devam ı olan M SP 'yi -a n a çizgileriyle pek farklılaşm am ış da o ls a - bugün yalnızca A nadolu bu rju va zisinin siyasal örgütü olarak görm ek olası değil. Bu kesi m in tarım cıları ve tacirleri, daha çok D em okratik P arti'yi desteklediler, sanayicilerin bir bölüm ü ise C H P 'n in des tekçisi oldu. M SP 'nin seçim propagandalarında ve Erbakan'ın ko nuşm alarında, dinci tem a ve bir çeşit tem elsiz İslam sos yalizm i tem ası hep ağır basm ıştır. M SP'yi destekleyen seçm en kitlesi ise kırsal bölgelerin, küçük ü reticiliğin y ay gın olduğu bölgelerin küçük köylüsü, küçük üreticisi, kent küçük bu rju vazisinin en geri ve dinsel ideolojinin et kisi altındaki kesim leri oldu. A raya giren ve hâlâ etkili olan dinsel m otif; en az u ya nık ve en az bilinçli kesim lerin tekelciliğe karşı duyguları na ve tepkilerine tercüm an olan İslam sosyalizm i tem ası, servet düşm anlığı, Batı düşm anlığı gibi etkenler yüzü n 416
den, M SP'nin sınıfsal yapısının, öteki bütün partilerden daha ayrışık ve daha kaygan olduğu, henüz belli bir ke sinlik kazanm adığı söylenebilir. Bu bakım dan, M SP 'ye -h e m e n olm asa bile zam an içind e - tabanını kendi kendine yitirecek bir siyasal kuruluş olarak bakm ak doğrudur. d) M illiyetçi H areket Partisi 27 M ayıs'la kurulan M illi Birlik K om itesi'n den çıkarıla rak yabancı ülkelerdeki tem silciliklerde danışm an olarak görevlendirilen 14'lerden bazıları yurda dönünce (1963), liderleri A lparslan Türkeş ile birlikte, düşüncelerine en yakın bu ld u kları C um huriyetçi K öylü M illet Partisi'ne girdiler. Bunun üzerine, genel başkan O sm an Bölükbaşı -b ir kısım üyelerle b irlik te - partiden ayrıldı. 1965'te genel başkanlığa A lparslan Türkeş seçildi. Bu tarihten sonra, CKM P, yeni bir görünüş kazandı. Yeni genel başkan, partinin görüşünü, D okuz Işık adı nı verdiği birtakım ilkelerle belirledi. Bunlar, -k e n d i ad landırm alarıyla: 1. Türk m illiyetçiliği; 2. Ü lkücülük; 3. A h lakçılık; 4. Özel teşebbüsçüllik; 5. İlim cilik; 6. H ü rriyetçi lik; 7. K öycülük; 8. G elişim cilik ve halkçılık; 9. Endüstricilik ve teknikçilik. Bu ilkelerle yeni bir hareket ve eylem program ına ka vuşan C K M P, 1969'da A dana'da yapılan genel kurul top lantısında M illiyetçi H areket Partisi adım aldı. Program ı "to taliter" bir nitelik taşıyan M H P, orta sını fın küçük bir kesim i ile -ç o k azın lık tak i- bazı gençlik gruplarınca benim senm iştir. Parti, özellikle 1969'dan sonra gençliğe büyük önem verdi. Hazırladığı özel programda gençliği, kurmak iste diği düzenin ana hazırlayıcısı saydı. Halk arasında ve ba sında üyelerine komando adı verilen gençlik kollarım (Ülkü Ocakları) kurdu. Bu gençleri silahlı eğitimden ge çirdikten sonra parti hizmetinde kullanmaya başladı. Partinin, zaman zaman adı değiştirilen bu "yan kuru luşları", terörün başta gelen öğeleri olacaktır. 417
1973 seçim lerinde oy sayısını % 3 'ten (1969) % 4 'e çıka ran M H P, 1977 seçim lerine değin, Parlam ento'da üç ınilletvekilince tem sil edilm iş; bu seçim lerde ise tem silci sayı sını 16'ya çıkarm ıştır. 1965'ten sonra grafiği gitgide yükselm eye başlayan te rörün içinde yer alan MHP, özellikle 1977 seçim lerinden sonra sağ terörün başta gelen odağı olm uş; düşüncesi, ö r gütlenm esi ve eylem i bakım ından, faşist bir parti niteliği ni -k u şk u y a hiç yer bırakm ayacak b içim d e - ortaya koy m uştur. Sağ kanattaki eğilim ler ve gelişm eler 1975 yılından başlayarak, Tü rkiye'de, sağ kanat p artile rin -b irk a ç istisn asıy la- aralarında birleşip bir hüküm et kurm aları dikkatleri topluyor. G erçekten, C H P-M SP Koalisyonu'nun bozulm asından sonra -D P dışında k a la n dört sağcı parti (AP, CGP, M SP, M HP), "M illiyetçi Cep h e " adı altında bir hüküm et kurm uş; aynı ortaklık 1977 seçim lerinden sonra yinelenm iş; son olarak, 1979 Ekim se çim lerinin ertesinde A P'nin kurduğu hüküm et, M H P'ce "kayıtsız şartsız" ve M SP'ce -"k e r h e n " de o ls a - sonuna değin desteklenm iştir. "K om ü nizm le m ü cad ele" gerekçesinin yanı sıra, "is tikrarlı h ü k ü m et" kurm a gerekçesine de dayanan bu or taklıklar, çeşitli bakım lardan, üzerinde önem le durulm ası gereken bir olaydır. Ö nce şu noktayı belirtelim : "İstik rarlı h ü k ü m et" so runu, Türkiye'de, genel olarak burjuva iktidarının gelip dayandığı noktaya ilişkindir. Türkiye, artık Batı'daki bir çok ülke gibi istikrarsız, güçsüz hüküm etler dönem ine girm iştir. N edeni de, "sosy al y ap ıd a"d ır bunun. İktisadi ve sosyal sorunlara, artık, kapitalizm çerçevesinde ve bu r juva iktidarlarınca geçerli ve sürekli bir çözüm getirilem e m ektedir. Ü stelik, geri ve dışa bağlı kapitalizm in yarattı ğı sorunlar gittikçe büyüyor ve büyüyecek; dar boğazlar daha da daralıyor ve daralacak. Genel bir deyişle, Tü rki y e'd e üretim güçleriyle üretim ilişkileri çelişkisi keskin le şiyor. Ve bu nu n sonucu, halk kitlelerinin ve işçi sınıfının 418
m ü c a d e l e s i h ız l a n ı y o r , y a y ı l ı y o r .
İstikrarsız hüküm etlerin birinci nedeni bu. Serm aye sınıfları arasındaki çekişm e ve sürtüşm elerin yarattığı "ik tid ar b oşlu ğ u ", istikrarlı ve süreli hüküm etle rin kurulm asını önleyen bir ikinci neden. A slında, sağ kanatta böyle bir birleşm eyi, başta bü yük serm aye çevreleri istem ektedir. Bunun gibi, kapita lizm in dünyanın üçte birini sosyalizm e kaptırarak daral mış olan alanının daha da daralm asını ve bu arada Tü rki ye'n in sola kaym asını önlem eye kararlı A m erika da böyle bir birleşm eyi ister. Sağ kanattaki bütünleşm enin ilerde daha da yoğunla şacağı bir gerçektir. G elişm elerin, sağcı partileri tek bir parti çatısı altında birleşm eye götürm esi de uzak bir olası lık değil. Egem en sınıfların kendi içindeki sürtüşm e ve çe kişm elerin tem el, uzlaşm az çelişkiler olm adığını da unut m am ak gerekir. AP, M SP ve M H P arasındaki ayrım lar ke sin ve derin değildir. "K om ü n izm le m ü cad ele", "m ukadd esatçılık " ve "ırk çılık " arasında uzlaşam ayacak ne var dır? Böylece, egem en sınıfların birbirinden ayrı görünen eğilim leri, giderek bir potada eriyip kaynaşarak daha açık ideolojik ve siyasal bir bütünleşm eye yönelebilir ya da b i ri ötekilere egem en durum a gelebilir. Ö nem li olan, böyle bir gelişm e karşısında, ilerici de m okrat ve devrim ci güçlerin durum u, onların bilinç, ör gütlülük ve gelişm e düzeyidir. D A H A Ç O K BİLGİ Abdi İpekçi, Liderler Diyorlar ki (röportajlar), İstanbul, 1969. Kerem Noyan, Faşizmin Yalanları, İstanbul, 1978. Muzaffer Sencer, Türkiye'de Partilerin Sosyal Temelleri, İstan bul, 1971. Erdoğan Teziç, Siyasi Partiler (Partilerin Hukuki Rejimi ve Tür kiye'de Partiler), İstanbul, 1976. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Partiler, İstanbul, 1952.
419
OKUMA
SAĞ, M İLLİY ET Ç İLİK T EN N E A N LIY O R ? Ağızlarda en sık dolaşan etiket olarak en sık kullanılan "M il liyetçilik" kavramını alalım. Hepsi milliyetçidirler ama, hepsi nin milliyetçiliği aynı mıdır? Adalet Partisi, milliyetçiliği, eskiden beri bir "Kalkınma coş kunluğu" ve kalkınmada aranması gereken bir "Milli heyecan" olarak almıştır. Barajlar, yollar yapıldıkça, fabrika bacaları yük seldikçe, Türk ulusu da yükselecektir. Kalkınmanın özel giri şimle gerçekleştirilmesi ve kullanılan yöntemlerin özel çıkarlara yaraması bu heyecanı azaltmaz, tersine artırır. "Her mahalleye bir milyoner" felsefesidir bu. Adalet Partisi'nin milliyetçiliğinde bir yabancı düşmanlığı, içteki azınlıklara karşı bir burukluk, toplum adına devleti ön plana çıkarma yönünde bir eğilim bu lamazsınız. Ama bütün bunlar, Milliyetçi Hareket Partisi'nin milliyetçiliğinde vardır, hem de fazlasıyla vardır. Coşku, Türki ye sınırlarını aşar, uzaklardaki bir "Büyük Türkiye" hayaline ulaşır. Disiplinli toplumculuk, nerdeyse sermaye düşmanlığı na kadar varan bir planlı devletçilikle karışıktır. Yine bu anla yışa göre Türk, kendine dönüp titreyince, azınlıklara da piliyi pırtıyı toplayıp gitmek düşecektir. Aynı çelişkileri Cumhuriyetçi Güven Partisi'nin ya da Milli Selamet Partisi'nin milliyetçilik anlayışlarını deştiğiniz zaman da görürsünüz. CGP, Cumhuriyet Halk Partisi'nin eski sağ ka nadı olarak, hâlâ modası biraz geçmiş Kemalizm anlayışının etkisindedir. Kemalizm'i, ileriye dönük biçimiyle değil de kuru lu düzeni sürdürmeye yarayacak biçimiyle benimser. Hatta, da ha da ileri giderek, onu sol düşmanlığı için rahatça kullanılabi lecek bir silah haline getirmiştir. Ama CGP'lilerin "Atatürk Mil liyetçiliği" dedikleri şey bile, MSP'nin "Milli görüş"ünden fer sah fersah uzaktır. Orada, din ve dolayısıyla "Ümmet" düşün cesi ön plana geçer. Milliyetçilik, bu anlayışla bağdaşabildiği öl çüde vardır. Onunla çatışmaya başladığı andan itibaren, MSP de milliyetçilikle külahları değiştirmeye hazırdır. Milliyetçilik konusundaki nüansları, hatta nüanstan da öte ye, bir çatışma noktası olarak ortaya çıkan başkalıkları daha ar tırabilirsiniz. 420
Bunlar daha da artabileceği içindir ki, Cephe partilerinin ko nuyu öbür ucundan alıp "Anti"ler üzerinde, "Olumsuzluklar" çevresinde bir yakınlaşma aramalarından daha doğal bir şey olamaz. Başka bir deyimle, milliyetçiliğin tanımlanması konu sunda vakit kaybedeceklerine, "Sola karşı olmak"la işin için den çıkmaları daha kolaydır. ...Birbiriyle çatışmamak için bir şey "yapm ak"tan kaçınan ve sadece "karşı olmak'Ta yetinen partilerden kurulu bir Cephe, "so la karşı siper kazıyorum" derken, kendi çukurunu da kazmış olur. (Mümtaz Soysal, "Cephe Gerisi", Milliyet, 3 Mayıs 1975)
SO R U LA R 1. Türkiye'de siyasal yaşam ın niteliği nedir? 2. Siyasal parti deyince, sosyolojik planda ne anlaşılır? Siya sal partilerle bir toplumdaki sosyal sınıflar arasında bir ilişki var mıdır? Varsa, nasıl bir ilişkidir bu? 3. "Sağ kanat" derken ne anlaşılır? Türkiye'de sağ kanat par tileri hangileridir? 4. Adalet Partisi, ne zaman kurulmuştur ve hangi sosyal sınıf ve zümrelerin temsilcisidir? Türkiye'de, büyük burjuvazi içinde egemenliğin ticaret burjuvazisinden sanayi burjuvazisine geçişi AP içinde ne gibi gelişmelere yol açmıştır? Bunun gibi, AP konu sunda sapmalara yol açabilecek en önemli yanılgı hangisidir? 5. Cumhuriyetçi Güven Partisi, niçin ve nasıl kurulmuştur? Bu partinin Kemalizm anlayışındaki özellik nedir? 6. Milli Selamet Partisi, ne zaman kurulmuştur ve hangi sos yal sınıf ve zümrelerin partisidir? 7. Milliyetçi Hareket Partisi, ne zaman ve nasıl kurulmuştur? Bu parti, "ideoloji" ve "eylem " planında, öteki sağcı partilerden farklı olarak ne gibi özelliklere sahiptir? 8. Türkiye'de, sağ kanattaki son eğilimler ve gelişmeler nasıl dır? Sağ kanattaki partiler, milliyetçiliği nasıl anlatmaktadırlar? (Okuma parçasını okuyunuz.)
SO SYA L D EM O KRA Sİ 14 Ekim 1973 ve -o n u iz ley en - 9 A ralık seçim lerinde el de ettiği u m u lm adık sonuçlar, C um huriyet H alk Parti 421
si'n in yapısı, nereden nereye geldiği, ne gibi bir sınıfsal değişm e geçirdiği ve bugün de hangi sınıfların tem silcisi olduğu sorularını gündem e getiriyor. Gerçekten de, 1950, hele 1960 sonrasında hız kazanan kapitalist gelişm e, en çok C H P 'yi etkilem iş görünüyor. 1923'ün H alk Fırkası, 1943'ün C um huriyet H alk Partisi ve 1972'nin yeni C H P 'si -a y n ı çizginin devam ı olm akla birlikte, sınıfsal dayanakları b ak ım ın d an - birbirinden ol dukça farklı siyasal kuruluşlardır. Bu farklılık, doğrudan doğruya, toplum un geçirm ekte olduğu ekonom ik ve sos yal değişm eye bağlıdır. CHP'nin doğuşu H alk Partisi'ni, 1923'te Atatürk, "bir sınıfın değil bütün ulusun partisi olacağı"nı bildirerek kurdu. Bu ülkenin teme linde, Türkiye'de farklı sınıfların var olmadığı görüşü yatı yordu. Ama, sosyal gerçek bu m uydu? H alk Fırkası, gerçek ten de bütün bir ulusun partisi miydi? Olabilir miydi? H alk P artisi'n in kuruluşundaki sınıf dayanaklarının in celenm esi, aslında T ü rk iy e'd e 1908'lerd e başlay an ve 1923'te gelişen "b u rju va dem okratik devrim i"nin in ce lenm esi anlam ına gelir. Burada son derece önem li olan bu konuyu bir yana bırakarak, Kurtuluş Savaşı'n ın ve 1923 hareketinin -k en d in e özgü koşullar içinde g erçek leşen b ir "bu rju v a dem okratik d evrim i" olduğunu söylem ekle yetinelim . A ncak, 1923 bu rju va dem okratik devrim inin m utlaka belirtilm esi gereken tarihsel özelliği, devrim in tem el sınıfı olan burjuvazinin güçsüzlüğüdür. Burjuvazinin bu tarihsel güçsüzlüğü, asalaklığı ve b a ğım lılığı, devrim in fiilî gücü haline gelen küçük burjuva bürokratların a, asker-sivil aydınlara ulusal burjuvazinin görevlerini de yüklem iştir. Böylece H alk Partisi, -a n a çizg ileriy le- güçsüz bu rju va zinin ve onun güçsüzlüğü yüzünden burjuva dem okratik devrim inde bu rju vazinin görevlerini üstlenm iş olan kü çük burjuva bü rokrat kesim inin siyasal örgütü olarak doğm uştur. 422
Hdlk l’artisi'nin ideolojisi, devrimin yapısına uygun olarak bir "burjuva ideolojisidir": Halk Partisi'nin altı okunu oluşturan ilkeleri yani cumhuriyetçilik, laiklik, milliyetçilik, inkılapçılık ve -özel koşulların zorunlu so nucu olan - halkçılık ve devletçilik, devrimini gerçekleş tirmeye çalışan burjuvazinin klasik ilkeleridir.
H alk Partisi, bu sınıfsal yapısıyla, 1950'lere -h a tta bir ö lçü d e - 1970'lere değin, ikili bir dengeyi içinde barın d ır m ıştır: Bir yanda, ulusal burjuvazinin görevlerini yükle nen bürokrat küçük burjuva kesim i, öte yandan uluslar arası kapitalizm le bütünleşm ekte ve kom prador burjuva zinin yerini alm akta gecikm eyen dışa bağım lı burjuvazi. Halk Partisi'nin tarihindeki, "Terakkiperver Cumhu riyet Fırkası" (1924) ve "Serbest Fırka" (1930) muhalefet leri, dışa bağımlı büyük sermayenin, ulusal burjuvazinin görevlerini yüklenen küçük burjuva bürokratlarına karşı tepkisinin ve iktidara ağırlık koyma mücadelesinin ör nekleridir.
K ısaca özetlenecek olursa, K urtuluş Savaşı ve sonrası -g e n e l çiz g ileriy le- bir bu rju va devrim i olarak nitelenm elidir. C um huriyet dönem inin bü tün uygulam aları, burju vaziyi güçlendirm eye ve kapitalist toplum u kurm aya yönelm iştir. 1930 sonrasının iç ve dış koşullarının zorladı ğı bir uygulam a olan "ek o n o m ik d evletçilik", yani "d ev let k ap italizm i" de güçsüz burjuvaziyi güçlendirm eyi, yerli serm aye için koruyucu bir şem siye görevini görm eyi am açlam aktadır. İktidardan m uhalefete II. D ünya Savaşı ve sonrası, Türkiye tarihinde olduğu gibi, C H P tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Savaşın b aş ladığı yıllarda, CH P ve iktidar içindeki ikili denge varlığı nı sürdürm ekle beraber, devletçi kanadın siyasal ağırlığı ve etkinliği tartışılm az. A ncak, II. D ünya Savaşı'm n sonu na doğru -ö zellik le savaş koşullarının g erek tird iğ i- ola 423
ğanüstü önlem ve sınırlam alar, C H P 'ye karşı hoşnutsuz luğu artırm ıştır. Savaş yıllarında ortaya çıkan spekülatif servetler, karaborsa kârları, kapkaççı serm ayeler, küçük burjuva köktenciliği ve C H P'nin devletçiliği karşısında güçlü bir cephe oluşturm uştur. 1945 yılında CHP, bir yandan ezilen ve baskı altında tutulan halk kitlelerinden, bir yandan da sermaye kesim i nin büyük bir çoğunluğundan, özellikle de uluslararası kapitalizmle ortaklık içindeki büyük sermaye kesim in den, tüccardan, tarımcıdan, sanayiciden gelen tepkilerle karşı karşıyadır. Bu tepkilere, II. Dünya Savaşı sonrasında totaliter re jimlerin yıkılışı ve demokrasilerin üstünlüğü de eklen miştir. Türkiye, 1945'te -uluslararası kapitalizmin ve yer li ortaklarının da isteğine bağlı olarak- kapitalist dünya nın bir parçası olma, giderek Amerika ile sıkı ilişkiler kur ma yolundadır.
G enel çizgileriyle burjuvazinin siyasal örgütü olan C H P içinde, uzun süreden beri devam eden ikili yapı, 1945'te artık çatlam a noktasına gelm iştir. D em okrat P ar ti, işte bu çatlam anın sonunda, dışa bağım lı büyük ticaret serm ayesinin ve toprak sahiplerinin tem silcisi, siyasal ör gütü olarak doğar, gelişir ve 1950'de iktidara gelir. iktidara geldikten sonra, büyük serm ayeye ve toprak sahiplerine borçlarını -b o l b o l- ödeyen DP, -d a h a önce anlattığım ız n ed en lerle- 1960'ta, 27 M ayıs hareketiyle ik tidardan indirilir. 27 M ayıs hareketini izleyen günlerde, artık planlı ve sa nayiyi ön sıraya koyan bir kapitalistleşm eden yana olan serm aye kesim i, C H P 'n in -İn ö n ü 'n ü n b aşk an lığ ın d a- ye n id en ağırlık kazanm asına engel olm adı. Böylece, bir yan dan küçük burjuva bürokratlarını tatm in etm iş, öte yan dan da kırk yılın serm ayeye yontan "d ev letçi" si İsm et Paşa'y ı bu kez de tekelci kesim in planlı gelişm esinin vasisi durum una getirm iş oluyordu. G iderek CHP, 1960 sonra sında -v e en son arınm anın gerçekleştiği 1972'ye d eğ in bürokrat küçük burjuvazinin, öteki bazı küçük burjuva 424
kesim lerinin ve "san ayiciliği ağır b asan " bir bölüm te kelcinin partisi oldu. 1960-1970 arası, istatistik verilerin bü yü k bir açıklıkla gösterdiği gibi, sanayinin tarım ve ticarete üstün geldiği; sanayi çıkarları ön plana geçerken, tarım çıkarlarının ve bir bölüm ticaret çıkarlarının zedelendiği, kem irildiği bir dönem dir. Bu dönem de ekonom ide sanayi kesim inin pa yı artarken, uluslararası tekelci kapitalizm in ortağı tekelci kesim in zorunlu yeğlem esi de sanayi doğrultusunda ol m uştur. 1965 seçim lerine doğru İsm et Paşa'nın "o rtan ın solu" sloganını atm ası, bir yandan Türkiye İşçi Partisi oylarını bölm ek için bir taktik olarak görülebileceği gibi, sanayiye yönelen tekelci kesim in uzun vadeli siyasal çıkarlarının gerçek güvencesi olabilecek bir sosyal dem okrasi adım ı olarak da görülebilir. "O rtanın solu " sloganının parti için de yarattığı bü yü k çalkantıya ve gruplaşm alara karşın, bü yü k serm ayenin C H P içinde kalan sözcüleri partiyi terk etm ek gereğini duym am ışlar, hatta "ortan ın solu " sloga nını savunm uşlardır. 1970'ler, sanayiye yönelen büyük serm ayenin yeni bu nalım larla karşı karşıya olduğu bir dönem dir. Tekelci ke sim, bir yandan öteki serm aye kesim lerine karşı, öte yan dan da 1961 sonrasının -g ö r e c e - dem okratik ortam ından yararlanarak gelişen ve bilinçlenen işçi sınıfına, yoksul köylülüğe, küçük bu rju vazinin bürokrat ve teknokrat bö lüm lerine karşı iktidarım pekiştirm ek zorundadır. Bu zor luğun sonucu olan 12 M art olayı ve sonrası, C H P içinde ki en bü yü k dönüşüm e yol açm ıştır. 1971 sonrası, Tü rkiye'd e bütün baskılara karşın, sınıf farklılaşm asının en fazla keskinleştiği ve çeşitli toplum ke sim lerinin tekelci serm ayenin gelişm esinin etkilerini en açık biçim de duydukları bir dönem dir. C H P içindeki bü yük serm aye kanadıyla, küçük burjuva ve tekelci olm ayan serm aye kanatlarının birbirinden kopm ası, tam bu döne m e rastlar. 1972 yılında gelişen olaylar, tekelci kesim le diğer top lum kesim leri arasında derinleşen uçurum ve artan çeliş kiler, C H P içinden yeni ve kesin bir kopm ayı da birlikte 425
1 g etirir b ö y lece. V e -İn ö n ü d e idinde olım ık ü z e r e - b ü y ü k se rm a y e n in tem silcileri p artiyi terk ed erler.
CHP, bugün hangi sınıfların tem silcisidir? 1973 seçim lerine, CHP, bu anlam da arınm ış olarak gir m iştir. 12 M art sonrasının ve üç yıllık olağanüstü dönem u y gulam asının koşullarından da yararlanarak, - o sıralarda kendi siyasal örgütlerine sahip bu lu nm ayan ve hızla b i linçlenm ekte olan işçiler başta olm ak ü z e re - bütün de m okratik güçlerin ve tekelciliğe karşı kesim lerin oyları nı da toplam ayı bilm iştir. En fazla oy aldığı ya da oy artır dığı bölgelerin incelenm esi bu yargıyı doğrulam aktadır. CH P nedir, ne değildir? Program ına bakılırsa, C H P ne işçi sınıfı ideolojisini b e nim sem iştir, ne de dünya görüşü sınıfsal bir m antığa otu rur. B ilim sel sosyalizm ile CH P arasındaki kesin sınır b ö y lece oluşur. CHP, "sosy al d em okrat" olm ak savındadır ve "So sy a list E n ternasyon al"e üyedir. Ne var ki, Batı'd aki sosyal de m okrat partilerden ayrı nitelikleri vardır C H P'nin. Batılı sosyal dem okrat, çağım ızda tekelci kapitalizm ile bü tü n leşm iştir. Program ında kapitalizm e karşı "d em okratik d evrim " den söz açan C H P gibi bir örgütle, Batılı sosyal d em okratlar arasında derin bir çelişki vardır. C H P 'n in çıkm azı buradadır! Böylece, T ü rkiye'd eki dem okratik sol parti em peryaliz m in örgütlerine boyun eğdikçe, hem uluslararası kapita lizm e bağım lılaşır, h em Tü rkiye'd e kom prador kapitaliz m iyle bütünleşir; hem program ına ve halka ters düşer, hem de "d e m o k ra tik d ev rim " y o lu n d a yaya kalır. C H P 'nin 22 aylık hüküm et deneyim i, bu gerçeği acı b ir b i çim de gözler önüne serm iştir. CHP, bu çem beri kırabilir m iydi? N e yazık ki, C H P hüküm et dönem inde, ülkenin içine düştüğü çem beri parçalayacak bir strateji ve taktik saptayam am ıştır. Parti içi m uhalefetin görüşleri ise - " s o l kanatçılar" da içinde olm ak ü z e re - bir türlü berraklaşm am ış; 426
I sen-ben kavgasından ileriye geçem em iştir. Böyle bir or tamda, Ecevit'in kişiliği, yine tek toparlayıcı ağırlık olarak kalm ıştır. C H P için, bugün artık salt birtakım genel doğruları söylem ekle kalan bir "o rta so l" parti görünüm üyle yetin m e dönem i sona erm iştir. Bugünkünden çok daha iyisini ve ilerisini isteyen bir Tü rkiye'd e, C H P de dün önerdiklerinden daha sağlıklı, daha tutarlı ve ileri dönük olanları ortaya koym a zorunlu luğundadır. Ü stelik, ilk deneyin acılığı açık seçik öğret m iştir ki, sözler ve sloganlar da bazen tek başına hiçbir an lam taşım ayabilirler. Partiler, ancak toplum un "d eğişim e açık" sosyal güçleri ya da sınıfları arasında yaptıkları se çim ler, kurdukları bağlantılarla, "çağ d aş" ve "in an d ırıcı" olabilirler. 1970'lerin kanlı arenasında olanlar bitm iştir. Şim di, bü tü n bu nların arasından, dem okratik atılım lara ve derlenişlere yönelm iş b ir başka C H P 'yi yaratm a sa vaşına girişilm esi gereken günler başlam ıştır. D A H A Ç O K BİLG İ Muammer Aksoy, Sosyalist Enternasyonal ve CHP, İstanbul, 1977. Bülent Ecevit, O rtanın Solu, 7. Bası, İstanbul, 1975. Bülent Ecevit, Söm ürü D üzeninde Yeni A şam a, 2. Bası, Ankara, 1980. Bülent Ecevit, Türkiye'nin İktisadi K alkınm asında Sosyal A dalet ve D em okratik D evletçilik, İstanbul, 1963.
OKUM A T Ü R K İY E'D E SO SYA L D EM O K R A T LIĞ IN A N LA M I Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) lideri Willy Brandt, CHP Genel Başkanı Ecevit'in gezisi nedeniyle bir demeç vererek iki parti arasında geniş bir işbirliği önermiştir. Brand t'm bu ko nudaki sözleri ilginçtir: Geniş alanlarda benzer amaçlara yönelmeleri, birbirleriy427
le bağlar kurup danışmaları, ilerdeki politikalarıyla yönelecek leri yeni biçim ler açısından bir işbirliğini geliştirmeleri, her iki parti bakımından yerinde olur..." Alman Sosyal Demokrat Partisi, tarihsel kökleri geçen yüzyı la uzanan bir kuruluştur. Bugün Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, İngiltere, Fransa, İsveç vb, birbirine benzer sosyal demokrat partiler vardır. Bu örgütlerin geçmişleri ve bugünleri arasında ortak yanlar bulunabilir. Ama Ecevit'in CHP'si ile Brandt'ın SPD 'si arasında ne geçmiş ne bugün ne de gelecek bakımından bir benzerlik bulunduğunu sanıyoruz. Gerçi SPD ile CHP ara sında bir işbirliği çeşitli açılardan yararlı olabilir ama, işbirliğini yaratan nedenlerde yanlışa düşmemek yerinde olur. SPD, 1860'larda Marx ve Engels'in devrimci ilkelerinden esinlenerek kurulmuştu. Zaman içinde bazen yeraltında, bazen yerüstünde çalışan parti, bir süre sonra devrimci niteliğini yi
tirdi. Kapitalizmin yedeğinde ılımlı işlevini sürdürmeye baş ladı. Parlamentoda güçlü bir orta direk olan SPD'nin bugünkü durumu artık belirgindir:
Amerika'ya bağlı bir Avrupa kavramında ve yüksek dü zeyde bir kapitalizmde sosyal adaleti gerçekleştirmek... Bazı sivri dilli eleştiriciler, Avrupa sosyal demokratlarının
sermaye sınıfının aşırı kârlarından doğan rüşvetle yaşadıkla rını ileri sürerler. Belki insafsız bir suçlamadır bu; ama yeryüzü emekçileri göz önüne alınırsa, Alman işçilerinin burjuvalaştı-
ğını söyleyebiliriz. Düşünmeliyiz ki, Federal Almanya'da çöp çülük yapan bir Türkün ücretiyle Türkiye parlamentosundaki bir milletvekili maaşının arasında pek fark yoktur. Bunun yanı sıra Alman Sosyal Demokrat Parti'nin gündeminde şu üç sorun bulunmamaktadır: 1) Fikir özgürlüğü 2) Emperyalizm 3) Sanayileşme Oysa CHP'nin gündeminde bu üç konu birincil sıradadır. CHP'yi Avrupa sosyal demokrat partilerine benzetmek, kolay, ama yanlış bir varsayım olur. Bir kez CHP'nin kökeni ayrıdır. Avrupa sosyal demokratları, çoğunlukla sanayileşmiş ülkeler deki işçi sınıfının M arksist ilkelerden esinlenerek kurdukları ör gütlerdir. Oysa CHP, emperyalizme karşı ulusal kurtuluş sa
vaşı veren mazlum ülkede küçük burjuva çevrelerince kurul 428
muştur; şimdi de endüstrileşme yolunda lıkneles bir toplumda, kendine özgü sorunlarla karşı karşıyadır. C'l II’, Türkiye'de likiı özgürlüğünü sağlamak, demokrasiyi genişletmek, sanayileşme aşamasını tamamlamak gibi Alman sosyal demokrallarınm bii tünüyle yabancı oldukları bir uğraşın ortasmdadır. Siyasi sözlükte "sosyal dem okrat" kavramı zaman ve yere göre anlam kazanır. Bugün Batı sosyal demokratının sokunla sosyalistler ve komünistler bulunur... Türkiye'de CH P'nin solunda mahpushane bulunur. Batı sosyal demokratı, fikir özgürlüğü için kavga vermek zorunda değildir. Türk sosyal demokratı, bu görevi yerine getir mek zorundadır. Batı sosyal demokratı, emperyalizmle savaş m ak zorunda değildir. Türk sosyal demokratı mazlum bir ülke de yaşadığı için emperyalizmin sultasını kırmak ödeviyle karsı karşıyadır. Gelişmiş Batı kapitalizminin egemenliği altında bu lunan Türkiye'de anti-emperyalist bir programı gündeme ge tirm eden "sol siyasal parti" niteliği kazanmaya olanak yoktur. Görüldüğü gibi CHP ile SPD arasında hem geçmiş hem ılı' bugün açısından büyük ayrımlar vardır. Bu ayrımları bilerek oluşturulacak bir işbirliği kuşkusuz yararlı olacaktır, ama bu ay rımları görmeden işbirliği girişimi boşluğa düşer. (İlhan Selçuk, "SPD ve C H P", Cumhuriyet, 14 Mart 1975)
SO R U LA R 1. CHP, ne zaman ve hangi sosyal sınıf ve zümrelerin temsil cisi olarak doğmuştur? 2. CH P'nin 1950'de iktidardan muhalefete geçmesinin sosyal nedenleri nelerdir? 3. CH P'nin "ortanın solu" politikasını benimsemesi, hangi nedenlerle olmuştur? 12 Mart ve sonrası, CHP içinde niçin bü yük dönüşümlere yol açmıştır ve ne olmuştur bunların sonucu? 4. CHP, bugün hangi sosyal sınıf ve zümrelerin temsilcisi dir? CHP, niçin işçi sınıfının partisi değildir ve olamaz da? CH P'ye "sosyal dem okrat" bir parti denebilir mi? CHP ile Al m an SPD 'nin karşılaştırılmasından ne gibi farklılıklar ortaya çıkmaktadır? Türkiye'de sosyal demokratlığın anlamı nedir? (Okuma parçasını okuyunuz.) 429
1 5. CHP'nin, burjuvazinin tutucu, işbirlikçi ve gerici kesimle rine oranla özelliği ve önemi nerededir?
SO SY A LİZ M Ç ağdaş Türkiye'de, sosyalist akım ve hareketin önem li bir yeri vardır. İşçi sınıfının doğup serpilm esiyle -a ş a ğ ı y u k a rı- aynı koşutluk içinde o da doğar ve gelişir. Türkiye'de sosyalist hareket ve partiler İlk sosyalist parti, İkinci M eşrutiyet yıllarında kurulur (1910). M illi K urtuluş Savaşı yılları, sosyalist hareketin ö r gütlendiği bir başka önem li dönem dir. Ne var ki, C um h uriyet'le beraber, sosyalist hareket bü yük engellerle karşı karşıya gelir. Çünkü, B atı'nın "ço k p artili" dem okrasi anlayışını yürekten hiçbir zaman b e nim sem em iş olan T ü rk burjuvazisi, C um huriyet'in kuru luşundan başlayarak, "s o l"a karşı kalın bir duvar çekm e çabası içinde görünm üştür hep. N edeni de vardır bunun. Türk burjuvazisi, kendi güçsüzlüğünün ve ülkenin "so l"a , sosyalizm e kaym a potansiyelinin her zam an bilin cinde, -e n a z ın d an - sezisinde olm uştur. 1945 yıllarında başlayarak "ço k partili" yaşam a geçilir ken, sosyalist düşünce ve hareketin de siyasal yaşam da ye rini alm ası beklenirdi. Bu yolda gelişm eler de olur. Ama hem en arkasından yasaklam alar gelip bastırır bu gelişm e leri. 1950-1960 yılları arasında, siyasal yaşam ın kapıları, yalnız egem en sınıf ve züm relerin düşünce ve örgütlenm e lerine açıktır. Bunun sonucu olarak, siyasal plandaki çatış m a da yalnızca onlar arasındaki bir çatışm a olup çıkar. 1960 sonrasında, 1961 A nayasası'm n da yarattığı de m okratik ortam ın etkisiyle, "s o l"a set çeken duvarda gide rek bir "y arılm a" durum una gelen, bir "çatlam a" olur: 1961 yılında, Türkiye İşçi Partisi kurulur. "S o l" a açılm a, aydınlardan başlayarak em ekçilere dek uzanır. İşçi sınıfı nın -d ışa bağım lı da o ls a - gelişen sanayileşm e sonucunda "n ice l" olarak büyüm esi, sosyalist harekete bir canlılık ge tirir. Sendikacılık hareketi içinde de -A m erik an sendikacı 430
I lık anlayışının yanı s ıra - "d ev rim ci" sendikacılık anlayışı doğm uş ve gelişm eye başlam ıştır. G eçm işe oranla çok bü yük bir hız ve yaygınlık kazanan "sosyal u yan ış" içinde -iş ç i sınıfı başta olm ak ü z e re - çeşitli em ekçi kesim ler, ikti sadi ve dem okratik istekler, giderek siyasal am açlar doğ rultusunda hareketlenerek, burjuvazi ile öteki ortaklarına karşı m ücadeleye girişir. 1961-1971 yılları boyunca burjuva iktidarlar, bu geliş m eye karşı çareler aram ışlardır. 12 M art 1971'den başlaya rak, çatlağı giderm ek çabaları yoğunlaşm ış ve sertleşm iş tir. Türkiye İşçi Partisi kapatılm ış, sosyalist h areket tasfiye edilm ek istenm iştir. Ne var ki, 14 Ekim 1973 seçim lerinin sonuçları, bu girişim lere -g e çici de o ls a - bir son verir. Sosyalist hareketin sorunları 14 Ekim 1973'ten başlayarak girilen yeni dönem de, sos yalist hareket de, düşünce ve örgütlenm e planında yeni d en bir gelişm e içine girer. Ne var ki, h areket kendi için deki sorunları bugün de çözebilm iş değildir. Ö rneğin, 1971'den önceki dönem de - o son derece eleştirilen - "b ö lü nm ü şlük" sendikal planda olsun, partisel planda olsun b u gü n de sü rm ek ted ir. 12 M art faşizm in in g id erek 1975'lerle yeniden -v e çok daha başka b o y u tlard a- tır m anm aya başlayan faşist terörün döktüğü kanlara, çektir diği acılara karşın böyle bu. Bugün Türk siyasal yaşam ında, sosyalist hareketi tem sil ettiğini ileri süren -y ü rü rlü k teki yasalara göre örgüt le n m iş- beş siyasi parti vardır; Türkiye Sosyalist İşçi Par tisi, V atan Partisi, -3 0 N isan 1975'te yeniden k u ru lan Türkiye İşçi Partisi, Sosyalist D evrim Partisi, son olarak da Türkiye İşçi K öylü Partisi. Bir altıncı sı, Türkiye Em ekçi Partisi, 1980 yılında A na yasa M ahkem esi'n ce kapatılm ış bulunuyor. D A H A Ç O K BİLGİ Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları, İstanbul, 1968. A. Cerrahoğlu, Türkiye'de Sosyalizm Tarihine Katkı, İstanbul, 1975. Lütfi Erişçi, Türkiye'de İşçi Sınıfının Tarihi, İstanbul, 1951. 431
George S. Harris, Türkiye'de Kom ünizm in Kaynakları, İstanbul, 1976. George Haupt - Paul Dumont, O sm anlı im paratorluğu'nda Sosyalist H areketler, İstanbul, 1977.
Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, İstanbul, 1978. Mete Tuncay, Türkiye'de Sol A kım lar, Ankara, 1967. Çetin Yetkin, T ürkiye'de Soldaki B ölün m eler (1960-1970), İstan bul, 1970.
OK U M A D EM O K R A Sİ VE SO SYA LİZM ...Klasik demokrasi, bir anlama, çeşitli çıkarların ve görüş lerin toplum çıkarı açısından tartılması ve yarışması demektir. Bu tartıda ve yarışta, başka çıkarların ve görüşlerin olduğu gibi, işçi sınıfına özgü çıkarların ve görüşlerin de yeri vardır. Tıpkı sosyalizme kadar varmayan ve işçi sınıfım temel olarak al mayan bir "sosyal demokrat" görüşe yer olduğu gibi. Tıpkı ekonomik ve sosyal konularda sağ tutumu savunmakla birlikte özgürlük düzenini de ayakta tutmaya yönelik bir "liberal" gö
rüşe yer olduğu gibi. Tıpkı, dinsel inanç ve gelenekçilik yönü ağır bassa da, toplumun temel kuruluşunu ve kuram larını de mokratik bir ortam içinde sürdürmeye çalışan bir "muhafaza
kâr" görüşe yer olduğu gibi. Hatta, bu yelpazenin ileriye açık ve canlı tutulabilmesi için, sosyalist görüşün yalnız "bir yere sahip" olmakla kalmayıp "gerekli ve zorunlu" olduğu bile söylenebilir. Öte yandan, CHP solundaki sosyalist partilerin sayıca çok ve görünüşçe "küçük" oluşları, bir umutsuzluk kaynağı olma malı. Bu, biraz da solun kendi özünde var. Toplumdaki yeni güçlere, toplum yapısındaki değişimlerin yeniden yorum lan masına dayanan bir siyasal akımın başka türlü gelişmesi zaten olanaksız. Önemli olan sonrasıdır, bu canlı bölünmeden an lamlı bir bütün çıkarabilmektir. Bu anlamlı bütünlüğü araştırırken, şöyle bir düşünceyle yo la çıkmak yanlış olur: "Türkiye'de önce doğru dürüst bir de mokrasi kurulsun, ondan sonra sosyalizme geçişin yolları ara nır; bu yollar için m ücadele edilir." 432
Böyle bir düşünceye verilebilecek bir sürü cevap var. Hepsi de şu sorunun cevabında saklı: Sosyalist partisiz "doğru dü rüst" bir demokrasi olabilir mi? Ya da "dem okrasi" ile "sosya lizm " birbirinden böylesine ayrılabilecek kavramlar mıdır? Belki, böyle bir düşüncenin gerisinde, "solun bölünmesi yo luyla sağın ekmeğine yağ sürmekten kaçınm ak" endişesi yatı yor. Özde doğru bir endişe bu. Onun için de, sosyalist parti kur maktan değil, yanlış olan şu iki tutumdan sakınmak gerekir:
1) Sırf "bir sosyalist parti kurmuş olmak için" parti kur mak. Sosyalist partiyi, büyük kentin bir köşesinde oda tutup ta bela asarak ve dört beş aydınla üç-dört sendikacı bularak ko nuşm ak biçiminde almak, elbette eninde sonunda solun bölün mesi sonucuna varır. Bu bir avuç insan, kendi küçük bütünlük lerini sürdürebilmek için, karşılarında bulunan güçlerle değil, en yakınlarında bulunanlarla mücadele etmeyi, onlara anlaşıl maz bir terminolojinin ağız köpürten şehvetiyle saldırmayı da ha uygun bulurlar.
2) Peşte sürüklenebilen insanları, düşünce ve oy gücünü, ne kadar küçük olursa olsun, sağın işine gelecek biçimde kul lanmak. En sık yapılan yanlış da budur. Birinci nedeni, pers pektif eksikliğine dayanır: Bir toplumun önce hangi engelleri aşm ak zorunda olduğunu, bu engellerin aşılması için hangi güçlerle işbirliği yapm ak gerektiğini bilmemek, sağm işine gele cek tutumlara iter yöneticileri. İkinci nedeni de, düpedüz ben
cilliktir. Bir toplumun ya da sınıfın çıkarını kollamak yerine, kendi kişisel durumunu sürdürmek. Böylesine tutumlar, sağda çok kişinin sevinçle el ovuşturm a sına yol açar... ...İşçi sınıfına dayalı bir parti ile yalnız işçileri değil, halkın başka kesim lerini de seferber edebilen daha geniş tabanlı bir başka parti arasında belirli amaçlar için işbirliği yapılmasından daha doğal bir şey olamaz. Sağ partilerin gerçekleştirmeye çalıştıkları "ortak liste" ya da "seçim birleşm esi" gibi değişikliklerden ne sosyalist partilerin korkması gerekir ne de CHP'nin. Bu değişiklikler keşke gerçek leşse. Solun daha çok işine yarar. Üstelik, böyle bir işbirliğinin sağlanması ve bir "dem okrasi cephesi"nin kurulması, liderlerin bunu isteyip istememesine de bağlı değil. Durumların gerektireceği bir zorunluluk olacak bu. 433
Sağ partiler, sorunların karşısında bocalayıp sokak zorbaları na yaslanmak zorunda kalınca, sol partiler "dem okrasi cephesi" kurmayıp da ne yapacaklar? Birazcık dünya tarihi bilenler, kurt ların yalnız kalmış kuzulardan çok hoşlandıklarını da bilirler. (Mümtaz Soysal, "Dem okrasi Cephesi", M illiyet, 3 Mayıs 1975)
SO RU LA R 1. Türkiye'de sosyalist hareket ve partilerin gelişme çizgisi nasıl olmuştur? Bu hareket, Cum huriyet'ten başlayarak niçin engellerle karşılaşmıştır hep? 2. Türkiye'de, 1950-1960 dönemi ile 1961-1970 dönemi, sos yalist hareket bakım ından ne gibi özellikler taşırlar? "12 Mart Rejim i", sosyalist hareket karşısında hangi nedenlerle, nasıl bir tutum takınmıştır? 3. Türkiye'de sosyalist hareketin bugünkü sorunları neler dir? Bunlardan en önde geleni hangisidir? (Okuma parçasını okuyunuz.)
434
BÖLÜM V KÜLTÜRÜMÜZÜN KAYNAKLARI VE SORUNLARI Türkiye, kendisini iktisadi ve sosyal yapı değişikliğine zorlayan b ü yü k oluşum lar içindedir. Bu oluşum u h ızlan dıran birikim leri de var. İnsan ve m adde kaynaklarının yanı sıra, kültürünün bu birikim içindeki payı büyük. A s lında, öteki geri kalm ış ülkelerle kıyaslanam ayacak denli köklü ve zengin bir kültürdür bu. N e var ki, bü yü k sorunları da vardır bu kültürün. T a rım toplum undan sanayi toplum una geçişin sancılarını çeken, -b ir başka b a k ışla - "kap italistleşm e süreci" içinde olan bir toplum da, kültürün sorunlardan u zak olm ası beklenir m i? B atı'n m etkisine girm iş D oğu toplum larm ı inceleyen bir Fransız sosyologu şu çözüm lem eyi yapıyor: "B ü tü n kültürler, zam anın akışı içinde bazı değişim lere uğrarlar. Başka kültürlerle tem asın ve toplum lardaki doğal geliş m enin sonucunda ortaya çıkan yeni görüşler, toplum un tem el değer yargılarının çerçevesinde kalm ak koşuluyla onun kültürünü etkiler. Toplum , tem eliyle çelişm eyen gö rüşleri zam an içinde benim seyebilirken, çelişenleri redde der. Bu seçm e hakkı yitirilm ediği sürece, kültür, dengesi ni ve benliğini korur. Seçm e hakkının ortadan kalktığı du rum larda ise (yeni söm ürgecilik, vb.) tem el değerler deği şebilir ve yaşam sal kurallar sarsılabilir. Bu gelişm e sonu cunda kültür yıkılır, parçalanır ve kültürsüzleşm e (décul turation) dediğim iz durum ortaya çıkar." Türkiye, 200 yıldan beri, işte bu anlam da bir kültürsüz leşm e sürecinin içindedir. H angi etkenlerdir onu bu sürecin içine sokan? K ültürü m üz ne iken ne olm uştur? Bu soruları yanıtlayabilm ek için, kültürüm üzün kay435
naklarm a eğilm ek, değişim evrelerini saptam ak ve bir ev re olarak, özellikle "Batılılaşm a" üzerinde durm ak gerekir. K Ü LTÜ R Ü M Ü Z Ü N K A YN A K LA R I T ü rk tarihinde belli başlı dört kültür değişim evresi vardır: Türklerin İslam dinine geçm eleri, kültür değişm e sinde bir evredir. A nadolu 'ya yerleşm eleri, bu topraklar da daha önce yaşam ış ya da o sıralarda yaşayan u ygarlık larla alışverişleri ikinci bir evredir. O sm anlı İm parator! uğu'nun yayılışı, çeşitli dinlerde ve etnik ayrım larda çeşitli halkları yönetm esi de, gene karşılıklı bir kültür alışverişi çerçevesi içinde bir evredir. Ve son olarak, Batılılaşm a isteği ve bu yoldaki denem e ler, geçirdiğim iz değişim evrelerinin son halkasıdır. A nadolu ve İslanı-Türk bireşim i İlk üç evre, sonuçta, O sm anlı kültürünün kişiliğinde bir "İslam -T ü rk bireşim i"ne ulaşm ıştır. A nadolu, bir bireşim in yurdudur. Gerçekten, "A nadolu, kültür bakım ından önem li nite likleri olan bir toprak parçasıdır. Bir çeşit köprü durum un daki A nadolu'dan tarih boyunca çok sayıda ve değişik özellikte kavim ler geçm iş, bunların önem li bölüm ü bu top rakları yurt edinerek yerleşm iş, A nadolu halkıyla kaynaş m ış, onu m eydana getirm iştir. A nadolu, çeşitli kavim lerden kurulu bir im paratorluğun tem eli olm ak nedeniyle, çok değişik geleneklere sahip toplulukları barm dırabilm iş; farklı gelenekler, düşünüş ve deyiş tarzlarını günüm üze dek yaşatabilm iştir. Ancak, bütün bu topluluklar, özellik lerini İslam -Türk kültürünün çerçevesinde korum uş, onunla özdeşm işlerdir. Bölgesel, dinsel ve etnik ayrılıklar, çelişen kültürlerin anarşik görünüşüne bürünm em iş, her birinde kendini duyuran aynı tem el kültürün göze ve k u lağa hoş gelen değişik ifadeleri şeklinde belirm işlerd ir."1 A nadolu 'da oluşm uş İslam -Türk bireşim inin ana çizgi leri nelerdir? 1 İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, 2. Bası, İstanbul, 1971, s. 443-444.
436
I A slında, pratik ve "a k ılcı" yanı ağır basan bir dünya görüşüdür bu. G erçekten, çağı içinde ele alındığında, ör gütünün ve yönetim inin "a k ılcı" ilkelere dayanm ası bakı m ından, O sm anlı İm paratorluğu ayrıca dikkati çekm ekte dir. Ç eşitli ü lkelerin ve h alkların m erkezî bir yönetim al tında toplanm ası ve yüzyıllar boyunca birlik halinde yö netilm esi de, pratik ve "a k ılcı" yanı ağır basan bir dünya görüşü ile olabilirdi ancak. "C em aatçilik , toplu güvenlik, kanaatkârlık, düzen ve u y u m " bu dünya görüşünün b i rer parçasıdır! ar. "B ire y "i, bireyle toplum ilişkilerini de, kendine özgü bir biçim de yorum lar bu dünya görüşü. "Anadolu Türk toplumu, insanla toplumun tam anla mıyla birlik ve bütünlük teşkil ettiği bir toplum değildir. Böyle bir topluma, ancak ilkel topluluk ya da aşiret dedi ğimiz kuruluşlarda rastlıyoruz. Ama, Anadolu Türk top lumu, köleci, feodal ya da kapitalist toplumlar gibi, sınıf ların birbirinden kesin olarak ayrıldığı ve fertlerin tam anlamıyla ortaya çıktığı bir toplum da değildir... Bu top lumda, fert ile toplum arasındaki kaynaşmışlık ve bir
lik tamamen kaybolmamıştır; ama fert, kendini toplu ma bağlayan göbek bağını da tamamen kopartmamıştır... Bu toplumda sınıflar vardır... Ama tek tek sınıflara karşılık, toplumun bütünlüğü ve birliği ağır basm akta dır. Ayrıca, belli sınıflara mensup fertlerin bir başka sını fa geçmesindeki kolaylık (mesela köylü çocuğunun sad razam olması gibi), sınıf mücadelelerinin Batı'da görül düğü gibi keskin ve amansız olmasını imkânsız kılan bir başka nedendir. Toplumun birlik ve bütünlük olarak
ağır basması ve sınıf mücadelelerinin iktidara yönelmiş bir ölüm-kalım meselesi haline gelmemiş olması, Ana dolu Türk toplumuna mensup ferdin de Batı'daki gibi bir
"fert" haline gelmemesi sonucunu doğurm uştur."2 A nadolu, kültür kişiliğini ve bütünlüğünü, -a ş a ğ ı yu k a rı- 19. yüzyıla değin koruyacaktır. N e var ki, kendi için deki ters gelişm elerin de yer yer zorlam akta olduğu bu 2 Selahattin Hilav, Felsefe Elkitabı, 2. Bası, 1975, s. 140-141.
437
I kültürel yapı, Batı ile tem asın sonucunda yaralar alacak ve iktisadi çöküntüye koşut olarak gelişen bir yozlaşm a, etki sini kültür planında gösterecektir. Batılılaşm a ve kültür ikileşm esi 19. yüzyıl Tü rkiye'de, "B atılılaşm a h areketi"nin başla dığı b ir yüzyıldır. Tü rkiye'n in yalnız iktisadi, sosyal ve si yasal yaşam ı bakım ından değil, aynı zam anda kültürel yaşam ı bakım ından da önem li sonuçlar doğuran bir h are kettir bu. N edir Batılılaşm a hareketi? V e niçin 19. yüzyılda ortaya çıkar? Batılılaşm a hareketi, 1800'lerde III. Selim ve II. M ahm ud dönem lerinde başlatılan, ilk kez G ülhane H att-ı H ü m ayunu (1839) ile hukuksal bir biçim kazanan ve günü m üze değin süren bir olgudur. Tarihim izde, 1800'lerden önce, örneğin K anuni döne m inde Batılılaşm a diye bir sorun yoktur. Am a, 19. yüzyıl da vardır. N için? O sm anlılar, Batı karşısında ilk yenilgilerinde B atı'y a il gi duym aya başlam ışlardır. A ncak, B atılılaşm a'n ın ortaya çıkışını, bu ilgiden çok, Batı kapitalizm inin gelişm esi ve kendi ulusal sınırlarını aşarak O sm anlı İm paratorlu ğu 'na karşı tezgâhladığı girişim lerde aram ak tarihsel gerçeklere daha uygun olur. Böylece, Batılılaşma ile, Türkiye'ye kapitalizmin bir ikti sadi sistem olarak girişi arasında bir koşutluk olduğu açıktır. Ne var ki, O sm anlı im paratorluğu, bir burjuva sınıfı y aratarak kapitalizm e geçm e konusunda, zam an bakım ın dan da geç kalm ıştı. K esin ıslahat hareketlerine girişildiği dönem de, yani 19. yüzyılda, kapitalizm , kendisine ortak kabul etm eyecek ölçüde güçlenm işti çünkü. Böylece, Tür kiye'd e, Batı kapitalizm iyle işbirliği yapabilecek derm e çatm a bir ticaret burjuvazisinin doğup gelişm esine izin verilebilirdi ancak. D oğuşunda "u lu sa l" olm ayan bu sınıf, "d ışarıya b ağ ım lı" olarak kalacaktır. G elişen kapitalizm de öyle. 438
Yönetici kadronun belli bir kesim i ile birkaç iyi niyetli aydın, Batı k u ru m lan toplum a aktarılınca geriliğin üste sinden gelinebileceğine ve böylece çökm ekte olan im para torluğun kurtarıl abileceğine inanm ışlardı. Ne var ki, B atı lılaşm a hareketinin asıl itici gücünü, O sm anlı egem en güçleriyle, Batı kapitalizm inin kendisi oluşturm uştur: O sm anlı toplum unda artık-ürünü ele geçiren kesim le, Batı'nın istekleri bu dönem de birbirine uygun düşüyordu. Ö yle olunca da, hiç çekinilm eden, tam bir liberal uygula m aya geçilir ve Batı ku ram larını toplum a aktarm a da "re form " diye halka sunulur. A ncak, bizdeki Batılılaşm a hareketi, aşağıdan gelm ez. İç dinam iğin, giderek halk kitlelerinden gelen istem lerin ortaya çıkardığı bir h areket değildir. Tersine, egem en sınıf ve züm relerin kendi iktidarlarım uzatm ak için giriştikleri; böylece, yığınların yararına herhangi bir yapı değişim ini içerm eyen yalınkat bir hareket olarak kalır. H areketin ikti sadi, sosyal ve siyasal alandaki bu yalm katlığı, düşünce akım larında, daha genel bir deyim le, kültürde de apaçık görülür. Son olarak, Batılılaşm a, ekonom ik ve sosyal açı dan etkinlik taşıyan bir h areket değildir; ne toplum un te m ellerine ne de halkın yaşam ına işlem iştir. 19. yüzyılda başlayan ve bu gü n de sürdürülen B atılı laşm a hareketi, nasıl bir tablo ortaya çıkarır? İktisadi planda, Batı kapitalizm inin T ürkiye üzerin deki em elleri gerçekleşir. D aha önce de anlattığım ız gibi, 1838'de İngilizlerle im zalanan Ticaret A ntlaşm ası'm n açtığı, daha sonra çeşitli "reform 'Tarla gelişen çığır, im paratorluğu sonunda Batı kapitalizm inin "y arı-söm ü rg esi" durum una düşürür. Bu anlam da, Batılılaşm a ile O sm anlılan n yarı-söm ürgeleşm eleri arasında bir koşutluk vardır. Ve yalnızca kötü bir rastlantı da değildir bu. Bugün de, Türk ekonomisini Batı kapitalizmine daha da bağımlı kılacak birtakım girişimlerde (örneğin Ortak Pazar'a girme) bulunurken, -dışarıdan ve içeriden- orta ya atılan gerekçeler arasında "Türkiye'yi Batılı bir ülke haline getirmek" düşüncesine sık sık rastlanır. 439
- Sosyal planda, bir "ik ile ş m e "n in içine itilir toplum. G erçekten B atı'ya benzem ek için Batı kurum larını ak tarm ak, çoğu halka karşın yapılm ıştı. Bütün bu çabalar, hep halktan kopuk, giderek halkın zararına ve tepeden in m e bir nitelik taşıyınca, Batıcılık halka ters düşecek ve top lum , iki yüzyıla yakın bir süredir devam eden bu ikileş m enin içine itilecekti. Bu ikileşmenin sosyal yaşamdaki görünüşünü, İsmail Cem güzel belirtiyor: "Batılılaşmaya yönelenlerin ilk ya pacakları, üzerinde iğreti duracak bir Avrupai görünüşe bürünmektir. Uzun süre Batılılaşma, cümleler arasına sı kıştırılan ve çoklukla yanlış kullanılan üç-beş Fransızca sözcükte ifadesini bulacak; Türkiye'nin koşullarıyla ve halkla alay edermişçesine sürdürülen israfçı bir yaşantı önce eski İstanbul'un "Cercle'Terinde, sonra Cumhuriyet Ankarası'nın "Palas'Tarmda, giderek modern İstanbul'un " Kulüp'Terinde yeni kültürün nişanesi olarak belirecek tir. Batı kültürünün üstün nitelikleri olan araştırıcılık, ya ratıcılık, hoşgörürlük gibi özelliklerin bizim yerli Batık larca benimsenmesi boş yere beklenecektir. Geleneksel kültürlerini koruyanların içe dönüklüğü ise, onları sömüren ve ekonomik anlamda tutucu olan zümrelerin eline güçlü bir koz verecektir. Halkın, kendi erdemlerine çok yabancı bulduğu yeni kültür karşısında gösterdiği tepkinin kapsamım, bu zümreler ustalıkla ge nişletecek ve tepkinin koruyucu kanadı altına bütün bir ekonomik düzen de sokulacaktır."3 - Kültürel planda, Batılılaşm anın yarattığı çoğu edebi yat ve düşünce ürünleri de, toplum a yabancı kalm ışlığın ve taklitçiliğin belgeleridir. Türk düşünce dünyası, tam anlam ıyla bu yabancılaşm a yı aşabilm iş, giderek taklitçilikten kurtulabilm iş değildir henüz. Batı, her yaptığım ız işin ölçüsüdür. "D oğrunun araştırılm ası" yerini "B atı'y a uygunluğa" bırakm ıştır. H iç bir gerçek felsefi gereksinm enin karşılığı olm ayan ve sade ce taklitçilikle şu ya da bu düşünceyi Türkiye'de tanıtm ak ^ İsm ail Cem, a.g.e., s. 445.
440
la yetinm ek, yani "fikir ithalatçılığı" yapm ak bizim kültür yaşam ım ızın temel özelliklerinden biridir. Öyle olduğu içindir ki, Batılılaşm a hareketi içinde gerçek bir felsefe oku lundan ve "filozof" tan bahsedilem ez. Ancak, O sm anlı toplum unun eski ideolojik yapısının yerine konm ak üzere, Batı'd an aktarılm ış ve sadece günüm üz gereksinm elerine ya nıt verir yalınkat düşünceler ileri süren "ideologlar"dan ya da dayanıksız bazı fantezilerden bahsedilebilir. Bu süreç içinde, belli bir "ayd ın tipi" de ortaya çıkar. Selahattin Hilav'm deyimiyle, "iki dünya arasında kalmış; eski dünyasını kaybetmiş, ama yeni dünyasına henüz ulaşmamış" bir aydın tipidir bu. "Kendi durumu nu açıkça göremez; kendi bilincine ulaşmasını sağlayacak şartlar ve birikim henüz ortaya çıkmamıştır. Taklitle ve 'kendini şu ya da bu sanma' ile tatmin olur; düşüncesini derinleştirmeye, köklü eleştirilere yönelmeye, kendini aş maya ihtiyaç duymaz. Henüz iyimserliğini kaybetmemiş; içinde bulunduğu çıkmazı fark etmemiştir. Batıdan Le Play'nin 'sosyal bilimler' metodunu ya da Durkheim'm 'sosyolojisi'ni getirmekle, her derde devam bulacağını sa nır. Islahat devri aydını, hem iyimser, hem de felsefi ba kımdan 'idealist'tir. Yani fikir, bilgi ve eğitim yoluyla top lum hayatını düzene kavuşturacağına inanır, meselenin her şeyden önce 'bir kültür ve ahlak meselesi' olduğunu söyler. Kültür ve ahlakın bir 'neden' değil bir sonuç oldu ğunu göremez. Bundan ötürü emir vererek tepeden 'dev rim' yapılabileceğini sanır; halkın bu 'devrimleri' benimsemeyişini anlayamaz ve hayretle karşılar. Kısacası, bu aydın tipi henüz kendi yalınkat düşüncelerinin ötesine geçememiş, kendisini içinde yaşadığı toplumu ve bu top lumun öteki toplumlarla olan ilintisini nesnel bir şekilde kavrayamamıştır. Yani 'kendinin-bilinci'ne ulaşma mıştır."4 Bu aydın tipine, toplum um uzda, yalnız "B atılılaşm acı" burjuva çevrelerde rastlanm az. O nun bir başka çeşidi, "so l" çevrelerde dolaşır: "D iy alektik m ateryalizm "e inan 4 Selahattin Hilav, a.g.e., s. 147.
441
dığını söylediği ve gerçekten de inandığı halde, "m etafi zik" yöntem le düşünen ve eylem e kalkan; çok daha başka koşullarda başarıya ulaşm ış şu ya da bu "sosy alist dev rim " i kuru bir m odel olarak alıp, her türlü nesnel koşulla rı göz ardı ederek, T ü rkiye'de tıpatıp gerçekleştirm ek iste yen, taklitçi, ezberci, slogancı, şam atacı bir tip. "T ü rkiye so lu "n u n baş belalarından biri de budur! Ve halk kitlelerine uzaklık bakım ından, bu tiple "B a tı lılaşm acı" tip arasında pek büyük bir fark da yoktur! Sonuç Bu açıklamalardan sonra -yakın tarihimizin bize öğrettik lerine de dayanarak- bir değerlendirmede bulunacak olur sak, Batılılaşmacı görüşün Türk toplum unun çoğu sorunları nı yanlış yansıttığını, yetersizliğini kabul etm ek zorundayız. G erçekten, Batılılaşm a düşüncesi, toplum un som ut v e rilerini, olanı çarpık bir şekilde yansıtm ıştır, saptam aları yanlıştır. Bu saptam alardan hareket ederek doğru sonuç lara ulaşm ak olanaksızdır. H areket noktası yanlış olursa, doğru bir sonuç verm em esi doğaldır. G erçekten en iyi n i yetli ve yetenekli yaklaşım lar, sığ bir yerde takılıp kalm ış tır. Türk toplum unun sosyo-ekonom ik yapısını, tarihsel plandaki yaşanm ışlığını dikkate alm ayan girişim ler, top lum u ve içindeki insanları çarpıtm aktan başka bir işe ya ram am ıştır. Burjuvası olm ayan bir toplum da burjuva dünya görüşünü uygulam aya çalışm akla; ne bir burjuva sınıfı yaratılabilm iş, ne de burjuva dünya görüşü -b ü tü n b o y u tlarıy la- yerleştirilebilm iştir. Toplum , kendine ya bancılaştırılm ış, iktisadi yapısında zorla ortaya çıkarılan çarpıklıklara uygun, am a tarihsel ve sosyal gelişim ine ya bancı bir ideolojinin arkasından gitm eye m ahkûm edil miştir. T ü rkiye'nin ve Türkiyeli insanın gerçeklerine hiç -a m a h iç - uym ayan bir ekonom ik, sosyal, kültürel ve h u kuksal düzeni ona zorla kabul ettirm eye uğraşm ak, günü m üzdeki bütün tutarsızlıkların nedenidir. Batılılaşm a, iktisadi plandaki "söm ü rü n ü n üstünü ört m eye yarayan bir şal"d ır aslında. Böylece, T an zim at'la başlatılan üstyapı değiştirm eleri nin toplum u ileri götürür bir niteliğinin bulunm adığını 442
kabul etm ek zorundayız. Batılılaşm a hareketinin bu nite liği, tarihe ve sosyal olaylara, bilim sel açıdan yaklaşan yazarlarca iyice açığa çıkarılm ıştır. Ne var ki, yeni yeni orta ya çıkan bu bilim sel gerçekler, düşünce dünyam ızda ko lay kolay kabul edilm em ekte, tepkiyle karşılanm aktadır. G erçekler, kendilerini kesin olarak kabul ettirinceye dek, sürecektir bu tepkiler de... D A H A Ç O K BİLGİ Selahattin Bağdatlı, "Batılılaşma Düşüncesine Başlangıç Tas lağı", Türkiye Defteri, Nisan 1975, sayı 18, s. 502-506. Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973. Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara, 1975. C. W. Ceram, Tanrıların Vatanı Anadolu, İstanbul, 1979. İsmet Zeki Eyüboğlu, Tanrı Yaratan Toprak, İstanbul, 1973. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu'nun Sesi (Tarih ve Hellenizm), İstanbul, 1971. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1972. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, 2. Bası, İstanbul, 1979. OKUM A K Ü LT Ü R Ü M Ü Z Ü N K Ö K EN LER İ SO R U N U N A N A SIL Y A K LA ŞM A LIYIZ ? Yarım yüzyıla yakın bir süredir Türk kültürünün kökenle rini araştırma çabası içindeyiz. Ama, doğrusu, bu alanda belir li bir bileşime, bir senteze varmak şöyle dursun, kültürümüzün kökenleri konusunda bir anlaşmaya bile varmış değiliz. Kültü rümüzün kaynaklan nerededir, nereden çıkmaktadır? Şimdiye değin öne sürülen görüşlere bu sorunun egemen olduğu anlaşı lıyor; soru kapsamlı olarak ve yeterince yanıtlanmadan bir bile şime varmanın olanaksız olduğu sanılıyor. Başka bir deyişle, bugüne değin süregelmekte olan yöntem, "önce kültürümüzün kökenlerini araştırmaya yönelmeli, ondan sonra ulusal bir bile şime gidilmeli" biçiminde ortaya konulmuştur. Doğallıkla bu, doğru bir yöntemdir. Ancak, büyük bir yanılgıya düşülüyor. 443
\ Kültür kaynaklan saptandıktan sonra, bu kaynaklardan yarar lanarak bir bileşime gidilecek yerde, kökendeki kültür bir bile şim sayılıyor. Oysa geçmiş bir kültürden bir bileşime gitmek başka, geçmiş bir kültürü bir bileşim sayarak çağımızda geçerli kılmak başkadır. Bu yanılgıya sürekli olarak düşülüyor. 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi, bu yanılgı nın ilk örneğini vermiştir. Türk kültürünün kökenlerinin bilim sel bir yaklaşımla ele alınması savını taşıyan bu kongre, resmî tarih görüşünün yürürlüğe konduğu bir kongre olmuştur. "Or ta Asya'nın otokton halkının Türk olduğu" savında düğümle nen bu tarih görüşü, üstü kapalı bir kültür anlayışını içeriyordu. Birinci Türk Tarih Kongresi'ne katılanlardan İhsan Şerif Bey'in sözlerine bakılırsa, "bütün dünyaya şamil olan medeniyetin mebde ve menşei Orta Asya yaylasıdır. Orta Asya'nın otokton halkı da Tiirkler olduğuna göre, o medeniyetin naşir ve nakille ri de Türkler olacaktır." Bu görüş, Türk kültürünün geçmiş bü tün kültürleri kapsayan, onlara yol açıcılık eden bir kültür oldu ğu doğrultusundadır. Birinci Türk Tarih Kongresi, kültürümü zün kökenlerini Orta Asya Türk halklarının geliştirdikleri kültürlere bağlıyor böylece. Bundan sonraki yıllarda kültürümüzün temellendirilmesi işinin ertelendiğini, ulusal bir bileşime varılması amacıyla Türk kültürünün kökenlerinin araştırılmasının bir yana bırakılarak Batı kültürünün benimsenmek istendiğini görüyoruz. Burada Birinci Türk Tarih Kongresi'nde egemen olan görüşten radikal bir sapma söz konusudur. Batı kültürü, Orta Asya'nın otokton halkı olan Türklerin oluşturdukları bir kültür sayılmamaya baş lanıyor. Bu konuda en "Batılı" düşünürümüz Ataç olmuştur. Ancak, o da belirli bir çelişkiyi getiriyordu: Batı uygarlığını ha zırlayan kültür birikimini Orta Asya'nın otokton halkı olan Türklerin sağladığı konusundaki aşırı ulusçu tez, bilim doğru larından uzak bir duygusallığa dayandığı için bir yana bırakıl mıştı. Ataç, bu tezi benimsememekle "olumlu" bir gelişmeyi ha zırlıyordu ama, Batı kültürü varken ulusal bir bileşime gitmenin gereksizliğine kapılarak "olumsuz" bir gelişmeye de öncülük ediyordu. Yazılarından anlaşıldığı kadarıyla Ataç'm kültür an layışı, Batı kültürünün evrenselliği düşüncesine dayanıyordu; evrensel bir kültürün temellendirilmesi söz konusu olunca, ulu sal bir bileşime, Türk kültürü açısından özgün, "sui generis" ya 444
pılara gitmek gereksizdir. Batı kültürünün temellendirilmesi işi ni üstlenmek, giderek, eski Yunanca ve Latince öğrenmektir ya pılacak iş. Görülüyor ki, Birinci Türk Tarih Kongresi'nin, "Batı kültürünün temelini oluşturan Orta Asya'nın otokton Türk halklarıdır" tezi gibi bilimsellikten uzak ve aşırı duygusal ulus çuluk bilincinin yerini, "Türk kültürünü temellendirmek diye bir şey söz konusu olamaz. Batı kültürünü benimsemek gere kir" gibi ters doğrultuda, ama o ölçüde aşırı duygusal bir evren sellik bilinci almıştır. Bu kültür anlayışının aman vermez savu nucusu da Ataç'tır. Kuşkusuz, aşırı Batıcılık ya da evrenselcilik tezinin geçerlik kazanmasında tek parti yöntemi siyasasının büyük payı olduğu kadar, 1930'larm aydınlarının kültür problemlerini edebiyatın ötesinde bir yapı sorunu olarak ele almayı düşünmemiş olmala rının da payı vardır. Ataç bir edebiyat adamıydı, bir kültür ada mı değil. Onun "bölmeli kafa'Tılığı, kültür problemlerine bir edebiyat adamı olarak yaklaşmasmdadır. Bir bileşim bilinci yoktur Ataç'ta. Edebiyat adamlarımızın kültür problemlerine özellikle Türk kültürü bağlamı içinde yaklaşmayı denemeleri ise, ister istemez, Ataç'ı aşacaktı elbet. Tek parti yönetiminin aşırı Batıcı kültür politikasından çıka rak, Türk kültürünün kökenleri üzerinde düşünen aydınlarımı zın başında Sabahattin Eyüboğlu geliyor. Kültür problemleri ne, edebiyatın ötesinde bir yapı olarak yaklaşan Eyüboğlu, bir başka tezle çıkar karşımıza: Türk kültürünün kökenini, Orta Asya'da ya da Batı'da değil, Anadolu'da aramak gerekir. Türk kültürü, Anadolu topraklan üzerinde uygarlıklar kurmuş halkların, Anadolu halklarının oluşturdukları kültürlerin özümsemesidir. Böylece, Anadolu insanının geçmiş yüzyıllar da geliştirdiği kültür birikimlerini temellendiren hiimanizmacı bir kültür anlayışına varılmak istenir. Kültürler arasındaki ya pı farkları önemsenmeyerek Yunus'la Homeros, Anadolu hümanizmasının birer büyük yol açıcısı sayılır. Giderek Anadolu hümanizmasınm "bütün insanı" ortaya koyan bir kültürle bi çimlendiği öne sürülür. 1960 sonrasına kadar hümanizmacı te zin aydınlar kesiminde büyük yankılar uyandırdığını görüyo ruz. Bu ilgi bugün de süregitmektedir, ama eskisi kadar saygın lık görmemektedir. Hümanizmacı tezin karşısında bir başka tezle, Osmanlı tezi 445
ile çıkılmıştır. Türk kültürünün kökenlerinin Osmanlı kültürü ne indirgenmesi savında beliren Osmanlıcılık tezinin kuramcısı Kemal Tahir'in tarih ve uygarlık görüşü, Osmanlı kültürünün getirdiği perspektiflerle sınırlıdır. Ona göre bize her türlü kötü lük Batı'dan, Batılılaşma'dan gelmiştir. Bu yüzden Osmanlı kültürü egemen kılınmalı, bir tür Osmanlı revivalizmine gi dilmelidir. Bu tezin, Osmanlıcılık konusunda art niyetler taşı yan reaksiyoner çevrelerde uyandırdığı yankılar üzerine dura cak değiliz. Ancak bunlardan bazılarının Kemal Tahir'in adını anarak bir Osmanlı Rönesansı'ndan söz ettiklerini söylemekle yetinelim. Osmanlıcılık tezinin sinema alanında uygulanmasını yürekten üstlenmiş görünen bir film adamımızın ise, işi Yusuf Vehbi'li Arap filmlerinin övgüsüne vardırdığına tanık olmak, Türk kültürünün kökenlerini saptama ile ulusal bir bileşime varma sorununun birbirine nasıl karıştırıldığının en iyi örneği olsa gerekir. Orta Asya tezi, Batıcılık tezi, hümanizma tezi, Osmanlılık te zi derken, son günlerde bir başka düşünce ortaya çıkmıştır: Sel çuk tezi. "Selçuklu Işığı" tezinin kuramcısı Ferit Öngören'dir ve ona göre Türk kültürünün kaynaklarını Selçuklu devletinde aramak gerekir. Görülüyor ki, son kırk yıldır kültürümüzün kö kenleri üzerinde bir uzlaşmaya varılmamıştır. Gerçekten sorun bu değildir. Türk kültürünün kökenleri Orta Asya'da mıdır, Batı'da mıdır? Anadolu'da mıdır, Osmanlı'da mıdır, Selçuklu'da mıdır? Sorun bu doğrultuda ele alındığı sürece işin içinden çık manın olasılığı yoktur. Bu tür önerilerin sonu olmadığı gibi, be lirli bir ulusal bileşime varma amacı göz önünde tutulmadan, kültürümüzün kökenleri üzerinde varsayımlara girişmenin an lamı da olamaz. Öyleyse ne yapılacaktır? Yapılması gereken, sorunu bir yöntemle ele almaktır. Türk kültürünün kökenlerinin araştırılması ancak bir dünya görüşü nü içeren ulusal bir kültür bileşimine varılması amacını taşıdığı sürece bir anlam kazanır. Bu yapılmadıkça, kökenlerin Osmanlı ya da Selçuklu kültür yapılarına dayandırılmasının somut ve yapıcı bir işlevi olamaz. Bu işlevi, ancak, belirli bir amacı, ulu sal ve çağdaş bir kültür bileşimine varma amacını sürekli ola rak göz önünde bulundurmakla sağlayabiliriz. Demek ki sorun, Türk kültürünün kökenlerinin saptanması gibi bir başına ele alı 446
nacak basit ve tarihsel bir sorun olmaktan çok, ulusal bir kültür bileşimine varılmasını öngörmek gibi bir yöntem sorunu olarak çıkıyor karşımıza. Bu kültür bileşimine varmak ise, geçmişte var olan bir kültürün bulgulanması, aydınlığa çıkarılması anlamın da edilgen (pasif) bir iş değil, geçmişte var olan kültürlerden ya rarlanarak ortaya bir yapı çıkarmak anlamında etkin (aktif) bir uğraştır. Bunun için de, önce içinde yaşadığımız çağı ve toplu mu, bu toplumun belirgin yapısal karakteristiklerini dikkate almak, bu karakteristikleri geçmiş kültürlerle olan köklü ve derin ilişkilerini aydınlığa çıkarmak gerekiyor. Ulusal bir kül tür bileşimine varmak için tutulacak yol, dünden bugüne gel mek değil, tam tersine, bugünden düne gitmektir. Dünden bu güne gelmek ister istemez, geçmiş bir kültürü bugün de geçerli kılmak eğilimini de birlikte getiriyor. Üstelik, çağdaş Türk toplumunun yapılarına geçmiş ya da bugün süregitmekte olan kül türlerin ne ölçüde yansıdığını bulup irdelemek, bizi kültürümü zün kökenleri konusunda çok daha sağlam, tutarlı ve nesnel varsayımlara ulaştırabilir. (Hilmi Yavuz, "Kültürümüzün Kökenleri mi?" Varlık, sayı 781, s. 5, 26) SO RU LA R 1. Kültür tarihimizde belli başlı kaç kültür değişimi evresi vardır? Ve hangileridir bunlar? 2. Anadolu'nun, kültür tarihi bakımından önemli özellikleri hangileridir? Anadolu'da oluşmuş "İslam-Türk bireşimi"nin ana çizgileri nelerdir? 3. "Batılılaşma hareketi" deyince ne anlaşılır? Bu hareket, ne zaman ve niçin doğar? İktisadi, sosyal ve kültürel bakımlardan ne gibi sonuçlar doğurur bu hareket? 4. Batılılaşma hareketinin ortaya çıkardığı aydın tipi, nasıl bir tiptir? 5. Batılılaşma hareketi hakkında siz ne düşünüyorsunuz? 6. Kültürümüzün kökenleri konusunda ne gibi tezler ileri sü rülmüştür? Bu düşüncelerin eksik yanları nelerdir? "Ulusal ve çağdaş bir kültür bireşimi"ne varmak için ne gibi bir yönteme başvurmalıdır aslında? (Okuma parçasını okuyunuz.)
•147
K Ü LTÜ R Ü M Ü Z Ü N SO RU N LA RI VE G ELEC EĞ İ Sorunlar K ültürüm üzün yığınla sorunu var bugün. Yerini düzensiz, beğenişiz, iğreti, bayağı ve yoz bir “yı ğın kiiltü rü "n ü n aldığı, halkım ızın o yüzyıllar boyu olu ş turup yaşattığı, am a bugün gitgide aşınıp yok olm aya yüz tutan gerçek "h alk kültürü "n e sahip çıkm a sorunu var; "kitlelere ulaşm a" sorunu var; "bu rju v a kültürü ile sosya list kültür arasındaki ilişkiler" sorunu var... Ve bütün bu sorunlar, aslında koşulları son derece ağır ve nankör bir ortam da çözüm bekliyor. H alk kitlelerine, "h er şeyi talihe bırakm ayı" aşılayan -b ir yazarım ızın "piyango k ültürü" d ed iğ i- gerçek bir "k ü ltü rsü zleştirm e" politikasının beyinleri yıkayıp ko şullandırdığı, egem en sınıfların, giderek tekelci serm aye nin özgür düşünce ve onun ürünlerine karşı açıkça kültür düşm anlığı yaptığı bir ortam dır bu. K apitalistleşm e sürecine geç girip, bir çıkm azın içinde iki yüzyıldır bocalayan bir toplum da, aslında olağan bir sonuçtur bu gelişm eler... Doğrusu istenirse, Türkiye'de bir "k ü ltü r d ev rim i"n e gerek var. Bu gerek, dışardan aktarm a değer yargılarını bir yana iterek, bilim i egem en kılm a dönem ini açacaktır. İnsanlığın ve uygarlığın Yunan ile başlayıp Batı ile bitm ediğine par m ak basm ak zorundayız. Yeni bir dünya kuruluyor; bu dünyanın dışında kalm ak, çağdaş uygarlığa sırtım ızı dön mek dem ektir. Batıhlaşam ayız, doğru; am a çağdaşlaşabiliriz. Ç ağdaşlaşm ak ise, her şeyden önce bir "y ö n tem " soru nudur: Doğaya, toplum a ve insana, "ak ılcı" ve "d iy alek tik " bir açıdan bakm ak yani. Ve sorun, bu yöntem i ege men kılm a sorunudur aynı zam anda; soyuttan som uta, kuram dan uygulam aya, tek kelim eyle yaşam a geçirm ek... G eleceğe uzanan bir oluşum içinde sanat ve edebiyatın işlevi nedir? Bu soruya sağlıklı bir yanıt verebilm ek için, Tü rki 448
ye'd e, sanal ve edebiyatın dünden bugüne izlediği çizgiyi saptam ak gerekir. Türkiye'de sanat ve edebiyatın izlediği çizgi O sm anlı toplum unun kuruluşundan 19. yüzyıla değin geçen dönem içerisinde sanat ve edebiyat, h alk sanat ve ed ebiy atı ile egem en s ın ıfın sanat ve ed eb iy atı olm ak üzere ik ili b ir n ite lik taşım ıştır. H alk sanat ve edebiyatı, bir ölçüde, egem en sınıfın sa nat ve edebiyatından etkilenm işse de, -g en el o la ra k - sos yal değişim e bağlı bir evrim çizgisi izlem iş, d in seld en sosyale doğru gelişm iştir. Egem en sınıf sanat ve edebiyatı ise, -ısla h a t yoluyla toplum u düzeltm e anlayışının uç verdiği Nâbi dönem i ile, gününü gün etm e anlayışının etkinleştiği Nedim dönem i ni sa y m azsak - 19. yüzyıla değin "zam an ve m ekân dışı bir nitelik" taşım ış, yerli koşulların belirlediği bir evren yeri ne, "d ışa rıd a n aktarm a b ir ev ren "in , özellikle İran sanat ve edebiyatının sözcülüğünü yapm ıştır. Ne var ki, 19. yüzyılda ortaya çıkan ve Batı'nın yörün gesine girm ekle eş anlam lı olan Batılılaşm a çabaları içeri sinde, egem en sınıf sanat ve edebiyatında bir yarışm a o r taya çıkar: O güne dek süregelen değerlerin sözcülüğünü yapm ak isteyenlerin oluşturdukları sanat ve edebiyatın karşısına, Batı'nın belli bir tarihsel evrim sonucu olu ştu r muş olduğu değerleri yansıtm ak isteyenlerin sanat ve edebiyatı çıkar. Birinci gruptakiler, Batılılaşm a çabalarının sonuçlarını saptam a yönünden gerçekçi olm akla beraber, eskiye sarıl m akla "g e rici"; ikinci gruptakiler ise, sözcülüğünü yaptık ları değerleri besleyecek iktisadi bir tabana dayanm am a ları yüzünden " ta k litç i" bir nitelik kazanırlar. Böylece, ge ri bıraktırılm ış bir ülke durum una düşen O sm anlı toplum unda sanat ve edebiyat, giderek toplum un çıkarlarını değil de, em peryalist B atı'nın çıkarlarını savunan bir du ruma düşer. Cum huriyet'le beraber, sanat ve edebiyat planında önem li değişiklikler ortaya çıkar. 449
Bu dememde, bürokratik m ekanizm a ile bütünleşm e halinde olan sanat ve edebiyatçılar, O sm anlı sanat ve ede biyat geleneğinin bütününe sırt çevirm işler; laikleşm e ça balarına koşut olarak bu kalıpları ayıklam ışlardır. Rom an, O sm anlı egem enlerinin yaslanm ış olduğu değerleri m ah kûm etm ekte ve C um huriyetçi değerleri yükseltm ekte bir araç olarak kullanılırken, şiir alanında, aruz veznine cep he alınarak, -u lu sa l vezin olarak kabul e d ile n -h e c e vezni baş köşeye geçirilm ektedir. Yerli bir açıya ulaşm ak yö nünden olum lu gibi gözüken bu tutum hece vezninin bel li bir işlevi yerine getirdiği dönem koşullarının dikkate alınm am ası nedeniyle, geriye dönük bir nitelik kazana caktır giderek. Bu gelişm eler içinde, olum lu adım lar, N âzım H ik m et'le S ab a h a ttin A li'd en gelir. Her iki yazarın gelenek karşısındaki tutumları, gele neksel kalıplar içerisine sıkışmak değil de, onu aşmak ni teliğinde olduğundan, ilerici bir özellik taşımış; sözcülü ğünü ettikleri sınıfın niteliği sonucu olarak da, devrimci bir boyuta varmıştır. Hatırlatmaya gerek yok: Emek-sermaye çelişkisini eser lerinde işleyen bu iki sanatçı baskıdan baskıya uğrarlar... N âzım H ikm et ve Sabahattin Ali ile beraber, 1940 yılla rı içerisinde anti-faşist bir tutum takınan öteki devrim ci ya zarlar -y ap ay y o llarla- okurlardan koparılm aya çalışılır ken; onların yerine -u yu şm acı bir sanat çizgisi o la n - " G a rip Ç iz g isi"n in yerleştirilm eye çalışıldığını görüyoruz. 1950-1960 dönem i içerisinde ise, -ek o n o m id e olduğu g ib i- sanat ve edebiyatta da em peryalizm egem endir. M arksizm in panzehiri olarak görülen varoluşçuluk gün dem dedir artık. İkinci Yeni, ilerici-devrim ci bir sanatm ış gibi tezgâhlanm aya çalışılm aktadır. 1960'lara değin uza nan bir karanlık dönem içerisinde, ülkenin geri kalm ışlığı edebiyat üzerinde de etkilerini gösterm ekte; sanat, em per yalist güçlerin çıkarlarının sözcülüğünü yapm aktadır: Bu naltıyı, boğuntuyu, yılgınlığı... ön plana alarak. 1960 son rası dönem inde, anti-em peryalist güçlerin siyasal planda 450
ağırlıklarını duyurm alarına koşut olarak, anti-em peryalist yanı ağır basan bir devrim ci sanat ve edebiyat cephe si oluşm aya başlam ış, iç ve dış hasım larına karşı -a m a n s ız - bir m ücadeleye girişm iştir. Bu açıdan bakıldığında, bu gü n T ü rkiye'de birbirlerin den keskin çizgilerle ayrılan iki sanat ve edebiyat cephesi nin var olduğu görülür: D evrim ci sanat ve edebiyat cep hesi ile karşı-devrim ci sanat ve edebiyat cephesi. Bunları kısaca görelim .5 İki cephe - Devrimci sanat ve edebiyat cephesi nelerden oluşuyor? T ü rkiye'nin içinde bulunduğu geri kalm ışlıktan kur tulm ası için kitlelere soluk iletm eye çalışan devrim ci sanat ve edebiyat cephesinin iki bileşeni vardır: işçi sınıfı sanat ve edebiyatı ile etkin küçük burjuva sanat ve edebiyatı. - Günümüze değin gelen zaman süresi içerisinde işçi sınıfı sanat ve edebiyatının, onun ideolojisini benimse yen ve onun özgürlüğü yolunda mücadele eden kişilerce oluşturulmuş olduğunu görüyoruz. Nâzım Hikmet'le başlayıp, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmet Arif... ka nalıyla günümüze ulaşan bu sanat ve edebiyatın geçmiş dönemdeki görünümü, emek-sermaye çelişkisini emek ten yana işlemiş olmasıdır. Günümüzdeki görünümü ise, anti-emperyalist ve emekten yana olma biçimindedir. - Küçük burjuva sanat ve edebiyatının, etkin ve edil gen küçük burjuva sanat ve edebiyatı biçiminde bir ayrış maya uğraması, emperyalizmle ülke halkı arasındaki çe lişkinin baş çelişki durumuna gelmesiyle söz konusu ol muştur. Bu sınıf sanat ve edebiyatının belirleyici özelliği, küçük burjuvazinin emperyalizmle olan çelişkisini dile getirmesidir, işçi sınıfı sanat ve edebiyatından, emperya lizmle olan çelişkinin çözümlenmesinden sonra kurulacak olan sistemin niteliklerini yansıtması açısından ayrılır. ’ Bu konuda ayrıntı için bkz. M ehmet Ergiin, "G eri Bıraktırılm ış Ülke Sa natı ve Bir Ö rnek Türkiye", Yarına Doğru, sayı 1.
451
- Karşı devrim ci sanat ve edebiyat, işçi sınıfının ve onun anti-em peryalist nitelikli yandaşlarının uyanışını geciktirm eyi ve iilke içerisindeki feodal artıklarla tekelci serm aye sahipleri arasındaki bağlaşıklığın sürm esini ar zulayanların ortaya koydukları sanat ve edebiyattır. Bu sanat ve edebiyat, üç bileşenlidir: K ozm opolit sanat ve edebiyat, edilgen küçük burjuva sanat ve edebiyatı ile feodal sanat ve edebiyat. - Kozmopolit sanat ve edebiyat deyince, akla önce emperyalist toplumların değerlerini dayatmaya çalışan, o değerlerin taşıyıcılığını yapan sanat ve edebiyat gelir. Bu sanat ve edebiyat, fotoroman kültüründen "best-seller" kitaplara; erotik seks şaheserlerinden (!), kurgu-bilim "özel m eraklarına değin... geniş bir alanı kapsar. - Edilgen küçük burjuva sanat ve edebiyatı, küçük burjuvazinin kaypak, uyuşmacı niteliğinin sanat planın daki yansıması sonucu ortaya çıkan sanat ve edebiyattır. Dünyanın değiştirilmezliğini ve anlaşılmazlığını odaklaştıran bu sanat ve edebiyat, kitleleri eylemsizliğe iteleyici etkin bir afyondur. - Giderek etkinliğini yitirmekle beraber, "ideolojik tortu" olarak zaman zaman beyinleri bulandıran feodal sanat ve edebiyat ise, geçmişi bugünde yaşamak ister ve bugünün baskısından kurtulmanın geçmiş değerlere sı ğınmakla gerçekleşeceğini savunur. Özellikle dinci kültürün bir uzantısı olarak karşımıza çıkan, sinsi bir sanat ve edebiyattır bu. İster kozm opolit, ister edilgen küçük burjuva ve ister feodal nitelik taşısın, her üçüne de karşı durm ak gerekir. Ancak, bu nların yanı sıra, karşı-devrim ci bir başka sa nat ve edebiyat kesim i daha vardır ki, burjuva ideolojisi nin kılık değiştirerek devrim ci saflara sızm asıyla olu şur. Yeteneksiz, fırsatçı şarlatanlar, sanat ve edebiyatı, bir kişisel doym a aracı olarak alm aları sonucu, yanlış bir b i linci kitlelere aktarm a olanağını kendilerine sağlarlar. Ve bunlar, dıştaki hasım lardan daha tehlikelidirler as lında. 452
Bir de sapm alar vardır ki, devrim ci sanat ve edebiyat açısından en önem lisi "p o p ü liz m "d ir. Popülizm , iki nok tada kendini gösterir: Birim olarak sınıfın değil de halkın alınm ası; yaşantı değiştirm eden, işçi sınıfının sanat ve edebiyatını yapm aya kalkışanların içerisine sürüklendik leri slo g a n a ve özentili hava... Bütün bu eğilim lere karşı da ciddi bir m ücadele ver m ek gerekir. Şurası da bir gerçektir ki, devrim ci sanat ve edebiyatı m ız, anti-em peryalist çizgi geliştikçe, ulusal kurtuluş aşa m asındaki öteki geri kalm ış ülkelerde som ut olarak izledi ğim iz gibi, daha da gürbüzleşecek, kültür cephesinin en etkin silahı olacaktır. D A H A Ç O K BİLGİ P. N. Boratav - A. Dino - F. Edgü - G. Dino - A. Abdülmalik, Kültür Emperyalizmi Üstüne Konuşmalar, İstanbul, 1967. Gülçin Çaylıgil, "Kültür Düşmanlığı", Cumhuriyet, 22.10.1973. Mehmet Ergün, "Geri Bıraktırılmış Ülke Sanatı ve Bir Örnek: Türkiye", Yarına Doğru, sayı 1. Demir Özlü, "Burjuva Kültürü-Sosyalist Kültür", Yeni Or tam, 6.7.1974. Muammer Sun - Murat Katoğlu, "Türk Kalarak Çağdaşlaş mak", Cumhuriyet, 13-17 Haziran 1974. Hilmi Yavuz, "1980'ler Türkiye'sinde Lümpen Kültür: Ne O, Ne Öteki", Milliyet, 4 Ocak 1981. Suut Kemal Yetkin, "Kültür Sorunumuz", Milliyet Sanat Der gisi, sayı 89. OKUMA "K Ü L T Ü R E M P E R Y A L İZ M İN İN A N LA M I "Kültür emperyalizmi" kavramı üstüne Türkiye'de şimdiye kadar sık sık yazı yayımlandı. Bu yazıların çoğunda şüphesiz birçok önemli noktaya değinildi, bazı olgular deşildi. Ama ben ce öncelikle kavramın kendisi eleştiriye ihtiyaç gösteriyor. Kavramlar karşımıza tek bir kelime, terim ya da "kültür em 453
peryalizmi" konusunda olduğu gibi bir "tamlama" şeklinde çı karlar: Ama hiçbir zaman bir kelime ya da tamlamadan ibaret değildirler; belirli bir düşünce sistematiğinin ürünüdürler. "Kültür emperyalizmi" kavramının ardında gizli yatan düşün ce sistematiği, belli bir emperyalizm tanımının sistematiğidir ki, bugünkü dünya koşullarında bu çeşit emperyalizm pek kalma dığı için, bu sistematik de çağdaş gerçekliğin çözülmesinde ge çerli olma şansını yitirmiştir. "Kültür emperyalizmi" kavramı, bugünün emperyalist dün ya sisteminden çok daha önceki "kolonyalist" sistemin koşul larını açıklamakta yararlı olabilecek bir kavramdır. Çünkü ko lonyalist sistem içinde, sömürge ve sömürgesi vardır; sömürge ci sömürgeye dışardan gelir, zapt eder, kendi valisi, polisi, sivil ve askerî bürokrasisi ile orayı yönetir. Geldiği sömürgede, mad di ve manevi bakımlardan tamamen kendisine bağlı bir azınlık, bir kolon sınıfı yaratır. Bu sınıf yoluyla kendi kültürünü sömür geye empoze eder. Dolayısıyla sömürge dışarıdan gelme bir kültür olayıyla karşı karşıya kalır. Oysa emperyalist sistemde bu anlamda dışa bağlı, "kompra dor" nitelikte bir sınıf yoktur. Çağdaş geri bıraktırılmış ülkenin bir yerli burjuvazisi vardır ve bir dünya sistemi olan emperya list sistemde, bu sınıfın dışarıyla bu anlamda bağları vardır. Böylece, emperyalizmde olanlar, kolonyalist dönemde olanlar gibi, birtakım dışsal güçlerle açıklanamaz. Emperyalizm geri bı raktırılmış ülkede içsel bir olaydır. Kolonlar, kompradorlar, feodaller kolonyalist dönemin zo runlu parçalarıdır. Çağdaş emperyalizmde bu sınıflar, dolayı sıyla bu terimler tarih dışı kalır. Yeni olayı, yeni kavramlarla açıklamak zorundayız. "İşbirlikçi burjuvazi-ulusal burjuvazi" ya da "milli demokratik devrim" gibi kavramlar bugünün kav ramları değildir. Nitekim Türkiye solu geçtiğimiz dönemde, du rumumuzu bu kavramlarla anlamaya çalışmanın bedelini ol dukça pahalıya ödedi. İşte "kültür emperyalizmi" kavramı da, bu yeni koşullar al tında eskimiş bir kavramdır, işimize yaramaz. Çünkü bu kav ram, daha işin başında bugünkü kültürümüzün dışarıda hazır lanıp sonra bize ihraç edildiğini ima ediyor. Oysa bu, sakat bir anlayıştır. Gerek altyapısal olaylarımızın, gerekse üstyapısal ge lişmelerimizin, kendi toplumumuz içindeki dinamiklerini ta 454
m ¿ı men g ö m ıe /d e n gelm ektedir: A laktörü ile açıklanacak bir şeyi B faktörüyle açıklamaya kalktığımızda, hiçbir şeyi açıklaya madığımız gibi, üstelik açıkladığım ızı hayal edip, yanlış üstüne yanlış yaparız.
Tarihimizde "Batılılaşma" odak noktası olarak alınmıştır. Bu soruna ulusçu ve idealist gözle yaklaşmak demektir. Çün kü "Batılılaşm a" denen üstyapısal olay, altyapıdaki "üretim tarzı" değişikliğini kapatmaktadır. "Feodalizm mi? Yoksa ATÜT mü?" gibi tartışmalara girişmeksizin, kestirmeden şu nu söylemeli: Batılılaşma denen süreç üstyapıda devam eder ken, altyapıda Türkiye pre-kapitalist bir yapıdan kapitalist bir yapıya geçiyordu. Ancak bu, Batılı ülkelerin kapitalizmi de ğil, başlangıç noktasını Batı ülkelerinin zorla müdahalesinden (bu öncelikle iktisadi zor da olabilir) alan, azgelişmiş ülke ka pitalizmiydi. Şu halde, Batılılaşma-öncesi yapıyı, Osmanlı, yabancı sayıp, Batılılaşma ile uluslaştığımızı savunan görüş de, Batılılaşma ön cesi yapıyı öz varlığımız sayıp, Batılılaşma ile kendimize yaban cılaştığımızı savunan görüş de... yanlıştır; altyapı analizinin ön celik kazandığı bir anda ulusçu üstyapı analizine öncelik ver mektir. Bu durum yalnız bize özgü değildir. "Geri-bıraktırılmış ül ke" olmanın talihidir bu. Ve bizler bu konumuzu bu geniş çer çeve içinde düşünmek zorundayız. Bugünkü kültürümüz, Batı dünyasından ithal etmekle yetin diğimiz bir kolonyalist çağ kültürü değildir. Emperyalizmle iç içe gelişen, ama kökü gene bizde olan, dinamiğini kendi öz gül toplumsal yapımızdan alan, bizim kendi çarpık yapımızın ürünü, kendi geri bıraktırılmış kapitalizmimizin "helezoni" ge lişme temposuna uygun, dolayısıyla kapitalizmin pre-kapitalizmle kucak kucağa geliştiği, azgelişmişliğin kendi büyüme sü reci içinde gelişmişlik değil (yani gerçek anlamda kapitalizm), gene azgelişmişlik yarattığı bir toplumsal yapının, gene çarpık, kapitalizmle pre-kapitalizmin gene kucak kucağa olduğu bir kültür... (Murat Belge, '"Kültür Emperyalizmi', Marksizm ve Freud Üzerine", Yarışıma, sayı 34, s. 221-223)
455
SORULAR 1. Kültürümüzün bugün belli başlı temel sorunları nelerdir? Ve nasıl bir ortamda çözüm bekliyorlar? 2. Türkiye'de, niçin bir "kültür devrimi"ne gerek vardır? 3. Osmanlı toplumunda, 19. yüzyıla gelinceye değin, sanat ve edebiyat nasıl bir nitelik taşır? "Batılılaşma" hareketi ile orta ya çıkan tablo nasıldır? 4. Cumhuriyet döneminde -başlangıçtan bugüne- sanat ve edebiyat planında ortaya çıkan önemli değişiklikler ve gelişme ler nelerdir? 5. Türkiye'de, bugün, sanat ve edebiyat başlıca hangi cephe lere bölünmüştür? 6. "Devrimci" sanat ve edebiyat cephesi nasıl bir görüşü tem sil eder ve kimlerden oluşur? 7. "Karşı-devrimci" sanat ve edebiyat cephesi nasıl bir görü şü temsil eder ve hangi kesimlerden oluşur? Her kesimin özel liklerini belirtiniz. 8. "Kültür emperyalizmi" kavramından ne anlıyorsunuz? (Oku ma parçasını okuyunuz.)
BOLUM VI TÜRKİYE'DE EĞİTİM VE ÖĞRETİM Türkiye'nin eğitim düzeni, bütün geri kalm ış ülkelerde olduğu gibi, "g eri"d ir: Eğitim den yararlananların genel oranının düşüklüğünden tutun, eğitim ve öğretim in düze yi, örgütünün işleyişine varıncaya dek böyledir bu. Bir "k eşm ek eş"tir, eğitim ve öğretim alanında görülen. D üzendeki en büyük keşm ekeşlerden biri hem de. K İM LER EĞ İTİLİYO R? NE, N A SIL Ö Ğ R ETİLİY O R? K im ler eğitiliyor? Ö nce, A nayasa'm ızm bir m addesini belirtelim : "Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlama, dev letin başta gelen ödevlerindendir. İlköğrenim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için mec buridir ve devlet okullarında parasızdır. Devlet, maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrenci lerin, en yükseköğretim derecelerine kadar çıkmalarını sağlama amacıyla burslar ve başka yollarla gerekli yar dımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitim ihtiyacı olan ları, topluma yararlı kılacak tedbirleri alır" (m. 50). Eğitim in -A n ay asa'd ak i bu hükm e k a rşın - gerçekler planındaki görünüşünün rakam larla dile gelişi ise şudur: İlkokul çağındaki her yüz çocuktan 83'ü okula gidebil m ektedir. 6-11 yaşlan arasında 6 m ilyon çocuktan 1 m il yonu okul dışı kalm ıştır ve C um huriyet'in 50 yılını geçti
457
ğim iz halde, hâlâ bütün çocuklarım ızı okuryazar hale getirem em işizdir. İlkokulları bitiren çocukların bü yü k çoğunluğunun bir üst okula gidem edikleri devlet istatistiklerinden belli ol m aktadır. O rtaokul çağında 12-15 yaşlar arasındaki 3,5 m ilyon çocuktan 750 bini öğrenciliklerini sürdürebilm ek tedir. H er yüz çocuktan 21'i ortaokula gidebilm ektedir. D em ek ki, ilkokulu bitiren her yüz çocuğun 79'u eğitim lerini bu noktada kesm ektedirler. Liselerdeki durum a gelince... Lise çağında bu gü n 3,4 m ilyon genç vardır. Bunlar 15-19 yaşları arasındadır ve bugün liselere yalnızca 200 bin genç devam etm ektedir. Yani lise eğitim inden geçebilecek her yüz gencin yalnız ca 6'sı böyle bir olanaktan yararlanabilm ekte. 15-19 yaş ları arasındaki yüz gençten 94'ü, eğitim lerini ilk ya da or taokulda bitirm iş oluyor. Yükseköğrenim de bu grafik biraz daha düşüyor. 18-24 yaş arasındaki 4 m ilyon gençten ancak 200.000'i bir yüksek öğrenim kurum una gidebilm ektedir. Yani, her 100 gençten 5 'i bir üniversite ya da yüksekokulda, 95'i dışarıdadır. Yaşları 24'ü n altındaki 21 m ilyon gencin, genel nüfusla orantısına baktığınız zam an, T ürkiye'de 100 kişiden sa dece birinin yükseköğrenim yapm a özgürlüğünden ya rarlandığı açıkça görülm ektedir. Bütün planlam a raporları, Tü rkiye'n in kalkınm ası için teknik öğrenim e hız verilm esini öneriyorlar. Oysa bugün, 12-20 y aşlan arasındaki 7 m ilyon çocuk ve gençten 220 bi nine teknik bilgiler öğretiliyor ve onların çoğu da, devle tin bürokrat kadroları arasında eriyip gidiyor. Elde, tapta ze büyük bir cevher olduğu halde, 100 çocuğun 97'sinden yararlanılm ıyor. K alkınm am ızın bü yü k gereksinm e duy duğu teknik işgücü yaratılm ıyor. Bütün başarısızlığına karşın, kör topal ilerleyen eğitim sistem im izin hedefi, za ten kanserli hale gelm iş olan bürokrat kadrolardaki uru büyütm ekten başka bir işe yaram ıyor. Eğitim nim etinden, toplum daki çeşitli sınıf ve züm re lere düşen payı gösterm ek üzere de bir rakam verelim . D evrim ci Eğitim Şurası yayınlarında yer alan bir istatistik te, T ü rkiye'de üniversite öğrencilerinin sınıfsal durum u şöyle gösterilm iştir: 458
N üfusum uzdaki yeri Tarım kesim i : % 76 İşçi kesim i : % 20 M em urlar : % 2,62 G irişim ciler : % 0,67
Ü niversitedeki oranı
% 17 % 8 % 42 % 33
Bu sayıların öğrettiği ilk gerçek, nüfu sum uzu n binde 6 7 'sini oluşturan girişim ci aile çocukları, 100 üniversite öğrencisinden 37'sin i oluştururken; % 2 0 'sini m eydana getiren işçi aile çocuklarının 100 üniversite öğrencisinden ancak 8'in i oluşturduğu gerçeğidir. K asaba ve kentlerde yaşayan 14 m ilyon halkın çocukla rını eğitm ekte aciz kalm ış bir eğitim politikası, köy kesi m inde yaşayan 22 m ilyon halkın üzerine bir karanlık per de çekm ekten başka hiçbir şey yapm am ıştır. 1960-1970 arasındaki dönem de, köy çocuklarından 15 bin im am -hatip m ezunu ve 190 bin K uran kursu m ezunu yaratılm ış tır. K öy çocukları için sadece dinsel öğretim kapısı açık b ı rakılarak, A tatürkçü eğitim politikasına ihanet edilm iş, 1961 A nayasası çiğnenm iştir. Bugün, im am -hatip okulları yılda 4 bin, K uran kursları yılda 30 bin "zekâsı körletilm iş ve beyni dondu ru lm uş" köy çocuğu yetiştirir kuruluşlar olarak faaliyette bulunm akta. Bütün bu rakam lardan varılacak sonuç şudur: Tü rki ye'd e, egem en sınıf ve zü m reler -em ek çi ve köylülere o ra n la - eğitim ku ram ların d an en çok yararlananlardır ve bu bakım dan da "ay rıcalık ları" vardır. A nayasam ızda "h içb ir kişiye, aileye, züm reye veya sınıfa im tiyaz tanın m az" (m. 1 2 /2 ) diye de b ir m adde vardır. Sınıfsal plandaki bu eşitsizliğin yanı sıra, b ölgeler ara sındaki, özellikle Tü rkiye'n in doğusu ile batısı arasında ki eşitsizliğin -h e r konuda olduğu g ib i- eğitim e de yan sıdığını görüyoruz. Doğu Marmara bölgesinde orta dereceli okullarda okullaşma oranı % 34,4 iken, Diyarbakır'da 12'dir. Arada ki fark % 400'dür. Van'da 100 kızın ancak 4'ü ortaöğreti me devam ederken, bu oran Doğu Marmara bölgesinde % 27'dir. Aradaki fark % 800'dür. Bitlis'te okuma-yazma 459
oranı % 14,5 iken, bıı oran İstanbul'da % 71,5'lir. Arada ki fark % 600'dür.
Eğitim d üzenim izde hiç m i eşitlik yoktur? D oğruyu söylem ek gerekirse vardır. Ö rneğin, her lise m ezunu, üniversite ya da yükseko kullara girebilm ek için giriş sınavlarına katılabilir ve sı navlarda bütün öğrencilere aynı sorular sorulur!.. Ne, nasıl öğretiliyor? Türk eğitim sistem i ekonom ik ve işlevsel olm ayan özellikler taşır ve bu özellikleri toplum a her gün yeni bir sorun getirm ektedir. G erçekten çağdaş dünyada, eğitim ile yaşanan sosyal çevrenin ilişkisini birbirinden koparm ış m odern bir top lum düşünm ek olası değildir. Eğitim in görevi, soyut bir bilgiler yığınıyla yüklenm iş insanlar yaratm ak değil; için de bulundukları ortam ın m addesel ve kültürel gereklerini karşılayacak yetenekleri yetiştirm ektir. İkinci Beş Yıllık Plan'da, "yu rttaşların devam lı değişen bir dünya için h azırlan m ası" hedefinin ilke olarak alınm ası gerçekçi bir tavrın sonucudur. N e var ki, T ü rkiye'de eğitim in yapısal bozuklukları ile saptanan hedefler arasındaki çelişki, fonksiyonel bir eğitim i olanaksız kılm aktadır. Plan, eğitim alanında bütünleyici bir çerçeve çizer. Örne ğin, ilköğretim, ilkokul çağındaki bütün çocukları kapsaya caktır. Bunun yanı sıra, yurttaşlık haklarının kullanılması ve görevlerinin yerine getirilmesi yönünden gerekli olan okur yazarlık oram yükseltilecektir. Sanayide, özellikle verim lili ği artırm ak üzere, yaygm eğitim çabalarına girişilecek, köy lerden kentlere gelenleri yeni çevre koşullarına ve çalışma alanlarına uygun duruma getirm ek amacı güdülecektir. Bü tün eğitim kadem elerinde, öğretim programları eğitimde iş ilkesini gerçekleştirecek yönde yeniden düzenlenecektir. Oysa, dün olduğu gibi bugün de T ü rkiye'de eğitim uy gulam ası sosyal dinam ikleri kavrayabilm iş, giderek, on ların önüne geçebilm iş değildir. H er yurttaşa eğitim ilke si, 1930-1965 arasındaki otuz beş yılda T ü rkiye'de okurya460
I zar oranını ancak % 19'dan % 48'e y ü k seleb ilm iştir. Yılda binde 8 olan okuryazarlık artış oranının, toplum a ne oran da pratik yarar verebildiğini ise hesaplayabilm ek bile ola naksız. K aldı ki, önem li olan salt okutm ak değil, okunan bilgiyle, edinilen becerilerle kendilerine yeni bir dünya yaratabilecek yığınları geliştirm ektir. O kum a yazm a bil m eyen, ilkokul çağının üstü ndeki nüfusun 1972'de 14 m il yon, 1977'd e ise 18 m ilyon kişiye ulaşm ası, eğitim ile m ad desel yaşam ın pratiklerini birleştirem eyen bir toplum da belki de hiç önem senm eyecektir. Eğitim in yapısındaki işlevsel bozukluklar, günüm üzün Tiirkiyesi'n d e okul, öğrenci ve öğretm en ilişkilerini kökle rinden sarsm aktadır. V erim düşüklüğü ve öğrenci-öğretm en oranının ters yönde gerileyişi, bu sarsıntının iki genel sonucudur. İçinde yüzdükleri gerçeklerin ötesindeki so yutlam alar, öğrencileri, eğitim in daha ilk aşam alarında başarısızlığa m ahkûm kılm aktadır. Başarısızlıkların sonu cu olarak sınıflar arası öğrenci yığılm ası ve kapasitenin aşırı zorlanışı, Türk eğitim ini ekonom ik anlam da gerçek bir kısır döngüye düşürm üş bulunm aktadır. O rtaokullar da sınıf geçm e oranının 1960'ta % 70 iken, 1965'te % 50'ye d ü şm esi ya da liselerd ek i % 6 2 'lik o r a n ın aynı sü red e % 49 'a gerilem esi, eğitim in yaşanan gerçeklere yabancı laşm ası olayının som ut görüntüleridir. Pratik yaşam da karşılığı bulunm ayan bir bilgiyi edinm ek çabasını hem en hiçbir Öğrenci gösterem ez. G österm esi de kolay istenem ez. Y etiştirem edikleri öğ renciler ve ücretlerindeki yetersizlikler karşısında, öğret m enler, son yıllarda, Türkiye gibi öğretm en açlığı çekilen bir toplum dan kopup, yurtdışm da işçi olarak çalışm ayı seçm e durum una gelm işlerdir. Yalnız Federal A lm an ya'd a T ü rk işçileri arasındaki öğretm en sayısının on bin kişiye yaklaşm ası, bir bütün olarak, bastığı topraklarla, onun ekonom ik ve sosyal gerekleriyle bağı kopan Türk eğitim sistem inin suçudur. Suç, öğretm enden önce, kendi sine yabancılaşm ış düzenindir. O kulu gerçeklerin sağlam toprağına indirm edikçe; b il gi ile uygulam a arasındaki bütünleşm eyi gerçekleştirm e dikçe eğitim deki yabancılaşm ayı aşam ayız. 461
DAHA ÇOK BİLGİ Devrimci Eğitim Şurası, Ankara, 1969. Cavit Orhan Tütengil, "Cumhuriyet Türkiyesi'nde Milli Eği tim", Cumhuriyet Gazetesi'ti in "50. Yıl" eki. Ovvard E. VVilson - İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyeti'nde Milli Eğitim ve Atatürk, Ankara, 1968. Fehmi Yavuz, Din Eğitimi ve Toplumumuz, Ankara, 1969. OKUM A EĞ İT İM D EK İ K EŞM EK EŞ Türkiye, bir eğitim keşmekeşinde çırpınmaktadır.. Bir memleketin milli eğitimi piyasanın alışveriş usullerine terk edi lirse, o memleketin yarınlarından hayır gelmez. Türk milli eğiti minde simsarlık, tüccarlık, komisyonculuk politikası almış yü rümüştür. İnanılmaz adaletsizlikler içinde yetişmektedir ço cuklarımız. Bir kere ilkokullardan başlayarak zengin çocukları hizmetin de özel eğitim toplumda ağır basmaktadır. Özel eğitim büyük şehirlerin iyi okullarını zengin çocuklarına açmakla kalmıyor, her bir üst okulun ve üniversitenin giriş kapılarını yine varlıklı ailelerin çocuklarına aralıyor. Devlet eğitimindeki adaletsizliği katmerleştiren bu gidişin kökeni elbette toplumdaki sosyal ada letsizliktir. Her vatandaş kendi kendine şu soruyu yöneltmeli dir: Bir toplumda gelir dağılımı ve kazançlar arasında korkunç uçurumlar varsa, zenginler gittikçe daha zengin, yoksullar git tikçe daha yoksul olurlarsa, o toplumun eğitiminde sosyal ada let sağlanabilir mi? Elbette bu soruya verilecek cevap olumsuzdur. Türk milletinin çocukları doğdukları dakikadan başlayarak adaletsizliğin pençesine düşmektedirler. Kimisi imtiyazlar için de, kimisi haksızlıklar içinde büyümektedir. Bu yetişmenin so nucunda kaybeden gene millettir. Çünkü nice genç istidat ada letsiz düzenin karanlığında kaybolmaktadır. Özel eğitim soru nu ilkokuldan başlamaktadır. Ortaokula yazılacak çocuklar ara sında yeni bir eşitsizliğin tohumlan atılmaktadır. Büyük kent 462
lerde Amerikan Kız Koleji, Dame de Sion, Amerikan Koleji, Saint Joseph, Galatasaray, Alman Lisesi gibi okullara ¿iğrenci sokmak isteyen aileler çocuklarına özel dersler verdirmektedir ler. Sözgelişi İstanbul'da bu yüzden hararetli bir piyasa meyda na gelmiştir. Zengin çocuklarını giriş sınavlarına hazırlamakta şöhret yapmış özel öğretmenler vardır. İmtiyazlı büyük şehir okullarından mezun olan çocukların üniversite giriş sınavların da baş sırayı tuttukları 4-5 yıldan beri yapılan anketlerle ispat lanmıştır. Bir de üniversite keşmekeşi var bunun üstüne, imam-hatip okulları politikası var, askeri ortaokulların ve liselerin kaldırıla rak orduya subay yetiştirecek kurumlarda halk kökeninin yok edilmesi var, iktidar koltuğunda oturan politikacıların kürsüye çıkıp; Her ilde her ilçede imam-hatip okulları açacağız... demesi var, on binlerce hafız kursunun memleketi ağ gibi sarıp sarma laması var... Zenginlerin çocuklarına Avrupa-Amerika olanak ları var... Bu adaletsiz sistem bilinçli bir politikayla yaratılmıştır ve yürütülmektedir. Atatürk döneminde halka dönük eğitimi gerçekleştirmek yolunda bugünkünden çok ileriydik. Köy Enstitüleri ise eğitim deki kısır çemberi kırıp atacak kadar büyük bir atılımdı. Bun dan yirmi beş yıl önce halk çocukları için enstitülere, askerî okullara girme şansı vardı. Yatılı parasız okuyanların oranı da bugünkünden çok daha büyüktü. Komprador kapitalizmi boy attıkça, kendine uygun bir eğitimin ilkelerini de gerçekleştir di. Komprador kapitalizminin amacı açıktır: Bir yanda hafız kursları ve imam okullarını köylüyü uyutmak yolunda kulla nırlar. Öte yandan milli eğitimi özel ticaretlerine açmışlardır. Zaten komisyon, vurgunculuk, üçkâğıtçılık genel politikamız olmuştur. Anadolu topraklarını satıp kiralamaktan başlayarak her işimizde bezirgan ruhuyla ve fahiş kâr, tefecilik, aldım-sattım üstüne aracılıkla kalkınacağımızı sanarak bir çeyrek asır ge çirdik. Bezirgân ruhu topluma hâkim olmuş ve yabancı kapita listlerin komisyoncuları bu ruhu cümlenin yüreğine oturtması nı bilmişlerdir. Bu ülkenin bezirgânlıkla değil, üretim gücünü alın teriyle 463
yükselterek kalkınacağını düşünmekten çok uzaklarda yetiştiri yoruz çocuklarımızı...
İşte üniversitedeki öğrenci başkaldırmasını bu tablonun orta yerinde adaletsizliğe direnme olarak nitelemek gerekir. Eğer birtakım genç insanlar her soy tehlikeyi göze alarak başkaldırmışlarsa onların üstüne hücum etmek yerine onları anlamaya çalışmalıyız: Gençlik bunalıyor... dedikleri zaman, bunalımın toplumun kirli havasından ileri geldiğini itiraf etmeliyiz. Adaletsizlik ve erdemsizlik bizim toplumun yaşamına ağır bir sis gibi çökmüş tür. Bazı ciğerler bu zifiri teneffüs etmeye alışmış olabilirler, gençliğin körpe ve temiz ciğerlerinden aynı alışkanlığı bekleye meyiz. (İlhan Selçuk, Yeni Krallar... Yerıi Soytarılar, İstanbul, 1974, s. 95-98) SO R U LA R 1. 1961 Anayasası, eğitim ve öğretimle ilgili olarak ne gibi kurallar koymuştur? 2. Anayasa'daki bu hükme karşın, Türkiye'de, eğitimin ger çekler planındaki görünüşü nasıldır? 3. Türkiye'de, eğitim nimetinden, toplumdaki çeşitli sınıf ve zümrelere düşen pay aynı mıdır? Değilse niçin? Bir örnek vere rek sorunu tartışınız. 4. Türkiye'de, bölgeler arasındaki eşitsizlik, eğitime nasıl yansımaktadır? 5. Türk eğitim sisteminin iktisadi ve işlevsel olmayan özel likleri nelerdir? Ne gibi sorunlar ortaya çıkarmaktadır bu özel likler? 6. Türkiye'de eğitim bir "keşmekeş" içindedir derken anlatıl mak istenen nedir? Bu keşmekeşi doğuran temeldeki neden ya da nedenler, sizce hangisidir? (Okuma parçasını okuyunuz.) EĞ İTİM VE Ö Ğ R ETİM İN Ö RG Ü TÜ T ü rkiye'd e eğitim , ilk, orta ve yükseköğretim diye üç kadem eli olarak örgütlenm iştir. 464
Aşağıda bunların her birinin özelliklerinden bahsede ceğiz ve yükseköğretim içinde "ü n iversiteler"in üzerinde -özel önem lerinden d o la y ı- ayrıca duracağız. İlk ve ortaöğretim Eylül 1869'da yayım lanan M aarif-i U m um iye N izanı na mes i'nd e, ilköğretim , iki dönem li olarak kabul edilm iş, birinci dönem e sıb y an o k u lla rı alınm ış ve bu okullar zo runlu öğrenim kuru m lan ilan edilm işti. Z orunlu öğrenim çağı, kızlar için 6-10, erkekler için 7-11 yaşları olarak belir tiliyordu. İkinci M eşru tiyet (1908) dönem inde, 1913 yılında kabul edilen ve yayım lanan, Tedrisat-ı İptidaiye Kanun-ı M u vakkati ile ilköğretim de tem elli değişiklikler yapıldı. Bir önceki dönem in sıbyan okulları ile rüştiyeleri birleştirildi ve öğretim süresi altı yıl olan ilkokullar (m ekâtib-i iptida iye) kuruldu. Ayrıca, sıbyan okulları yerine anaokulları açıldı. İlköğrenim , bu dönem de de -h iç olm azsa kanun m addesi o la ra k - zorunlu kılındı. C um h uriyet'in ilanından sonra çıkarılan kanunlarla ulusal eğitim in, bu arada ilköğretim in yeni tem elleri atılır ve çeşitli tarihlerde çeşitli yenileştirm eler yapıla yapıla b u güne gelinir. İlköğretimdeki gelişmeler içinde, köy eğitim ve öğre timi alanında da yeni ve çok önemli atılımlar olmuştur. Bunlardan ilki "köy eğitmen kursları" ile -onu izleyen"Köy Enstitüleredir. Bunlardan Köy Enstitüleri, çok önemli ve yararlı kuruluşlar oldukları halde, toplumda geri, giderek gerici güçlerin saldırısına uğramış, bir süre sonra nitelikleri değiştirilerek yozlaştırılmışlardır. Bugün, Tü rkiye'd e ortaöğretim , üç bölüm e ayrılır: O r ta dereceli genel kültür okulları (ortaokul, lise), orta dere celi m eslek okulları (ticaret lisesi, öğretm en okulu, im am hatip okulu vb.) ve orta dereceli teknik okullar (orta sanat okulu, sanat enstitüsü). Y ükseköğretim e gelince... 465
I Yükseköğretim ve üniversiteler a) Y ükseköğretim deki gelişm eler C um huriyet'in ilk yıllarında Tü rkiye'd e yükseköğre tim kurum u çok azdı. 1924-1925 yıllarında, hem en hepsi İstanbu l'da olm ak üzere 1 üniversite (5 fakülte, 2 yüksekokul) ve çeşitli b a kanlıklara bağlı 10 yüksekokul vardı. Sayıları ancak 17'yi bulan bu fakülte ve yüksekokullarda 357 öğretim üyesi, 3.551 öğrenci bulunuyordu. Y ükseköğrenim gören öğren ci sayısının ülke nüfusuna oranı ise, 10.000'de 3'ü geçm i yordu. 1940'a değin, öğretim üyesi ve öğrenci sayısında üç kat artış sağlanm asına karşılık, yükseköğretim kurum u sayısında önem li bir artış olm adı. A ncak, 1936'da girişilen ilköğretim seferberliği, 1940'tan sonra ürünlerini verm eye başlayınca ilkin ortaöğretim kurum larında, -o n la rın etki siyle d e - yükseköğretim kurum larında hızla bir gelişm e görüldü. 1945-1970 dönem inde 8 yeni üniversite açıldı ve fakültelerin sayısı 82'yi buldu. 1970-1980 dönem inde üniversitelerin, bu arada yük sekokulların sayısı daha da artacak; -d e y im y erin d ey setam bir "en flasy o n " başlayacaktır. Ve doğaldır ki, beraberinde yığınla sorunu da getire cek... Y ükseköğretim kuru m lan, başta üniversiteler olm ak üzere, çeşitli yüksekokullar ve akadem ilerden oluşuyor bugün. Bunlar içinde, üniversiteler üzerinde ayrıca durm ak gerekiyor. b) Üniversiteler Bugünkü üniversitelerin tem eli, C um huriyet dönem in de, 1933 yılında atılır. Cumhuriyet'ten önce ve Cumhuriyet döneminin ilk yarısında Türkiye'de bir tek üniversite vardı: Darülfü nun. 1863'te açılan ilk Dârtilfünun, aslında bugünkü an 466
lamda bir bilim yurdu değildi; yalnız hikmet (fizik), hay vanat (zooloji), nebatat (botanik) ve tarih konularında ge nel derslerin verildiği bir çeşit okuldu. Bu ilk Dârülfünun'un ömrü pek kısa oldu. Öğretim üyelerinden Hoca Tahsin Efendi'nin, canlıların havasız yaşayamayacağını tanıtlamak için, bir güvercini havası boşaltılmış bir fanus içinde bırakması ve bir başka öğretim üyesinin, Cemaleddin Efgani'nin "peygamberlik bir sanattır" demesi yü zünden kapatıldı. Dârülfünun, ikinci kez Dârülfünun-ı Şâhâne adıyla 1900'de açıldı. Meşrutiyet'ten sonra biraz düzeltilerek Dârülfünun-ı Osmanî adım alan bu kuruma, tıp ve hu kuk okulları da bağlandı. I. Dünya Savaşı yıllarında, Al manya'dan getirilen profesörlerle az çok yola yordama giren Dârülfünun, savaş sonunda ağır sarsıntılar geçirdi. 1923'ten 1932'ye değin geçen süre içinde, Dârülfünun Cumhuriyet yönetim ve ilkelerine ayak uyduramadı; beklenen düzelme, gelişme ve ilerlemeyi gösteremedi. Bunun üzerine 1933 yılında bir kanunla kapatıldı ve yeri ne Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı İstanbul Üniversitesi kuruldu. 1933 yılında başlayarak, özellikle yabancı öğretim ü ye leri görevlendirildikten sonra, üniversitenin bü tün fakü l telerinde canlı bir araştırm a dönem i başlar. 1946 yılı üniversiteler için bir başka önem li yıldır. O yıl çıkarılan yeni bir kanunla, üniversite yeni bir statüye ka vuşturulur; daha da önem lisi "özerk lik " kabul edilir üni versiteler için. D aha sonraki yıllarda üniversitelerin sayısı artacak, İs tanbul ve A nkara'nın dışında da yayılacaktır. N e var ki, üniversitelerin yeni bir "refo rm " a tabi tutulm aları gerek sinm esi de ortaya çıkacaktır. İşleyişinde olsun, öğretim in de olsun, "d em o k ratik " b ir üniversitenin kurulm ası, b ü tün m ücadelelere karşın, bugün de gerçekleşm iş durum da. 1973 yılında çıkarılan yeni Ü niversiteler K anunu ise, bu sorunu çözebilm iş değil, çözem ezdi de... Tersine, 1946 tarihli kanunun getirdiği noktadan da gerilere atm ıştır üniversiteleri. 467
1 Ve b aşta, "ü n iv e r site ö z e rk liğ i"n i z ed eley erek .
A slında, düşünce özgürlüğünden yoksun bir ülkede, üniversite özerkliği ne anlam taşır? Bir ülke düşünülsün ki, bilim adam ları yazdıkları ya da çevirdikleri kitaplardan ötürü, ağır hapis cezası istem iyle m ahkem eye verilirler. Böyle bir ülkede bilim gelişebilir m i? N e denli acı olursa olsun, bir gerçek de şu: Ü niversite düzenim iz, em peryalizm in sultasında yaşayan Türki ye'd e, kom prador kapitalizm inin felsefesine bağlanm ış tır bugün. Parasal am açlar, bilim sel am açlardan daha ağır basm aktadır. "K ü rsü ticareti" alm ış yürüm üştür. Başına geçtikleri kürsüleri altın yum urtlayan tavuğun folluğu gi bi kullanan profesörler az değildir. Ve bu kârlı ticareti sağ lam a bağlam ak için "sad ık asistan lar" seçilm ekte, yeni kadrolar oluşturulm aktadır. Çeşitli yöntem lerle kürsülere bağlı m uayenehaneler, hukuk büroları, m üteahhitlik fir m aları, ticaret ve iktisat danışm anlıkları -a k sa m a d a n - iş lem ektedir. Yaşadığım ız bozuk-düzenle iç içe bir alışveriş içine girm iştir üniversitelerim iz. Bazı ayrıcalıklı ü niversi teler, Birleşik A m erika'ya çeşitli yollardan bağlıdırlar. Bunlar, bir yandan "b u rs turizm i"ni geliştirm ekte, bir yandan A nadolu 'da kurulan "k ırsal ün iversiteleri" sö m ürge gibi kullanm aktadırlar. Bilim adam lığı değil, tacir lik ruhu çoğu üniversite ve fakültelerim izde kurum sallaş m ıştır. Bugün üniversitelerim izde bilim üretildiğini kim se sa vunam az. N asıl savunabilir ki, daha "d ü şü n m e yön tem i" soru nunu -ça ğ d a ş boyutlar iç in d e - çözebilm iş değildir bilim adam larım ız. Ve öyle olduğu için de, bilim dünyasında -h em en h e m e n - bir "h iç"iz. Ü niversitelerim izi düzeltm enin yolu nedir peki? Ö zerkliklerini kaldırm ak m ı? Elbette hayır! Ü niversiteyi, toplum sal görevini yapar ken, siyasa] iktidara karşı korum ak gerekir. Bu zırh, "ö zerk lik " tir. U nutm ayalım , özerkliğin olm adığı bir yerde, üniversi te de yok dem ektir. 468
Ö z etle, ü n iv e rsitelerim iz le ilgili yığınla so ru n , çözü m için g eleceğ i b ek liy or.
D A H A Ç O K BİLGİ Ernst Hirsch, Dünya Üniversiteleri ve Türkiye’de Üniversitele rin Gelişmesi, 2 cilt, İstanbul, 1950. Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tongııç, İstanbul, 1970. OKUM A Ü N İV ER SİTE Ö Z ER K LİĞ İN İN A N LA M I ..."Üniversite özerkliği" kavramı, diyalektik yorum boyut ları ile zenginleştirilmelidir. Günümüzde "üniversite özerkli ği", salt siyasal iktidara karşı ve salt kürsü başkanlarına özgü göstermelik bir özerklik eğrisinde tutulmaktadır. Oysa ki, ger çek bir üniversite özerkliği, her üniversite üyesini tüm egemen çevrelere ve bu arada üniversitenin kendi bünyesi içindeki egemen tabakalara karşı koruyan bir özerklik anlamına yüceltilmelidir. Öyle ki, her üniversite üyesi, yalnız kendi iradesin den gelen buyruğa göre davranabilsin; araştırmasının ve öğreti minin konusunu ve yöntemini kendi başına saptayabilsin; gö rüşlerinden ötürü hiçbir güç tarafından bir ayrıcalığa kavuştu rulmasın ya da zarara uğratılmasın. Böyle bir "özerklik kalkanı" ancak şu araçlarla çelikleştirilebilecektir: Bilimin niteliği ile asla bağdaştırılamaz, feodalite kalıntısı kürsü hiyerarşisinin ve (ki şiyi adamakıllı yabancılaştıran anlamsız fetişlerden ibaret) aka demik "asalet" unvanlarının kaldırılması... Öğrencilerin ve asistanların öğretim üyeleri ile eşit ağırlıklarla oy hakkı sahi bi olarak üniversite yönetimine katılmaları... Ders programla rının kökten değiştirilerek, dogmatik meslek dersleri yerine, toplumbilim derslerine ağırlık verilmesi... Üniversite öğretim üyelerini yabancılaştıran, kurulu düzene bağımlı kılan üniversi te dışında çalışma serbestliğinin kaldırılarak deliksiz bir tam gün çalışma ilkesinin kabulü... Öğretim üyeliğini halk çocukları için olanaksız kılmış tüm maddi koşulların (asistanlığa girişte yabancı dil sınavını başarma koşulunun ve maaş düşüklüğü nün) giderilmesi... 469
1 ...İnsanlık bugüne değin, üniversite üyelerinin politika dışı, toplumdan kopuk ve soyut "bilim için bilim" saplantısını, sa vaş, ölüm, hastalık, yoksulluk, bilgisizlik, kölelik, sömürü ve onursuzluk ile yüklü pek pahalı bir fatura ile ödemiştir. Nasıl insanı doğa karşısında özgür ve onurlu kılabilmek için önce kilise öğretisinin hacri altından sıyrılmak gerekmişse, insa nın insan karşısında özgür ve onurlu kılınabilmesi için de ege men sınıfların "politika üstü üniversite" aldatmacasının hacri altından sıyrılmak gerekecektir. İnsanı özgürlüğe götüren bilgi, doğal-ruhsal-toplumsal tüm "zorunluluklar"ı ve "yabancılaşmalar"], bunların yenilebilirliği, aşılabilirliği, değiştirilebilirliği bilinciyle kavrayan ve bu kavra yışın doğrultusunda, aktif-pratik-kritik-politik tavırlar alan "bi lim" dir. Yoksa insanı "zorunluluklar" karşısında pasif, "müte vekkil", boynu bükük, dizleri üstüne çökük bir "köle" kılmış olan metafizik "bilgicilik" değil... Pratik-kritik-politik, özlü ve özgür bir bilim ise, ancak iç ya pısı eksiksiz demokratlaştırılmış bir gerçekten "özerk" üni versitede söz konusu olabilir. (Rona Serozan, "Üniversite, Politika ve Özerklik", Mukayeseli Hukuk Araştırmaları Dergisi, sayı 5) SO RU LA R 1. Türkiye'de, eğitim ve öğretim nasıl örgütlenmiştir? Bun lardan ilk, orta ve yükseköğretimin gelişimlerini ve bugünkü durumlarını anlatınız. 2. Türkiye'de, yükseköğretim içinde üniversitelerin yeri ne dir? Nasıl bir gelişmeye tabi olmuşlardır? Bugün Türk üniversi telerine "demokratik üniversite" denebilir mi? Denemezse ni çin? Bir üniversitenin "demokratik" sayılabilmesi için ne gibi ni telikleri olmalıdır sizce? 3. Üniversite, niçin "özerk" olmalıdır? Ve aslında ne anlaşıl malıdır bu özerklikten? (Okuma parçasını okuyunuz.)
470
BÖLÜM VII ŞİİR, ROMAN VE HİKÂYE Ç ağdaş Türkiye, bü yü k ve hızlı değişikliklerle dolu dur: İm paratorluktan ulusal devlete, dinci h üküm darlık tan laik cum huriyete, O sm anhcadan Türkçeye, geleneksel uygarlıktan Batı uygarlığına geçişlerin bü tü n süreçleri hep çağdaş dönem de yaşandı. Bu sürekli değişim ve h ız lanan sosyal olaylar arasında edebiyatım ız da, geleneksel başlangıçlardan değişik ürünlere yöneldi. Başta şiirde, rom anda ve hikâyede çok açık bu. ŞİİR "N e sir" gibi "n azım "ı, yani şiiri de, C um huriyet'ten önce ve sonra diye iki ayrı dönem de incelem ek doğru olur. Y alnız hatırlatm ada kolaylık getirdiği için değil, şi irin dili ve içeriğindeki köklü değişiklikleri de gösterm esi bakım ınd an yerinde olur böyle bir ayırm a. C um huriyet öncesi dönem de şiir Edebiyatım ız, 19. yüzyılda değin, "h alk edebiyatı-divan edebiyatı ikiliği"ne dayanır. Bunların her ikisi de, başka başka sosyal sınıfların edebiyatıdır. D ivan edebiyatının en güçlü yanı "şiir", "e n güçsüz" yanı da "n e sir" dir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Tanzimat'a değin geçen beş yüz yıl içinde, birçok şair yetişti. Ama Evliya Çelebi'yi bir yana bırakırsak hiç yazar yetişmedi hemen he men. Bunda, matbaanın, icadından iki yüz yılı aşkın bir süre sonra imparatorluğa gelmesiyle, okuryazar sayısının çok düşük bulunmasının da etkileri olmuştur herhalde. 471
Nasıl bir şiirdir divan şiiri?
Aslında, "d oğ a ve toplum sorunlarına k ayıtsız", "y a şam ve gerçeklerle beslenm eyen" bir şiirdir bu. Ö yle oldu ğu için de, "so y u t düşüncelerden oluşm uş bir evren "in içi ne kapanm ış, bu yüzden boş bir kelim ecilik ve hayalciliğe göm ülm üştür. H alk edebiyatındaki şiirin niteliklerinden ne kadar farklı nitelikler!.. Tanzim at edebiyatıyla başlayan yenileşm e, özellikle nesir alanında görünecek; şiirde ise, önce eski nazım b i çim lerine yeni bir öz yerleştirm e çabasına girişilecektir. G elişm eleri, Rauf M utluay'la beraber izleyelim .1 Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, bir düşünce şiiri, sosyal gözlem ve eleştiri şiiri, siyasal kavramlar ve ülkü cü duygular şiiri yaratmak isterler. Abdülhak Hamit ve Recaizade Ekrem, insanın duygu dünyasına, acılarına ve tutkularına yönelen bakışlarla, şiirin konularını genişle tirler ve eski biçimlere bağlı kalarak alışkanlıklarını sür düren ilk kuşağa göre yeni denemelere girişirler. Ö yle de olsa, Tanzim at şiiri dengesiz, yıktığı değerler yerine yenisini koyam am ış, başta dilini bulam am ış bir şi irdir. M u a llim N aci'n in yenilikleri kendi geleneğim izden çıkarm a konusundaki um utsuz direnişine karşın, Batı tak litçiliği gittikçe yayılarak Serveti F ü n û n 'u n -o y ak ıştırm aduyarlığm a varacaktır sonunda. "Servet-i Fünûn topluluğu"nun başlıca iki şairi vardır: Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret. Yaşadığı dönem de en etkili olan Tevfik Fikret'tir; geleceğe de o kalır. Diliyle olm a sa bile, "insancı", "özgürlükçü" ve "ilerici" düşünceleriyle. Önceleri, bireysel duygu ve betimlemeler, manzum portreler, yalın düşünce şiirleri yazarak işe başlayan Tev fik Fikret, özellikle 1900'lerle, yurt ve özgürlük sorunla rının ekseninde sosyal konulara yönelir. Abdülhamit yö netimindeki toplumun acı tablosunu çizer. Sarsıcı, ama 1 Bkz. Rauf M utluay, Tanzimat tan Günümüze Kadar Türk Şiiri, İstanbul, 1973, s. 15-62.
472
karamsardır eleştirileri. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ila nından sonra da durumda pek büyük değişiklikler olma dığını görür; yine hırçınlaşır ve giderek küser. Toplumda bir "han-ı yağma" (yağma sofrası) kurul muşsa, komprador düzenine dayanıyordu ayakları. Ve bu düzenin içerdeki ve dışardaki sömürücüleriydi yağ mayı yapanlar. Aslında, o koşullar içinde, hangi kadro ik tidara geçse nafiledir. Abdülhamit'i tahtından indirip ye rine bir başkasını geçirmek. Neyi değiştirir ki? İşte Fikret, yabancı kumpanyaların ortağı levan tenler, paşazadeler, kişizadeler, ülkede tam bir kompradorluk düzeni kurmuşken, onları görmeden görüntülere saldırı yordu. İkinci M eşrutiyet'in çalkantılı, birbiri arkasına çıkan sa vaş ve dağılış yıllarında, Türk edebiyatı, m illici gelişm ele rin etkisinde kalacaktır: "M illi edebiyat ak ım ı" böyle do ğar. 20. yüzyıl edebiyatım ız, çoğu bu eksen çevresinde oluşacaktır artık. R om anda öyle, hikâyede öyle, şiirde de öyle... C um huriyet dönem inde şiir C um huriyet dönem i Türk şiirinin ilk yıllarında M illi Edebiyat akım ı şairlerinin önem li bir yeri vardır. Bu akım ın, yalın ve açık Türkçeyi, ulusal vezin olarak hece ölçüsünü kullanm a, yurt gerçeklerine yönelm e ilkesi ni, C um huriyet'in ilk kuşak şairlerinin uyguladıkları görü lür. H alk edebiyatının nazım geleneğini yerel bir duygusal lıkla birleştirerek kullanan ve toplu olarak "H ececiler" diye anılan bir bölük şair (Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek, O rhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, H alit Fahri Ozansoy) daha I. D ünya Savaşı yıllarında başlayan sanat çalışm alarını Cum huriyet dönem inde de sürdürürler. Şiirleri, geniş bir çevreyi etkiler. Bunlardan Faruk Nafiz Çamlıbel'in, Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu'sunun bazı ilginç yanlarına yöneldiğini 473
görüyoruz. Önceleri romantik bir duyarlıkla şairane söy leyişleri göze çarparken; yaşadığı kısa bir "gurbet" (!) dö neminin abarttığı yurt gerçeklerini işlemeye başlar. Hece ölçüsünün doruk noktasını temsil eden eserinin ardından hayli yürüyenler olacaktır. Ve şiire gözlerini açanlar, en önce onun sesini taklide kalkacaklardır bir süre. Bu a r a d a , C um huriyet öncesi dönem de sanatlarını ge liştirm iş ve kendilerini kabul ettirm iş iki şair vardır ki, ye ni dönem e de uzun süre egem en olacaklardır. A hm et H aşim ile Y ahya K em al'dir bunlar. "Sanat sanat içindir" ilkesinden hareket eden Ahmet Haşim'in "simgeci" anlayıştaki şiiri, -konuşma dilinden oldukça uzak sözlüğüyle- ancak bir azınlığa seslenebilmiştir. Ama, her şeye karşın, bir büyük ustanın yazdıkla rıdır yazdıkları. Türk tarihinin fetih ve hareketli yıllarına özlemlerle dolu olan Yahya Kemal, divan şiirinin inceliklerini Batılı etkilerle bir bireşime kavuşturarak, geçmişimizle kopuk olan ilişkileri yeniden kurmaya çalışır. Ne var ki, yaşadı ğı dönemin büyük sosyal olaylarına kapalıdır sanatı. "Kökü mazide olan bir âtiyim" dese de, geleceğe gönder diği hiçbir mesaj yoktur. Cumhuriyetçi bile olamamıştır o. Her şeye karşm, büyük bir etkidir Yahya Kemal. Ondan sonra ve onun yanında sanata başlayan her yetenek, onun gölgesinde serpilir ve neden sonra kendi ışığını aramaya çı kar. Bu açıdan yüzyılın başında doğan kuşağın çok belirgin özellikleri olacaktır: Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar'la Ahmet Muhip Dıranas, hecenin olanakları içinde, onun şi irinin ahengini sağlamaya çalışacak; bunu yaparken de apayrı bir derinlik ve bir tat getireceklerdir şiirimize. Yahya K em al'in ortaya attığı, fakat kendi şiirinde uy gulam adığı için eleştirilere h ed ef olan "m ektep ten m em le kete" form ülü, C um huriyet şiirinin ana niteliklerinden b i rini işaret ediyordu. "H an D u varları" şairi Faruk Nafiz ile, A nadolu 'ya ait görüntüleri, A nadolu insanı karşısında 474
duygulanışları dile getiren Ö m er Bedrettin Uşaklı, Kem alettin K am u, halk şiirini ince bir duyarlıkla birleştiren A hm et Kutsi T ecer, halk şiirinin epik yönüne ve betim leyici anlatım a yatkın B ehçet K em al Ç ağlar ve başkaları, bu form ülün uygulayıcıları arasında yer aldılar. Ne var ki "in san sız" ve "so ru n su z" eserlerdir ortaya çıkan ürünler. H em en hepsi de yalınkat bir yurt edebiyatının coşkusunu paylaşırlar. Ve bürokrasiyle uzlaşm ışlardır hepsi de. Yurt gerçeklerini, daha derinliğine ve daha etkileyici biçim de dile getirenler ise, toplum cu şiirin tem silcileri oldu. Ve uzlaşm aya gitm eden yaptılar bunu. O nların başında N âzım H ikm et gelir. Şiire Mütareke yıllarında başlayıp, Cumhuriyet sonra sında bambaşka bir sesle ortaya çıkan Nâzım Hikmet (19021963), heceden yola koyulur. Ama az sonra, özgün bir ser best nazım yapısı kurarak ve şiirinin özüne güçlü bir sosya lizm inancını yerleştirerek "iki yanlı bir etki" kazanır. Hece ölçüsünün yapabileceği şeylerin bittiğini ilk gö renler arasındaydı Nâzım Hikmet. İlerde "Garip"çilerin kı racağı dar kalıpları, daha önceden o parçalamıştı. "Yeni şi irimizin biçim özgürlüğü aslında ondan gelir." Böylece yüzyılın başında doğanlardan yalnız Nâzım Hikmet deği şik bir şiirin temsilcisi oldu ve 20. yüzyıl şiirimizin ardın dan gideceği odak noktalarından biri haline geldi. Ne var ki, bu ses uzun yıllar hapishane duvarlarının arkasından söyleyecektir söyleyeceğini... N âzım H ikm et'in horlanm ış ve yasaklanm ış şiirinin, çe şitli kaygılarla başka yollara çektiği sanatçılar, yüklü bir öz getirem ediler. "Y ed i M eşaleciler"den -ö lü m gününe de ğ in - şiirde direnen yalnız Ziya Osm an Saba oldu. Ve gele ceğe kalan da o oldu o bölükten. Yedi M eşaleciler'i 1940 kuşağına bağlayan şairler arasında A hm et M uhip Dıranas ile A hm et H am di Tanpınar'm yanı sıra, Cahit Sıtkı Tarancı dikkatleri toplar. Ö lüm den yaşam a sevincine de ğin uzanan şiir tem alarını derinliğine inm eden işledi gerçi. A m a geniş topluluklarca benim senen de o oldu. B aşka ü lkelerin bü yü k savaş yıkım larıyla altüst olduğu 475
1940-1941 yıllarında iki kitap yayım lanır: Fazıl H üsnü D ağlarca'nın Ç ocuk ve Allah'ı ile Orhan V eli-M elih Cevdet-O ktay Rıfat'ın Garip'i. Şiirim izin değişim inde iki büyük habercidir her ikisi de. G erçekten, C ahit Sıtkı'nın, şiirin ses olanaklarını araştı ran sürekli çabası, ölüm korkuları ve m utluluk düşlerini karşılaştıran özel dünyası alışılm ış konular iken, iki ayrı yönden çağrılar gelm ektedir: Şairanelikten kurtulm ayı ilk am aç sayan bir eğilim in yanı sıra, insan kişiliğinin oluşu m unu çocukluktan başlatarak evrenin sorunlarına yöne len bir başka eğilim . Garip ile Ç ocuk ve Allah bu yolları açıyorlardı. Orhan Veli-Oktay Rifat-Melih Cevdet üçlüsünün baş latmak istedikleri neydi? Konuşma dilinin doğallığı içinde şiirsel değeri bul mak, günlük sorunlara ve sıradan insanlara eğilmek, söy lev havasından kurtulmak, süsten ve söz sanatlarından bir yardım beklememek, ölçü-uyak tutsaklığından nazım kolaylıklarının tuzağına düşmemek, içten geldiği gibi ya şamak ve yazmak, halk dilinin yatkınlığını kitap anlatı mının yerine koymak... Öyle olduğu için de büyük olur etkileri. Fazıl Hüsnü Dağlarca, hece vezninden serbest nazıma, şairane bir sözlükten öztürkçeye, metafizikten toplum gerçeklerine geçerek, kendini sürekli yenileyip duracaktır. Aynı yıllarda Bedri Rahm i Eyüboğlu, Cahit Külebi, Ceyhun A tuf K ansu, Behçet N ecatigil, Sabahattin Kudret A ksal, Necati Cum alı, İlhan Berk de -d eğ işik kişilikleriy le - şiir dünyasına girm iş, yılların kalıplaşm ış söyleyişleri nin yerine, bam başka deyişlerin insanları olm uşlardır. Her çeşit baskıya karşın yavaş yavaş uyanm aya başla yan toplum cu şairler de (A. Kadir, A hm et Arif, Rıfat İl gaz, Enver G ökçe, A rif Dam ar, Haşan izzettin Dinam o, S. Taşer, Ö m er Faruk Toprak, Cahit Irgat, N iyazi Akm cıoğlu) yeni koşullarda seslerini duyurm aya başlarlar. Top lumcu şiirin büyük ustasının yaşadığı yıllarda, onu takli de düşm eden toplum cu şiir yazm ak güçtü gerçi. ■17i.
Ama yenerler bu güçlüğü. Seslerini yükseltirken kendilerine reva görülen nice acıyı göğüslem esini de bilerek... II. Dünya Savaşı'nm bitim iyle başlayan yıllar, şiir dün yam ız bakım ından da önem li yıllardır. A ttilâ İlh an, "şu ara bezm ine" işte o yıllarda gelir; gelir ve baş köşeler den birine kurulur. Ve M etin E loğlu 'su, S alâh B irsel'i, Ö zd em ir A saf'ıyla yeni, yepyeni sesler de vardır.... I948'de, Attilâ İlhan, daha ilk kitabıyla, büyük bir ilgi ve saygınlığa erişir. Romantik coşkunluğu, delikanlı per vasızlığı ile savaş sonu dünyasının sorunlarını -kendine özgü biçimlerde- sunmaya başlar. Metin Eloğlu, bam başka bir özellikle ortaya çıkar. Tatlı bir alay görünümün deki sosyal özü, ilginç bir kelime hâzinesi ve deyiş rahat lığı ile sürdüren şiirleri, önceleri çağdaş bir eleştiriyken yavaş yavaş özgün bir kelime seçimine doğru gelişecek tir. Bu nükte ve eleştiri gücüne Salâh Birsel'de de rastla rız. Bu yolda, Özdemir Asaf'm beklenmez sürprizlerle sonuçlanan nükteli şiirleri, bir devam gibidir. Böylece, 1950 sonrasında -k ısa bir sü re - yeniden sosyal özü konu edinen toplum cu bir şiir tutum u belirirse de, -1 9 5 4 seçim iyle iktidarını g ü çlen d iren - D P'nin baskılara yönelişi, yavaş yavaş bir kaçış yaratm aktadır aydınlarda. " ik in c i Y e n i" ak ım ı bu yılların, bu kaçışın ürünü ola caktır. İkinci Yeni akımı şairleri (Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan...) imgeye yeniden geniş yer veriyor, halk dilinden uzaklaşıyor, toplum sorunların dan yüz çeviriyor, kapanıklığa ve soyutluğa yöneliyorlar. Akım, uzun ömürlü olmayacaktır, olamazdı da... 1960'tan sonraki siyasal ve sosyal gelişm eler, özellikle N âzım H ikm et'in şiirlerinin yeniden yayım lanm a olanağı kazanm ası, yeni şiirin gelişm esini daha da etkiledi. Yeni kişilikler çıktı ortaya. İlk akla gelenler de H aşan H üseyin, 477
A taol B ehram oğlu, İsm et Ö zel, Süreyya Berfe, Tekin Sönm ez, Ö zkan M ert oluyor. İkinci Y eni'nin çıkm azını görüp döndükten sonra asıl kişiliğini bulan K em al Ö zer'i de katm alıyız bunlara. 1960 sonrası, kişiliğini daha önceki yıllarda ortaya koy duğu halde susturulm uş bir şaire yeniden kavuşturur b i zi: Şükran K urdakul'a. Cumhuriyet döneminde, halk şiirini, Âşık Veysel, uzun süre -hem en hemen tek başına- temsil etti. Onun şi irinde geleneğe dayanan hikmetli söyleyiş, kişisel bir li rizmle birleşiyordu. Ne var ki, bürokrasiyle "uzlaşmış" bir şairdir o! "Sadık yâri" kara topraktan, hem de büyük bir içten likle bahseder; ama sadık yârinin "koynuna girenleri", toprağın adaletsiz dağılımını görmez, göremez. Halk şiiri geleneği, 1960 sonrasının ortamından da et kilenerek, sosyal içerikli yeni bir kuşak yaratacaktır. Âşık İhsani, Âşık Mahzuni ve daha başkaları işte bu kuşaktandır. 12 M art Rejim i'nin bütün faşist kısıtlam alarına karşın, gün gelir sesler yeniden yükselm eye başlar. Suçlanm ış, acı çektirilm iş nice insan, inançlarının sorum luluğuyla ve şi irin ele geçm ez güzelliklerine sığınarak söyleyeceklerini söylem eye başlarlar. Hilm i Yavuz, Can Yücel, Nihat Behram , Erol Çankaya, Veysel Çolak, Abdülkadir Bulut, yeni dönem in akla ilk ge len adları oluyor. Daha da yeni yıllarda, bir Refik Durbaş, bir İsmail Uyaroğlu, bir Yaşar M iraç katılacaktır kafileye. Şiirimizin büyük akışı sürüyor; toprağı bereketlidir onun. D A H A Ç O K BİLGİ Reşit Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Ankara, 1965. Zühtü Bayar - Günel Altıntaş, Yazdık Nâzım Nâzım Diye, İstanbul, 1974. Asım Bezirci, 2. Yeni Olayı, İstanbul, 1974. Mehmet Kaplan - Behçet Necatigil - İlhan Berk - Cemal Süre478
ya, "Türk Şiirinin (.¡dişimi, Düşünenlerin Forumu", Milliyet, 16 Mart 1975. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri, İstanbul, 1971. Fuat Köprülü, Eski Şairlerimiz, Divan Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1934. Rauf Mutluay, Tanzimattan Günümüze Kadar Türk Şiiri, İstan bul, 1973, sayı 15-62. Sabiha Sertel, Tevfik Fikret İdeolojisi ve Felsefesi, İstanbul, 1946. İlhami Soysal, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul, 1973. Kemal Sülker, Şair Nâzım Hikmet, İstanbul, 1976. Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı, İstanbul, 1960. Türkiye (1923-1973) Ansiklopedisi, "şiir" maddesi. Yansıma Dergisi, "Günümüz Türk Şiiri" özel sayısı (sayı 18). OK U M A N Â ZIM H İK M ET 'İN ŞİİR İN İN A N LA M I "Tarih, insan toplumlarının ayıklayıcı bir hikâyesiyse, sanat da bileşik bir anlatımı oluyor." Tepeden bakılırsa, her sanat ese rinin siyasal bir anlamı vardır: Belli bir sınıfın, belli bir hayat görüşünün koşullarıyla yüklüdür; belli hayat ve kültür değer lerini taşır. Ne var ki, burada siyasal deyimi geniş anlamdadır, daha çok tarih açısındandır, tek eserden çok bir sanat kuşağına bakıldığında daha çok doğrulanır. Sanatçının siyasal bir niyetle hareket etmediği halde, sonuçta ister istemez siyasal bir konum kazanacağını anlatmaktadır. Bir de sanatçının daha çıkış nokta sında siyasal bir tutumda olduğu, işe başlarken tarihi üstlendi ği durum var. Nâzım Hikmet'in şiiri bu anlamda da siyasaldır. Bu anlamda siyasal şiirin başarısı üstlendiği hayat değerleriyle yeni şiir değerleri arasında kurulacak bileşkeye bağlıdır; yeni hayat değerleri yeni şiir değerleri yaratmalıdır. Düşünce, şiirsel akışı engellememeli, şairi ezmemelidir. Tanzimat'tan bu yana şiirimiz hızlı ve toplumsal değişmelere paralel bir gelişme içinde olmuştur. Bu arada yetişmiş şairlerden bazılarının siyasal eylem sahibi olduğunu görüyoruz: Namık Kemal, Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl Kısakürek... Listeyi uzatabiliriz: Ziya Paşa, Süleyman Nazif, Hü seyin Siret, Rıza Tevfik vb. Her dönem kendi görünüşüne ve ça 479
tışmalarına uygun siyasal şiiri sunmuştur. Hatta Tanzimat'tan bu yana uzayan şiirimizde şairin siyasal işlev taşıma açısından bir gelenek kurulduğunu bile söyleyebiliriz. Bu işlev bazen şi irde görünür, bazen de şairin sadece hayatında. Sözgelimi Tan zimat düşüncesi kendini Namık Kemal'de özetlemiştir. Meşru tiyet, Tevfik Fikret'i yaratmıştır. Bununla birlikte, Nâzım Hikmet'i ayrık tutarsak, içlerinde bir dünya görüşünü, bir ideolojiyi, bir eğilimi ayrıntılara indireni pek azdır: Biraz Tevfik Fikret, bi raz Mehmet Akif, bir de Yahya Kemal Beyatlı. Ama bunu şiirde bir girişim haline getireni hemen hemen yok gibidir. Namık Ke mal, âşıkane ve hakimane şiirinde Divan şiirinin yedeğindedir, vatanperverane şiirinde ise siyasal öğe sadece herhangi bir öğe dir. Yine de Namık Kemal'in bu sonuncu tip şiirlerinde düşün cenin geliştirdiği ve başka bir potaya aktarır gibi olduğu yeni bir şiirsel içeriğin ipuçlarına rastlarız. Ziya Paşa'da ise siyasal öğe, şiirin dokusunda hiçbir değişime yol açmaz. Çünkü siyasal bir düşünce düzeni değildir onun için; siyasal şiirden Nefi'nin kişi sel hicviyeden anladığının biraz daha genişini anlar gibidir Ziya Paşa. Süleyman Nazif de aynı davranış içindedir. Hüseyin Siret'te o kadarı da yoktur. Tevfik Fikret'le Mehmet Akif yukarda söylediğimiz gibi kendi dünya görüşlerinin şiirsel karşılığını bulma yolunda çalışmış ve onu ayrıntıya indirebilmiş iki şairi mizdir. Bu bakımdan ikisini de başarılı örnek olarak alabiliriz, ikisi de hayatlarıyla şiirlerini doğrulamışlar, güç bir şeyi, dünya görüşlerine şiirde uygun bir yol açmayı becermişlerdir. Ne var ki, Tevfik Fikret'te düşüncenin parıltısı şiirsel gerilimi ezmiş, onu çok daha donuk bir söz dizisi haline getirmiştir. Mehmet Akif de başka yönden işi sonuna kadar götürememiştir: İslami yet'e geçerek, tüme varacağı yerde günlük olayın kalabalığında soluk almayı yeğ tuttuğundan, ayrıntılar içinde boğulma eğilimi içinde olmuştur hep. Yahya Kemal'de siyasal yük çok dolaylıdır, o, bir anı defterine dayanarak, görkemli bir duyguyla reddeder Cıımhuriyet'i. Nâzım Hikmet'e kadar uzanan Cumhuriyet şi irinde ise, düşünce, CHP Tüzüğü'nün ve Mustafa Kemal'in "Nutuk'unun kısa yorumları" olmaktan ileri gitmemektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, Nâzım Hikmet'e kadar şiirimiz köklü bir devrim düşüncesini üstlenmemiştir. Tanzimat, Servet-i Fünûn, Nâzım Hikmet'e kadar uzanan Cumhuriyet şairlerinin bu yöndeki özelliğini şu nedene bağla 480
yabiliriz: Bu şairlerin siyasa adına yapmak istedikleri şeyler, yaşadıkları dönemlerdeki devlet yöneticilerinin zaten yap mak istedikleri ya da yaparken eksik bıraktıkları şeylerdir. Tanzimatçı şair Tanzimat değerlerini, Servet-i Fünûncu şair M eşrutiyet'in getirdiği siyasal özgürlük havasını benim sem ek te, alkışlamaktadır. Cumhuriyet şiirinin ilk dönemi de yönetici leri devrimci görmekte, hatta devrim konusunda yine de kendi lerinden ilerde olan yöneticilerin gidişine ayak uydurmaya ça lışmaktadır. Bu açıdan, Nâzım Hikmet dışında, Cumhuriyet şi irinin 1940'lara kadar uzanan dönemi devrimci olmaktan çok onaylayıcı bir nitelik taşır. Hatta devrimci atılım yönünden Tanzimat şiirinden daha yum uşak ve duruk olduğu anlar var dır. "İçince bir tas ayran..." Nâzım Hikmet'in önemi Şurda: Bir devrim düşüncesini top tan üstlenmiş ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. Öte yandan şiirinde -anlatım ında, kullandığı imgelerde, dil tutu m unda- düşüncesinin, hayatının, varoluşunun karşılığım bul muştur. Başka şairlerde görmeye alıştığımız, düşüncenin süs ve biçim olarak, iğreti olarak serpilişi, fikrin biçim cilveleri ve anlam oyunları halinde kalıp sırıtışı yoktur onda. Düşünce biçimsel ola rak değil, yapısal (structurel) olarak yerleşir Nâzım Hikmet'in şi irine. Tümdengelmez onda düşünce. Daha çok hayatın verilenle rinden çıkışını yapar. Bu yüzden Tevfik Fikret gibi düşünceye bo ğulmaz. "Bereketli bir ırmak" gibi çoğala çoğala büyür. Nâzım Hikmet, şiirini hayatıyla doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi, hayatım şiiriyle eksiksiz bir planda doğru lamayı da bilmiştir. Siyasal tutumdaki birçok şairin aksine, dev rim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünleşme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nâzım Hikm et'e kadar rastlanma yan, dünya şiirinde de seyrek rastlanan bir özelliktir. Şiirsel onur yiğitlik tavrıyla bir arada gider Nâzım Hikmet'te. Şiirin en büyük deneylerinden biri. (Cemal Süreya, "Sonuna Kadar", Papirüs, sayı 16, s. 1-31)
SO RU LA R 1. Divan şiirinin nitelikleri nelerdir? 2. Tanzim at edebiyatında şiir konusunda ne gibi gelişmeler olmuştur? 481
3. Tevfik Fikret, hangi edebiyat topluluğundandır? Sanatı nın özelliği nerededir? 4. Cum huriyet döneminde, şiirin ilk yıllarında kimler ege men olmuştur? Faruk Nafiz Çam lıbel'in önemi nedir bunlar arasında? 5. Ahmet Haşim ile Yahya Kem al'in sanat anlayışları neler dir? Yahya Kemal'in ölünceye dek el üstünde tutulmasının asıl nedeni nedir sizce? 6. Nâzım Hikmet, Türk şiirine hangi katkılarda bulunmuş tur? Sanatçı olarak asıl önemi nerededir? (Okuma parçasını okuyunuz.) 7. Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Muhip Dıranas ve Ahmet Haindi Tanpınar'ın şiirinin temaları nelerdir? 8. Şiirimizde "1940 kıışağı"na kim ler girer? 9. "C aripçiler" kimlerdir? Ve nasıl bir şiir anlayışına sahiptir ler? Etkileri ne olmuştur? 10. Fazıl Hüsnü Dağlarca'mn şiiri nasıl bir gelişme geçirmiş tir ve bugün hangi noktadadır? 11. Nâzım Hikmet'ten sonraki “toplumcu şairler"den kimle ri tanıyorsunuz? 12. Şiirimizde "İkinci Yeni Olayı" nedir? 13. 1960'tan bu yana şiirimizde ne gibi gelişmeler olmuştur? Hangi yeni şairleri tanıyorsunuz? Haşan Hüseyin'in şiiri hak kında ne düşünüyorsunuz? 14. Şiirimizin 1970 sonrası tablosunu çiziniz. Bu tabloda yer alan belli başlı adlar kimlerdir? Hilmi Yavuz'un şiiri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ya Can Yücel'in? 15. Cumhuriyet döneminde, halk şiirinde ne gibi gelişmeler olmuştur? Başlıca temsilcileri kimlerdir halk şiirinin bu dönem de? 1960'tan sonra halk şiirinde hangi yönde, ne gibi gelişmeler görüyoruz?
ROM A N VE HİKÂYE Rom an ve hikâye, 19. yüzyılda Batı'dan gelir bize. Ç erçi, belirli kişiler canlandıran, bunların başından ge çenleri dile getiren d estan sı (D ede K orkut hikâyeleri), d in sel d estansı (Battal Gazi), lirik (Kerem ile Aslı) nitelik teki m anzum (m esnevi) ya da m ensur (halk hikâyesi) eser 482
ler, Tanzim at'tan önceki Türk edebiyatının bildiği anlatı türleridir. Ve bazı özellikleri, Batı rom an ve hikâyesini ha tırlatan eserlerdir bunlar. Am a, tür olarak rom an ve hikâ ye Batı kaynaklıdır ve 19. yüzyılın ikinci yarısında, T ü rki ye'ye Tanzim at edebiyatı ile girm iştir. Niçin bu gecikm e? Gerçekten roman, yani 18. ve 19. yüzyılın romanı Batı'da, burjuva yaşam biçim inin belirm esiyle ortaya çıkmıştır. Bur juva toplum unun insan örneği ise "birey"dir. Oysa aynı yüzyıllarda, Osm anlı toplum unun ekonom ik yapısı, "birey"iıı ortaya çıkmasını engelleyen bir ekonom ik yapıydı. Bu temel nedenin yanında başka nedenler de ileri sürü lebilir. Ö nce çeviri yoluyla tanıdığım ız, daha sonra "ta k lit" ve "n azire" yoluyla ilk yerli ürünlerini verm eye başlayan bu iki tür, gittikçe gelişerek bugüne gelir. C um huriyet öncesi roman ve hikâye Roman ve hikâye türü, 19. yüzyılın ikinci yarısında ya pılm aya başlanan çevirilerle tanınır. İlk yerli rom an da 1872'de yayım lanır: Ş em settin S a m i'nin Taaşşıık-ı Talat ve Fıtnat'ı. Bir görenek rom anı. Ama olsa olsa yalnızca edebiyat tarihi açısından bir değeri var. N am ık K em al'in İntibah'ı da öyle. Yerli yaşam ı anlatm a, içinde yaşanan çevreyi canlandır ma eğilim i, A hm et M ith at E fen d i ile gitgide yaygınlaşır. İlk hikâyelerden bazısı genişletilm iş birer fıkra, bazısı da uzatılarak anlatılm ış ve rom an boyutuna yaklaştırılm ış birer serüven biçim indeydi. Bunlarda, geleneksel edebiya tın halk arasında anlatılarak yaşayan sevda hikâyeleri ve m asallardan gelen m otiflerle anlatım özellikleri ağır bası yordu. Türün ilk başarılı örnekleri Sam i Paşazade S e zai'nin K üçük Şeyler (1892) adlı kitabında topladığı hikâye ler olur. Bu hikâyeler herkesin çevresinde rastlanan ve hiçbir olağanüstülüğü bulunm ayan kahram anların, her kesin başından geçebilecek nitelikteki serüvenlerini yalın çizgilerle dile getiriyordu. C um huriyet'e değin uzanan dönem de, rom anın çerçe 483
vesi, büyük kentteki aydınların, varlıklı kişilerin yaşa m ından kenar m ahallelere (H üseyin Rahm i Gürpınar), köy insanlarına (N âbizâde N âzım ) doğru genişler. Siya sal ve sosyal konuları ele alanlar (M izancı M urat, Bekir Fahri) yanında, psikolojik çözüm lem elere yönelen sanat çılar (M ehm et Rauf) görülür. Ne var ki, C um huriyet'e değin olan dönem de, özellikle üzerinde durulm ası gereken ancak iki bü yü k rom ancı var dır: H alit Ziya U şaklıgil ile H üseyin Rahm i Gürpınar. O nlar, tüm C um huriyet öncesi T ü rk rom anının iki do ruğudur aynı zam anda. Halit Ziya Uşaklıgil (1866-1945), "Edebiyat-ı Cedide" topluluğunun roman ve hikâye yazarları içinde en büyü ğüdür. M ai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar en tanın mış romanları... Halit Ziya, yazı yaşamına atıldığı yıllar da, Fransa'da "gerçekçilik" (realizm) ve "doğalcılık" (natüralizm) akımları yaygın durumdaydı. Yazar, Tanzimat romancılarının düşkün oldukları "Rom antizm "e değil, kendi çağının bu yeni akımlarına yöneldi; o akımların ürünlerini kendi çalışmaları için örnek aldı. Edebiyatı mızda küçük hikâye türünün yerleşmesinde ve gelişme sinde de güçlü etkisi olmuştur onun. Romanlarını, genel likle "aydın tabaka"m n yaşam ından almış bulunan Halit Ziya, küçük hikâyelerinin önemli bir bölümünde halkın yaşayış, âdet ve inançlarını anlatmıştır. En güzel hikâyeleri de bu yolda yazılmış olanlardır denebilir.
Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944), genel olarak "gerçekçilik"in (realizm) etkisi altındadır. Hemen bütün eserleri birer gözlem ürünüdür. Hüseyin Rahmi, toplum yaşamımızda Tanzim at'la başlayan ve süren değişmele rin, insanların yaşamlarında ve görüşlerinde doğurduğu etkileri ve tepkileri ele almış, bunları birer olay çerçevesi içinde işlemiştir. Hüseyin Rahm i'nin romanları "töre ro m anı" dır. Büyük konak ve yalılarda yaşayanlardan, en kenar mahallelerdeki yoksul halka değin, eski İstan bul'un her katından insanlar -h er türlü özellikleriyle hem d e - onun eserlerinde yer alırlar. 484
"Sanal için sanat" görüşünü benimseyen Edebiyat-ı Cedide'ciler, aydın kişilere seslenirlerdi. Hüseyin Rahmi ise doğrudan doğruya halk kitlelerine seslenmiştir. Bütün eserlerinde halkın sosyal eğitimini yükseltme amacını gütmüş; böylece, "toplum için sanat" görüşünü benimse miştir, Türk romanına mutlaka bir "baba" bulmak gereki yorsa, -h iç kuşkusuz- H üseyin Rahm i'dir o!.. Bu arad a, ro m a n ım ız ın id e o lo jik e v rim in d e ö n em li b ir d ö n em ece de işa ret etm eli: Ebubekir H âzım Tepeyran'ın K ü çü k P a şa 's ı ile T ü rk ro m a n ı, ilk k ez k o n ağ ın d ışın a taşa rak, A n a d o lu h a lk ın ın y a şa y ış b içim in i, kab a, am a k esk in çiz g ilerle y a n sıtm a y a çalışır. G e rçek ten b ir d ö n em eçtir o rom an , ro m an ım ızd a. H ik â y e y e gelin ce... M illi E d eb iy a t d ö n em in e d eğ in h i kâye k a le m e a la n sa n a tçıla r y a ü rü n le rin i salt ro m a n a la n ın d a v e re n y a z a rla r (H ü sey in R a h m i G ü rp ın ar, H a lit Z i ya U şa k lıg il) y a d a eserleri h ik â y e tü rü n ü n ta rih in d e a n cak b irer b a şla n g ıç ad ım ı o la ra k k a lm ış ed e b iy a t a d am ları (H ü sey in C a h it Y alçın , A h m e t H ik m et M ü ftü o ğ lu ) oldu. R o m a n la rın d a c a n la n d ırd ık la rı k a h ra m a n la rın b e n z erle rin d en b iri y a da b irk a çın ı v e y a lın ç iz g ili b irer o la y ı ele ala n H ü sey in R a h m i G ü rp ın a r'la H alit Z iy a U şa k lıg il'in h ik â y e leri de ro m a n la rı k a d a r u sta lık lıd ır. A m a, e d e b iy a tım ız d a h ik â y e -r o m a n ın su lta sın d a n k u rtu lm u ş b ir tü r o la r a k - Ö m er Seyfettin'le b aşlar. Hikâyeyi romanın sultasından kurtarma doğrultusun da atılan adımların ilki gerçekten Ömer Seyfettin'indir. Edebiyatımız, ilk kez onunla, dünyaya bir "hikayeci gözü ile" bakan, ayrıntıları dikkatle izleyip işlemeye çalışan bir hikâyeci kazanmıştır. Üstelik onun hikâyelerinde -sınıfsal temeline oturtulmuş olmasa b ile- Osmanlı'nm son döne mindeki yapısının belirlediği insan tiplerinin yansıdığını görüyoruz. Kısacası, Ömer Seyfettin'le birlikte, hikâyemiz, "Türkiye'ye özgü bir kişiliğe" ulaşma sürecine girer. Bu süreç içinde, Ömer Seyfettin'den sonra olumlu bir adımı, M emleket Hikâyeleri ile R efik H alit Karay atacaktır. Ve ondan sonra sökün eden hikâyecilerin çabalan ile hi 485
kâye kesin olarak özgürlüğünü ilan edecek, romandan ayrı kendi ekonomisini oluşturmaya başlayacaktır.
İkinci M eşru tiyet'ten sonra beliren M illi Edebiyat ak ı m ının tem silcileri (H alide Edip A dıvar, Y akup K adri Karaosm anoğlu, R eşat Nuri G üntekin) asıl başarılı eserlerini C um huriyet dönem inde verirler. İdeolojik açıdan ele aldığım ızda, C um huriyet öncesi rom ana, "b ü ro k ratik görüş b içim i" egem endir. N edir o? Bazılarının "resm î ideoloji" diye adlandırdıkları bu gö rüş biçim im , "toplum daki aksaklıkların, oluşum larına yol açan sosyo-ekonom ik gerçekliklere eğilm eden, bir kadro aracılığıyla, biçim sel reform larla düzeltilebileceğine inan m ak" diye tanım layabiliriz. Bürokratik görüş biçim i, rom anım ızın oluşum uyla baş lar; İkinci M eşru tiyet'te K üçük Paşa dönem ecinden geçerek C um huriyet'e ulaşır ve az bu çu k değişikliğe uğrayarak devam eder. Ne var ki, C um huriyet dönem inde, rom an da, burjuva ideolojisinin etkinlik kazandığı b ir ikinci dö nem yaşanacaktır. Rom anda, işçi sınıfı ideolojisinin etkin olm ak üzere ol duğu dönem i de gene C um huriyet'te görüyoruz. C um huriyet dönem inde roman ve hikâye C um huriyet dönem indeki Türk rom anı ve hikâyesi, Tü rkiye'n in ve Türkiyeli insanın gerçeklerine gittikçe da ha çok eğilir. K entte ve köyde yaşanan gerçek yaşam , bü tün sosyal ilişkiler, günlük yaşayışın bütün bölüm leri doğrulukla yansıtılır. Ç uku rova'd an Ege kıyılarına, Doğu A nado lu 'dan bü yü k kentlerin gecekondu m ahallelerine değin uzanan çevreler, cephelerde savaşanlar, pam uk, tütün, ta hıl üreticileri, süngerciler, fabrika işçileri, hapislerde ya tanlar, gurbetçiler... gibi çok zengin bir kahram an kadrosu vardır artık rom an ve hikâyenin. Bütün bu eserlerde gerçekler ortaya konurken eleştiri ye girişm ekten kaçınılm az. R om an türündeki eserler sos 486
yal gelişim i gözlem ekte, dile getirm ekte; bununla da kal m ayıp, sosyal bozuklukların giderilm esi için öneriler ileri sürerek, siyaset adam larına, hatta bilim adam larına öncü lük etm ektedir. Rom an yazarları, anlattıkları gerçeklerin içinden, canlandırdıkları kahram anlar arasından yetişm iş tir. Bu durum rom ana, doğruluk ve konu zenginliği ka dar, dil ve anlatım zenginliği de kazandırır. Bölge ağızla rından derlenen sözler, anlatım biçim leri, sözdizim i özel likleri -ro m a n aracılığ ıy la- yazı diline geçer. C um huriyet dönem inde rom an ve hikâye, birkaç aşa m adan geçerek günüm üze ulaşır. C um huriyet Türk rom an ve hikâyesinin ilk dönem i, M illi E d eb iy at a k ım ı te m silcile rin in eserlerini kapsar. Aslında İkinci M eşrutiyet sonrasında başlayan bu dö nem, 1931'de "toplum cu-gerçekçi rom an ve hikâyeye geçiş d önem i"ne değin sürm üş; daha sonra temsilcileri ürün ver m eyi sürdürm üşlerse de, rom an ve hikâyede daha çok toplum cu-gerçekçi nitelikler ağır basm aya başlam ıştır artık. M illi Edebiyat akım ı tem silcileri, kolay anlaşılır bir dil le, gözlem e dayanan, halkın yaşantısını konu edinen, sos yal sorunlara değinen eserler verdiler. D o ğ acılığ a yönelen deneylerden (Selahattin Enis), p s ik o lo jik çö zü m lem elere (Peyam i Safa) değin uzanan eserlerdir bunlar. Bıı kuşağın temsilcilerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu, romanlarında, Türk toplumunun Tanzim at'tan 1950'lere değin uzanan serüvenini konu edindi. Onun, köy hayatını gerçekçi bir yöntemle dile getiren ve köylü ile aydın tipi arasındaki zıtlaşmaya değinen Yaban'ı, ileri de yazılacak gerçekçi köy romanlarının öncüsü oldu bir bakıma. Halide Edip Adıvar ruh çözümlemelerine, du yarlıklı bir anlatıma yer veren eserleriyle tanındı. Cum huriyet çağında yazılm ış en iyi roman olduğu kabul edi lerek CHP Roman Ödülü verilen (1942) Sinekli Bakkal (1936), Batı uygarlığına karşı "geleneksel-m istik değerle ri" savunan bir tez getiriyordu. Köy ve kasaba gerçekleri içinde bir genç öğretm en kızın karşılaştığı güçlükleri dile getiren Çalıkuşu (1922) romanıyla ün yapmış Reşat Nuri Güntekin, yer yer romantizme uzanan bir anlatımla, ye ni yaşamdan sahneler yansıttı. 487
C um huriyet dönem inin bu ilk rom ancılar kuşağı, hikâ ye türünde de eser verm iştir. Bu kuşağın hikâyeleri, konu bakım ınd an halkın yaşayışına, katı gerçeklere yöneliyor. A nadolu 'ya ait canlı gözlem leri gitgide daha geniş ölçüde kullanıyordu. T oplum cu gerçekçi rom an ve hikâye akım ının do ğuşu, 1930'lard an başlar. Bu dönem in önem li olayların dan biri, "h ikâyem izd eki büyük sıçram a"dır. Gerçekten, Ö m er Seyfettin'le başlayan, hikâyem izin ro m andan ayrı bir tür olarak gelişimi, Sadri Ertem, Fahri Celalettin, M em duh Şevket Esendal ve Kenan Hulusi Koray'ın katkılarıyla, hikâyem izi bir sıçram anın eşiğine getirip bırakır. Beklenen sıçram ayı ise, iki usta, Sabahattin Ali ile Sait Faik gerçekleştirir. Bu iki ustanın elinde, hikâye, tam anlam ıyla "özerk" bir tür haline gelir artık. Bağlı oldukları dünya görüşlerinin birbirinden farklı olm asından dolayı, aralarında büyük farklar, giderek ayrılıklar bulunsa da. Sabahattin Ali, "bürokratik görüş biçim i"nin karşı sında yer alıp, rejimle hesaplaşmayı göze alarak giriştiği uğraşında, gerçekçi yöntemleri yerli yerine oturttuğu gi bi, Türkiyeli insanı da -bütün boyutlarıyla- hikâyeye
taşımasını bilmiştir. Ona gelinceye dek, ucundan buca ğından hikâyeye taşınmış olan Türkiyeli insan, onun hi kâyelerinde sınıfsal bir temele oturarak karşımıza çıkar. Sabahattin A li'nin hikâyeye, konunun işlenişi açısından da kattıkları vardır kuşkusuz. Dönemdaşı Sait Faik ise, daha çok, hikâyeye sağladı ğı teknik ve tematik olanaklar bakım ından önemlidir. Yoksa, onun hikâyeleri bir çelişkiler toplamıdır. Değer yargılarından, yaşam a biçim inden ve mekanikleşmiş iliş kilerinden nefret edip bir türlü mücadeleyi göze alamadı ğı burjuvazi ile yaşayışlarındaki doğallığa hayran olup bir sığınak olarak gördüğü, ama bir türlü de bütünleşemediği küçük insanlar arasında bocalayıp durmuştur ya şamı boyunca. Bu bocalam asını hikâyelerinde sürekli ola rak dışlaştıran Sait Faik, insanları sınıfsal temellerinden koparıp, soyut bir sevgiyle yüceltme yanılgısına sürük lenmiştir. Gerçi o, hikâyelerini etkileyici kılan içtenliği ile, 488
içerisinde bulunduğu açmazı dile getirmekten kaçınma mıştır. Ama içtenlik, onu kurtarmaya yetmemiştir. Hiç kimseyi kurtarmaya yetmediği gibi...
1948 yılında Sabahattin A li'n in öldürülm esi ile bird en bire gerçekçi hikâyem izin boş kaldığına, siyasal iktidarın baskısıyla da Sait Faik anlayışının ön plana geçtiğine ta nık oluyoruz. Bu geçiş, 1950-1960 arasında, D em okrat Parti'nin faşizan baskıları altında iyice belirginleşecek ve 1966'lara değin sürecektir. Bu dönem içerisinde, hikâye m izin, teknik açıdan birtakım yeniliklerle zenginleşirken, tem atik açıdan başını alıp Türkiye sınırlarının dışına çıktı ğına da tanık oluyoruz. G erçekçi hikâyeye yeni bir boyut ekleyerek, hikâyem ize de ivm e kazandırm ış olan Orhan K em al'in, bu dönem içerisinde hikâyenin onurunu koru yan -b e lk i- tek sanatçı olduğunu görüyoruz. Sait Faik'in, sınıfsal tem elinde iğdişleştirerek anlattığı küçük insanı, yeniden sosyal tem eline oturtarak anlatır O rhan Kem al. Ancak Orhan Kemal hikâyesinin önemi, Orhan Ke m al'in genel olarak hikâyemize -ö z el olarak da sosyal gerçekçi hikâyem ize- kattıklarından ileri gelmemektedir yalnız. Onun, Sait Faik'in çarpıttığı küçük insanı özüne
uygun bir biçimde vermesi kadar, 1950-1960 dönemi içe risinde, "bunalımcı hikâye"mizin karşısında bir seçe nek olarak yer almasının da etkisi vardır bunda. Demok rat Parti'nin faşizan baskıları yoğunlaştıkça, Sait Faik'ten kaynaklanan ve -d ah a çok d a - Fransız varoluşçularına özenen kimi hikâyecilerimizin, kendi insani gerçekleri
miz yerine, Batılı olanı anlatmaya yönelmeleri karşısın da, Orhan Kemal, insani özümüzü, ulusal ve sosyal bo yutlarıyla verme kavgasını sürdürüyordu. Türlü yasal ve yasadışı baskılara karşm hem de...
T oplum cu-gerçekçi dönem in önem li bir kesim ini köy rom anı kapsar. Bu dönem in ana niteliği, köy yaşantısını, köy insanlarını ele alm asıdır. Bazıları köyden yetişm iştir bu yazarların, bazıları kasabalıdır. Bazıları da taşradaki görev yıllarınd a ya da hapishanelerde yatarken tanım ış 489
1 lardır köyle ilgili gerçekleri. Köy rom anı yazarları arasın da, A nadolu'nun birbirinden ayrı bölgelerini -b ü tü n ikti sadi ve sosyal sorunlarıyla b irlik te- konu edinenler oldu. Yaşar K em al ile O rhan K em al'in eserlerinde özellikle Toroslar ve Çukurova, K em al T a h ir'd e O rta A nadolu, Sam im K ocag öz'd e Söke dolaylan, K em al B ilb aşar'd a Ege bölgesi ve Doğu A nadolu, N ecati C u m alı'd a Urfa, Fakir B ay ku rt'ta Burdur ve A nkara dolayları, T alip Apayd ın 'd a İçbatı A nadolu, Ü m it K aftan cıo ğ lu 'n d a Kars yöre sinin yaşam ı anlatılır. 1960'lardan sonra, rom anda sosyal-siyasal tezler de ağır basacaktır. 27 M ayıs hareketiyle, Türkiye sola açılın ca, tüm aydınlar gibi rom ancı da yeni bir arayış içine gi rer. Bu konuda dikkatleri en çok çeken de -k u şk u s u z - Ke mal Tahir oldu. Kem al Tahir, sanatçılığı ve romanımıza getirdiği yeni boyutların yanı sıra, bir düşünce adamı olarak da dikkat leri üzerine topladı. Düşüncesinin ekseni yaptığı sorun, toplumumuzun en önemli sorunlarından biriydi: "D oğu -Batı ilişk isi." Bu konuda, "resm î ideoloji"nin dışına çıkarak -d aha doğru su karşısına geçerek- aydınlatıcı, uyandırıcı ve arıtıcı bir rol oynadığı yadsınamaz. Ancak, bütün bu çabalarında aşırılıklara düşmediği de söylenemez. Bu yüzdendir ki, Kemal Tahir'in geniş, derin ve kiilyutmaz düşüncesinde, olumlu yanları olumsuzlardan iyice ayırmak, değerlen dirmek ve gerçek yerine oturtmak gerekiyor. Yazarlık sezgisiyle bilimsel kuram lar oluşturmaya kalkmanın tehlikelerine de işaret ederek...
Ö zellikle 70'lerden bu yana, rom anım ızın dünyası, A dalet A ğaoğlu ile, S ev g i Soy sal'la, Ç etin A ltan 'la, V e dat T ü rk a li ile, O ğuz A tay'la, Erol T o y la, D em ir Ö zlü ile, S e lim İle ri ile, İrfan Y alçın 'la, Pınar K ü r'le, A ysel Ö zak m 'la... daha da zenginleşti. Ama bütün bunlara karşın, rom anım ız genel olarak bir "çırp ın ış" içinde bugün. Um ut verici çabalar, bu gerçeği değiştirm iyor. 4l>()
H ikâyeye gelince... D em okrat Parti iktidara geçtikten sonra, devrim cilerle devrim ci sanatçılara karşı uygulan maya başlanan baskı havası içinde ön plana geçm eye baş layan Sait Faik, kısa zam anda bir yığm izleyici bulur ken dine: Daha ilk çıkışlarında kişiliklerini tanıtlam ış olan O k tay A kbal, Necati Cum alı ve Sabahattin K udret Aksal'ı bir yana bırakırsak, izleyicilerin, ilk aşam asında, onun çe lişkilerle dolu, am a oldukça içten olan evrenini soyutlaştırm aya başladıklarını; evrenin anlaşılm azlığını, bunaltıyı, yılgınlığı, kaosu, insanın hiçliğini ve güçsüzlüğünü... odaklaştırarak "b u n a lım a h ik âye"ye doğru yelken açtık larını görüyoruz. Batı'nın sıkıp posasını çıkardığı teknik lerle, Türkiyeli insanı değil de, Batılı bunalan insanı, za m an zam an da insan sim gelerini anlatan b u n alım a hika yecilerim iz arasında Adnan Ö zyalçıner, Bilge Karasu, V ü s'at O. Bener, Y usuf A tılgan, N ezihe M eriç, O nat K ut lar, Feyyaz K ayacan, D em ir Özlü... adları sayılabilir... Bu kördövüşii içerisinde 1960'lara ulaşan hikâyem iz, 27 M ayıs hareketinin getirm iş olduğu 1961 A nayasası'nın güvencesindeki özgürlük ortam ında, bir uzun zaman, beklenen açılım ı gerçekleştirem ez. O rhan Kem al de, Dün yada H arp V ardı'da doruğuna ulaştırdığı ustalığını, söz ko nusu kitabın yayım tarihi olan 1963'ten sonra sürdüre mez. O rta kuşak ve ara kuşak sanatçılarından da ileriye dönük, yeni ve olumlu bir atılım gelm ez pek. Enstitülülerin hikâyeleri ise, her geçen gün biraz daha bir-örnekleşm ektedir. Artık, gerek okurda gerekse sanatçılar arasında, hikâyenin can çekişm eye başladığı hakkında birtakım ka nılar oluşm aya başlam ıştır. H erkes um utsuzdur; sanatçısı da, eleştirm eni de... İşte hikâyeye karşı ilginin oldukça azaldığı böylesi bir ortam da, Reşo Ağa adı altında bü tün leştirdiği hikâyeleriyle -a d ı o güne dek kulaklara yaban c ı- bir kişinin sesi yükselir: Bekir Yıldız'ın! Bu kitabını izleyen öteki kitaplarıyla, bütün gözlerin yeniden hikâyeye dönm esine yol açacaktır bu sanatçı... DA H A Ç O K BİLGİ Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, 3 cilt, İstanbul, 1959-1965. 491
I Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Koman, 2 cilt, Ankara, 1970-71. M ehm et Ergün, "İdeolojik Açıdan Türk Romanının Evrim i",
Yeni Adımlar, sayı 13. Mehmet Ergün, Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği, İstanbul, 1975. Konur Ertop, "Türk Romanının 50 Yılı", Türk Dili, sayı 266, s. 116-123. Fethi Naci, On Türk Romanı, İstanbul, 1971. Fethi Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, İstanbul, 1981. Rauf Mutluay, Çağdaş Türk Edebiyatı (1908-1912), İstanbul, 1973. M ehm et Şeyda, Türk Romanı, İstanbul, 1969. Türkiye Ansiklopedisi (1923-1973), "R om an" ve "H ikâye" maddeleri. Aytekin Yakar, Türk Romanında Milli Mücadele, Ankara, 1973. Yansıma Dergisi, "Günüm üz Türkiye H ikâyesi" özel sayısı (sayı 6). Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Ankara, 1977.
OK U M A H İK Â Y EM İZ D E B EK İR YILD IZ G ER ÇEĞ İ Bekir Yıldız'ın birdenbire büyük bir ilgi bulması, bugüne ka dar, onun hikâyeciliği veya hikâye kitapları üzerine yazı yazanlarca tartışma konusu yapıldı... Türün genel evrimi dikkate alınmadan verilen bu yargıların ortak oldukları nokta, Bekir Yıldız'ın birdenbire ilgilerin odağı haline gelmesinin sanat-dışı birtakım faktörlerle açıklanmaya kalkışılmasıdır. Söz neredeyse "birtakım koşulların kesişmesiyle Bekir Yıldız diye bir sanatçı ortaya çıkmıştır ve bunda pay Bekir Yıldız'da değil, ortamdadır; o ortam Bekir Yıldız'ı yarattığı gibi, bir başkasını da yaratabilirdi" demeye getirilmek istenmektedir. ...Bekir Yıldız'ın hikâyelerini türün genel evrimini dikkate almadan belli bir yere oturtmaya imkân yoktur. Yapılan açıklamalara dikkat edilirse, bir edebî tür olarak kendine özgü bir yapı inşa etmeye çalışmış olan hikâyemizin, 1936 sonrası dönem içerisinde, konumları farklı iki çizgi üzerin de gelişimini sürdürmekte olduğu görülür: (a) Öncüsünün Sait Faik olduğu ve bunalımcı hikâyemize doğru uzanan bireyci çizgi, 492
(b)
Öncüsünün Sabahattin Ali olduğu ve toplumcu gerçek
çi hikâyeye doğru açılan toplumsal gerçekçi hikâye çizgisi. Bekir Yıldız'm ilk kitabını yayımladığı yıllarda birinci çizgi tam anlamıyla çıkmazda idi. Sait Faik'in tutarsız ama duru ve aydınlık olan dünyasını m odaya katılarak karartmış olan 19501960'ın bunalımcıları ya susmuşlardı (Onat Kutlar, Yusuf Atıl gan, V üs'at O. Bener) veyahut da yine mezhepler peşinde koş maya başlamışlardı (Leyla Erbil, Adnan Özyalçmer). Onları iz lemeye kalkışan yeni yetm eler ise, tam bir keşmekeş içerisinde idiler ve Kafka-Joyce-Faulkner üçlüsü arasında dönenip duru yorlardı. İkinci çizginin tek temsilcisi durumunda bulunan Or han Kemal ise, kendini yineleme dönemine girmekle, söz konu su çizginin önünün tıkanmasına yol açmış gibiydi. Orhan Ke m al'in hikâye dünyasının yakınlarında dolanan ama insanı ve insani olanı onun kadar yetkin bir biçimde kavramanın oldukça uzağında bulunan Metin İlkin ise, gerek M escit Çıkmazı ve ge rekse Konuşm ak'ta bütünleştirm iş olduğu hikâyeleriyle, safları na katılma çabası içerisinde bulunduğu toplumsal gerçekçi hi kâyeye ivme kazandırmanın oldukça uzağındadır. Üstelik eleş tirel bir gözle vermesinden geçtik, gerçekliği bütün karmaşıklı ğı ile tespit etm enin de uzağındadır. Bu nedenle hikâyeleri insa nı ve dolayısıyla da insani olanı içermemektedir. Böylece, on dan da hikâyemize herhangi bir hayır gelecek gibi değildir. Kı sacası 1960 sonrası dönem içerisinde hikâye türü bir genel kriz içerisindedir. Ve Bekir Yıldız, böyle bir ortamda hikâyeye adı mını atar. Bu dönem, kesin bir seçmeyi gerektiren; yalpalama
yı, kararsızlığı bağışlamayan bir dönemdir. Bekir Yıldız, bu durum karşısında, toplumsal gerçekçi hikâye çizgisinden yana seçmesini yaparak, söz konusu çizginin uzantısında yer alır. Önü açık, toplumdaki değişim ve dönüşümler yoğunlaştıkça, daha da geniş olanaklara kavuşacak olan bu çizgiyi derinleştir meye, ona ivme kazandırmaya çalışır. Üstesinden gelmeyi be cerdiği için de, hikâyemizde bir gerçek haline gelir. Yani Bekir Yıldız'm kısa zamanda hikâyeciliğimizin önde gelen imzaları arasında yer alışının nedeni, sanat dışı faktörler değil, bizzat Be
kir Yıldız'm sanatçı yeteneği ve gücüdür... (Mehmet Ergün, Hikâyemizde Bekir Yıldız Gerçeği, İstanbul, 1975, s. 36-39) 493
SO RU LA R 1. Roman ve hikâye, Türk edebiyatına bir tür olarak ne za man ve nasıl girer? İlk romancı ve hikâyecilerimizden kimleri tanıyorsunuz? Genellikle hangi akıma bağlıdırlar eserlerinde bu sanatçılar? 2. Cum huriyet'e kadar olan dönemde, Türk romanının çerçe vesindeki genişleme nasıl olur? 3. Halit Ziya Uşaklıgil ile Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın sanat anlayışları nasıldır? Karşılaştırınız bu iki yazarı! 4. Türk romanında "Küçük Paşa dönem eci" neyi anlatır? 5. Ömer Seyfettin'in Türk hikâyeciliğindeki önemi nedir? 6. Cumhuriyet döneminde, roman ve hikâyenin ulaştığı bo yutlar nelerdir? Bu türlerin Cumhuriyet'teki gelişmesi hangi dönemlere ayrılır? 7. Cumhuriyet dönemi roman ve hikâyesinde Milli Edebiyat temsilcileri kimlerdir? Ne gibi katkılarda bulunmuşlardır? Bun lar arasında Yakup Kadri'nin yeri nedir? 8. Cumhuriyet dönemi hikâyesinde, Sabahattin Ali ile Sait Faik, hangi çizgileri temsil ederler? Ve ne gibi gelişmelere yol açmıştır bu çizgiler daha sonra? 9. Gerçekçi "köy rom anı" ne zaman doğar? Kimleri tanıyor sunuz köye eğilen yazarlardan? Ve hangi bakımlardan ele al mışlardır köyü? 10. Kemal Tahir'in sanatçılığının yanı sıra, düşünce adamı olarak yaptığı nedir? 11. Türk romanının bugünkü tablosu ve sorunları nedir? 12. Hikâyemizde Bekir Yıldız gerçeği nedir? (Okuma parça sını okuyunuz.)
494
BÖLÜM VIII TİYATRO, SİNEMA VE MÜZİK TİY A TR O 19. yüzyılın, T ü rk iy e'n in kültür tarihindeki önem i, ti yatro bakım ından da kendini gösterir: Türkiye, o yüzyıl da, kendi geleneksel tiyatrosunu bırakır, Batı tiyatrosunu kabul eder. D oğaldır ki, Batılı tiyatro uygulam ası da bu güne değin önem li aşam alardan geçer. Bu geçişi ve aşam aları -tan ın m ış tiyatro tarihçim iz M e tin A nd'ın yardım ıyla1- aşağıda özetleyeceğiz. A ncak, hem en şunu söyleyelim ki, T ü rkiye'nin gerek uzun tarihi boyunca geliştirdiği geleneksel tiyatrosuyla, gerek 19. yüzyılda benim sediği Batı tiyatrosunu vurgula yarak vardığı aşam ayla, İslam dünyasında apayrı bir yeri vardır. İslam ülkelerinden hiçbiri, Türklerin tiyatro ala nında gösterdiği yetkinliğe ulaşam am ışlardır. Geleneksel tiyatrodan Batılı tiyatroya Türkler, A nadolu 'ya gelirken, birtakım kukla türlerini biliyorlardı. Bunun yanı sıra, dansları ve belki birtakım il kel taklit gösterileri de vardı. A nadolu'ya yerleştikten son ra, orada daha önce yaşam ış halklarla, çağdaş oldukları halkların kültürleriyle alışverişleri olm uştur. Bunun sonu cunda, özellikle A nadolu köylüsünün bugün de oynadığı, bolluk törenlerinin kalıntıları olan ve dünya tiyatrosu nun en önem li kaynağı sayılan seyirlik oyunlarını geliştir m işlerdir. A slında, Batı tiyatrosuna kaynaklık eden eski Yunan d ram ı da buradan gelm iştir. Ne var ki, Anadolu Türkleri, yüzyıllar boyunca bu bolluk törenlerini ilkel bi 1 Metin And, Tiyatro Kılavuzu, İstanbul, 1973, s. 415 vd.
495
\ ç im le ri n d e k o r u m u ş ol malarına karşın, Batı1 1lar gibi b u n l ar da n ol gun bir tiyatro gel iştirememişlerdir.
D ram atik özellikte olan seyirlik oyunların belli başlıkırı, m eddah, yalancı savaşlar, kukla, gölge oyunu, hokka baz, dram atik danslar ve ortaoyunudur. G eleneksel tiyatrom uzun türleri bunlardır. M eddah ya da dram atik biçim de hikâye anlatm a sa natı, İslam ülkelerinde çok görülen bir türdür. Bu yüzyı lın başına değin -k e sin tisiz - gelebilm iş olan m eddah gele neği, dram atik seyirlik oyun türleriyle birçok ortaklaşa özellikler gösterm ekle birlikte, öteki türlerin hep güldür m eye yönelm iş ve gösterm eci bir sunuşta olm alarına kar şılık; dinsel, destansı, yiğitsi, duygusal, ağlatılı konulara da yer verm esi, ayrıca dinleyici ve seyirciyle duygusallık bağı kurm aya ve özdeşleşm eye dayanm ası bakım ından, m eddah, öteki türlerden ayrılır. K ahvehanelerden, han köşelerinden, konaklara, saraylara değin, yüzyıllar bo yunca, m eddah hikâyeleri Türk halkının dram atik gerek sinm esini en iyi karşılayan türlerden birisi olm uştur. K uklaya gelince, bu belki de Türklerin A nadolu'ya gel m eden de bildikleri bir türdü. A m a kuklanın asıl gelişm e si, Türklerin A nadolu 'ya yerleşm elerinden sonra başlar. Ne var ki, bu tür, 16. yüzyılda Tü rkiye'ye giren gölge oyu nu ya da K aragöz kadar yaygınlaşm adı. Karagöz, aslında Türklere özgü bir gösteri türüdür. 16. yüzyılın ilk yarısında tekniği M ısır'dan öğrenilen göl ge oyununu Türkler, yaratıcılıklarıyla en olgun, en özgün biçimine vardırmışlar, Balkanlı ve İslam komşularına da sevdirip öğretmişlerdir. Karagöz de, meddah gibi tek sa natçının gösterisidir. Ancak deriden yapılmış, renkli, ışık la gösterilen görüntüler ve ustalıklı bir konuşma sanatıy la sunulan çok zengin bir tiyatro türüdür. Denebilir ki, Türklerin en önemli kültür hâzinelerinden birisidir Ka ragöz. 16. yüzyılda Türkiye'ye girmiş, 17. yüzyılda kesin biçimini almıştır. Abdülaziz dönemine değin, büyük bir özgürlük ve do kunulmazlığı olan Karagöz, buna dayanarak bir yandan geniş ölçüde siyasal taşlamaya, öbür yandan da bütün halk tiyatrolarında görüldüğü gibi, açık saçıklığa yer vermiştir. 496
Karagöz'ün yanı sıra, tıpkı bunun üslubunda, ancak canlı oyuncularla gösterilen dans, taklit, güldürü karışımı bir halk tiyatrosu geliştirildi. Öyle ki, bu halk komedyası, belki K aragöz'den de eski olm akla birlikte, kesin biçimini ve "O rtaoyu n u " adım ancak 19. yüzyılda almıştır. Başka adları da vardır: M eydan Oyunu, Kol Oyunu, Zuhuri gibi... Karagöz'ün baş kişilerinden biri, tutumu davranışları ve diliyle özü sözü doğru bir halk adamı olan Karagöz; öteki seçkinlere, aydın sınıfa özenen, arabulucu, esnek ki şiliğiyle Hacivat'tır. Ortaoyunu'nda ise, Karagöz'ün kar şılığı K avuklu, H acivat'ın karşılığı Pişekâr'dır. Bunların dışında, öteki kişiler de tıpatıp bir benzerlik gösterirler. Ortaoyunu, dört bir yanı çepeçevre seyirciyle kuşatılmış bir meydanda oynanır. Dekor hemen hiç yok gibidir. Ki şiler, Karagöz'de olduğu gibi giyinişleri, ezgileri, dansla rı, türküleri, tutum ve davranışlarıyla belirlenir.
O rtaoyunu 'nun hızlı bir gelişm e gösterdiği 19. yüzyıl, aynı zam anda Batı tiyatrosuna kapılarım ızı açtığım ız yüz yıldır. O rtaoyuncular, sahneli tiyatronun yaşam ım ıza gir m esiyle, bir yandan kendi geleneksel tiyatrolarını sürdü rürken, öte yandan Batı tiyatrosunun sahnesinden, yön tem lerinden yararlanarak bir bireşim yapm ayı denem iş ler, böylece, C um huriyet dönem i başlarına değin süren T uluat tiyatrosu doğm uştur. Ne var ki, bu tür kısa zam an da yozlaşm ış, O rtaoyunu 'nun -sö z ü n ustalığına daya n a n - gücünden uzaklaşıp, daha çok hareketlerin ve soyta rılığın olanaklarına sığınm aları yüzünden, kendi kendini tüketm iştir. Batı tiyatrosunun Tü rkiye'ye girişi, kukla, K aragöz, h okkabazlık gibi öteki geleneksel türleri de etkilem iştir. Batılı Türk tiyatrosunun doğuşu ve gelişim i G elenekse] tiyatronun yanı sıra, Batı örneğinde tiyatro m uz üç dönem e ayrılm aktadır. İlki, 1839'dan başlayarak 1908'de II. M eşru tiyet'e değin süren T anzim at tiyatrosu; İkincisi, 1 9 08'den C um huriyet'in ilanına değin süren M eş 497
ru tiy et tiyatrosu ; üçünciisü ise, 1923'ten günüm üze dek gelen C u m h u riyet tiyatrosudur. a) Tanzim at tiyatrosu Batı tiyatrosunu, Türkler, önce İstanbul, İzm ir gibi ya b an a azınlıkların yaşadığı kentlerde, y a b a n a tiyatrocular dan tanım ışlardır. Bu konuda öncülüğü, Batı kültürüyle daha kolay ilişki kurabilen Erm eniler yapm ıştır. Erm eniler, önce kendi dillerinde tem siller verirken, zam anla seyircile rini genişletm ek ve kam u desteğinden yararlanm ak için, Türkçe de oynam aya başlam ışlardır. Bu arada saray ve çev resinin de gelişm ede büyük katkısı olm uştur. A yrıca yerli ve y ab an a olm ak üzere tiyatro toplulukları kurulm uştur. Erm enilerin kurduğu Şark Tiyatrosu ile, bu topluluktan çıkm a ve İzm ir'de tem siller veren V aspuragan topluluğu, Erm enice tem sillerin yanı sıra Türkçe tem siller de veriyor du. Kurduğu tiyatro ile Türk tiyatrosuna ilk büyük hizm e ti yapacak olan G ü llü A gop, bu çalışm aların içinde yetişir. Güllü Agop, yalnız Türkçe oynayan, zamanla M üslü man Türk oyuncuların da katılacağı bir tiyatronun öne mini anlar. Önce kurduğu Asya Tiyatrosu'nu, Osmanlı
Tiyatrosu'na dönüştürerek, -İstanbul yakasında eski bir sirk ve tiyatro binası o la n - Gedikpaşa Tiyatrosu'nda temsillere başlar. Daha çok yabancı tiyatroların oynandı ğı Beyoğlu yerine, Türklerin çoğunlukta olduğu bir böl gede açılan tiyatro, seyircinin yetişmesi bakımından da bir kolaylık sağlar. Her türlü yarışmaya karşı korunmak ve ayrıca kamu desteğinden yararlanm ak için 1870'te bir tekel fermanı da alır. Böylece müzikli oyunlar dışında Türkçe tem sillerin tekeli, on yıl için Güllü Agop'a tanınır. Güllü Agop'un, Türk oyun yazarlarının yüreklendirilmesinde Müslüman Türk sahne sanatçılarının sahneye çıkmasında, seyircinin yetişmesinde, Batı tiyatrosunun tanınmasında büyük hizmetleri olmuştur. Ancak, istibdat vardır. Ve bir gün, Namık Kemal'in Vatan Yahut Silistre oyu nunun seyircide coşkunluk yaratması üzerine yazarı sür 498
güne gönderilirken, oynanacak oyunlar da sıkı bir denetim altına alınır. I. Meşrutiyet'in ilanıyla -b ir ölçüde- ferahla ma olursa da kısa sürer bu. Sonunda, Osmanlı Tiyatro su'nun oynadığı Ahmet Mithat Efendi'nin müzikli oyunu
Çengi ile, yine aynı yazarın Çerkez Özdenleri, saraya jur nal edilir ve Gedikpaşa Tiyatrosu -b ir gecede- yıktırılır.
O dönem in önem li bir girişim i de, A hm et V efik P a şa'nın -B u rsa valiliği sırasında k u rd u ğ u - Bursa Tiyatrosu'd ur. B u rsa'ya İstanbu l'd an gelm iş, içlerinde Fasulyeciyan Efendi, A hm et Fehim ve K ü çük İsm ail Efendilerin de bulunduğu topluluk oluşturur bunu. İyi seçilm iş ve hazır lanm ış, halka tiyatro sevgisini aşılayacak oyunlarla birkaç yıl B u rsa'd a düzenli tiyatro tem silleri verilir. A ncak, ju r naller üzerine, Paşa, soruşturm a için geri alınınca, çalış m alar da durdurulur. Bu arada, Güllü A go p 'u n tekel ferm anında açık kapı bulan iki grup tiyatrocu vardır: Bunlardan ilki, tuluatçılar dır. O nlar m etinsiz, doğm aca oynadıklarından, tekelin kendilerine karşı uygulanam ayacağını söyleyerek tuluat tiyatrosunu kurm uşlar, başlangıçta, Güllü A gop tiyatro sunun oynam ış olduğu oyunları kendi üsluplarında sah nelenmişlerdir. Bunda öncülüğü, ünlü ortaoyuncusu K a vuklu H am di, H ayalhane-i O sm anî K um panyası'yla A k saray'da kurduğu bir tiyatroda yapm ıştır. Tekeldeki ikin ci açık kapı ise, tekel dışı bırakılan m üzikli oyunlardır. Ç ağın ünlü bestecisi D ikran Çuhacıyan, O pera Tiyatrosu adıyla kurduğu toplulukla, daha çok kendi m üzikli oyun larını, bu arada çeviri m üzikli oyunları oynam ıştır. Gedikpaşa Tiyatrosu'nun yıkılışı ve tekelin süresinin so na erip bir daha yenilenm em esi üzerine birçok topluluklar kurulur. Bu arada, hem o çağın hem de M eşrutiyet tiyatro sunun önem li tiyatro adam larından M ardinos M ınakyan, başlarda Güllü A gop'un oyun seçimine yakın bir yol izler, ancak, gerek kendi tiyatro anlayışı, gerek istibdat rejimi ko şullarının zorlam ası sonucunda, yerli oyunlara ve edebi de ğeri olan çeviri oyunlara sırtını döner, -F ran sa'd a "kapıcı rom anları" d en ilen - ucuz rom anlardan uyarlamalarla, ikin ci üçüncü derecede m elodram ları sahnelem eye başlar. 499
f Bu dönem de, A hm et Fehim gibi sanatçılar eliyle, tiyat ro A nad olu 'ya da götürülür. Bu dönemin yazarlarından, başta edebiyatın öteki tür lerinde de ün yapmış olan geliyor:
İbrahim Şinasi'nin Şair Evlenmesi adlı eseri, aynı za manda ilk Türk tiyatro eseri sayılıyor. Namık Kemal, döne min en önemli oyun yazarlarından kuşkusuz. Sonra başka ları geliyor: Abdülhak Hamit, Ahmet Mithat Efendi, vb. Ama, dönem in -ö zellik le kom edya alan ın d a- en önemli yazarı, Bursalı Feraizcizade Mehmet Şakir'dir. Moliere etkisiyle yazan ilk komedi yazarımızdır o.
A raya, istibdat ve onun sıkı denetim i girm em iş olsay dı, Tanzim at tiyatrosu, kuşkusuz çok daha olum lu geliş m eler yapardı. b) M eşrutiyet tiyatrosu 23 Tem m uz 1908'de, M eşrutiyet tiyatrosu adı verilen dönem başlar. Bu dönem tiyatro anlayışı, seyircilerin, oyuncuların ve tiyatro topluluklarının sayıca bolluğu ile oyunların özel likleri bakım ından, dönem in çalkantılı havasını yakından izlem ekte, onu en belirgin bir biçim de yansıtabilm ektedir.. M eşru tiyet'in ilanı büyük um utlar yaratm ış, özgür lü k ve M eşrutiyet kavram larının bü tün kapıları açan tıl sım lı bir anahtar olduğu sanılm ış; huzurun, um udun, gü venliğin hem en gerçekleşeceğine inanılm ıştı. Bunun se vinci, coşkunluğu dolu doluya yaşanm ış; tiyatro da bu se vincin, coşkunluğun sözcüsü olm uştur. Eski yönetim in kötülüklerine karşı toplu m un hıncını, öfkesini dile getiren güçlü bir sesti tiyatro. Bütün bu nların sonucu olarak, sayıca pek bol oyun y a zılm ış, tiyatro toplulukları artm ış, tiyatro çalışm aları yo ğunlaşm ıştır. Başlarda, iktidar partisi "İttih at ve T erak k i"n in ileri ge lenleri de bu akıntıya kapılm ışlar; tiyatroyu geniş ölçüde desteklem işlerdir. A ncak, bu coşkunluğun yerini, kısa bir 500
süre sonra savaşlar, iktisadi sorunlar, parti çekişm elerinin doğurduğu karam sarlık ve yılgınlık alır. Çöküş ve yıkılış, bü yü k bir um ut kırıklığı, aydınları, devletin nasıl kurtula cağı yolunda b ir çözüm aram aya da iter. Bütün bunlar, ti yatroda da yankılanır; gerek olaylar, gerek düşünceler, sı cağı sıcağına sahneye çıkar. O yunculuğun okullu olm ası için ilk önem li adım da bu dönem de atılır: A ndré A ntoine, İstanbu l'da bir konservatuvar kurm ası için çağrılır. Jârü lb ed ây i-i O sm anî adıyla açılan bu konservatuvar, iki yıl sonra ödenekli bir tiyatro topluluğuna dönüşm üş ve bugün İstanbul Şehir Tiyatrosu olarak bildiğim iz tiyatronun tem eli atılm ıştır. O yuncular, geçen dönem den kalm a deneyim li oyuncu larla, bu dönem de oyunculuğa heves eden gençlerdir. Bu oyuncuların çoğu, ilerde C um huriyet dönem inin de kal burüstü tiyatro adam ları olacaktır. B urhanettin Bey, Raşit R ıza, M uhsin Ertuğrul, Behzat B utak, İ. G alip A rcan ilk akla gelenleri bunların. Büyük tuluatçı N aşit'i de unutm am alı! M üslüman kadın oyuncu, gene sahnede değildir. An cak dönemin sonlarına doğru Afife adında yürekli bir Türk kızı, bütün baskılara, engellere karşın ilk adımı atar. Onu, sayıda az da olsa başkaları izler.
Sinem anın bu dönem de yayılm ası sonucu, birçok tiyat ronun sinem aya dönüşm esine karşın, tiyatro toplulukları pek çoktur. Sayıları -h em en h e m e n - yüzü aşm aktadır. Ne var ki tiyatro yönetim i ve sahne düzeni, her bakım dan il keldir. Tiyatro toplulukları bir iki tem sil için bir araya gel m ekte, sonra dağılm aktadır. İyi sanatçılar da azdır aslın da. Bunların da, çeşitli topluluklara dağılm asıyla, derm e çatm a topluluklar çıkar ortaya. D önem in başlıca yazarları arasında, edebiyatçılar gelir. A m a oyun yazarlığını başlı başına bir uğraş olarak ben im sem iş ve verim liliklerini C um huriyet'e değin sürdürm üş iki yazarı görüyoruz. İbnürrefik A hm et N uri ve M usahipzade Celal. Bu dönem de, gerek 19. yüzyıl Türk tiyatrosunun, gerek 501
i
Batı tiyatrosunun etkisi vardır. G eleneksel tiyatrom uz ise can çekişm ektedir. Tuluat tiyatrosu, N aşit gibi ustaların elinde gelişm ekle birlikte, tuluat toplulukları, daha çok öteki tiyatro topluluklarının sahneye koyduğu oyunların kopyacılığında kalm ış, yaratıcı olm am ışlardır. Bu dönem in oyunları hayli çeşitlilik gösteriyor: K o m edyalar, m anzum oyunlar, siyasal ve belgesel oyunlar, tarihsel dram lar, savaş oyunları, sosyal ve aile dram ları, duygusal dram lar, m üzikli oyunlar... Siyasal ve belgesel oyunlar, M eşru tiyet tiyatrosun u n en ilginç türüdür. Ç oğunlukla, istibd at d ön em in in olu m suz eylem lerini, 31 M art O layı'n ı, Jön Tiirklerin gizli ça lışm alarını, saray entrikalarını, ik tid ar p artisin in içyü zü nü gösteren oyu nlar bunlar. A m a sayıca en k abarık tür, tarihsel dramlar. D aha çok O sm anlı tarihin in p arlak yapraklarına sığınarak, h alkı y e nilgiler karşısınd a y üreklend irm eyi am açlayan b u oyu n lar içind e başarılı olanlar da var: Şehabettin Sü leym an ile T ahsin N azif'in Kösem Sultan'ı, Salâh C im coz ile C elal E sat'ın (A rseven) Selim -i S alis'i bu n lar arasında.
Müzikli oyunlar bakım ınd an da çok başarılı örnekler görüyoruz.
M eşrutiyet tiyatrosu hakkında, son olarak ne söyleye biliriz? M eşrutiyet tiyatrosu, eski dönem ile C um huriyet tiyat rosu arasında bir köprü olm uştur. Eski değerler ve kurum lar tartışılm ış, bunların yerini alacak yeni değerler ve kurum lar araştırılm ıştır. T iyatro nun toplum yararına olduğu yalnız düşüncede kalm am ış, eylem de de ilginç örnekler verilm iştir. Tiyatroda sorunlar su yüzüne çıkm ış, neler olduğu anlaşılm ıştır. Tiyatro di linde hayli gelişm e olm uş, ödenekli tiyatronun tem eli atıl m ış, tiyatro öğretim inin önem i anlaşılm ış, kadın oyuncu nun sahneye çıkm ası için m ücadele edilm iş, Cum huriy e t'in birçok önem li oyuncuları ve tiyatro adam ları görgü ve yaşantılarını M eşru tiyet'te kazanm ışlardır. Özetle, C um huriyet tiyatrosunun tem elleri bu dönem de atılm ıştır. 502
c) C u m h u r iy e t tiy atro su
Cum huriyet tiyatrosu derken, C u m h u riyetin ilanından günüm üze değin olan dönem in tiyatrosunu kastediyoruz. Bu dönem de, tiyatroda, aram a ve denem eden yaratm a ve kendini bulm a aşam asına geçilir artık. C um huriyet'in ilk yıllarınd aki bocalam a dönem i kam u kesim inin de ilgi ve desteğiyle yolunu, yöntem ini bulm uştur. Sorunlar an laşılm ış, tiyatronun önem i benim senm iş; oyuncusu, yaza rı, seyircisi el ele verip tiyatroyu birlikte yaratm a çabasına girişm işlerdir. C um huriyet'in tek partili dönem inde, devlet, tiyatroya elinden geldiğince yardım etm iştir. D evlet eliyle tiyatro eğitim i, bir D evlet Tiyatrosu 'nu n kurulm ası, Halkevleri yoluyla yurt düzeyinde kültürü ve tiyatroyu yaym a, hal ka erişm e çabası gibi çeşitli yönlerde olum lu sonuçlar alın m ıştır. Ç ok partili dönem deyse, devletin ilgisi gevşem iş; iktidar partisi, bunları geliştirecek yerde, geriletecek bir tutum gösterm iştir. Bununla birlikte, hiç değilse büyük kentlerde, oyuncu, yazar, seyirci yetişm iştir; kam u kesi m ine karşın, yine de hem n itelik hem nicelikte hızlı bir ge lişm e olm uştur. Tiyatro eylem i, bütün gücüyle kendisini duyurm uştur. Bu gelişm e, 27 M ayıs hareketi ve 1961 A na y a sa s ıy la daha ileri bir aşam aya ulaşm ış; tiyatronun top lum içindeki işlevi -d iy a lek tik bir b içim d e - ele alınarak, devrim in gerçek anlam ı ve bunda tiyatronun yeri ve gö revi saptanm aya çalışılm ıştır. Seyirci sorunu da, giderek bir çözüm e varm ıştır. Artık, hiç değilse bü yü k kentlerde, kadın ve erkek seyirciler bir arada -b ir ölçüde bilinçli o la ra k - oyunları değerlendirebiliyor. Ö zel ve ödenekli tiyatroların A nadolu 'ya yaptıkla rı geziler dışında, bir kültür eylem i olarak, Bölge Tiyatrola rı'y la tiyatroyu yurt yüzeyine yaym ak tasarlanıyor. O yuncu sorunu da, bu nd an önceki dönem lere göre çözü m e varm ıştır. A rtık T ü rk kadını sahnede yerini alm ıştır. O yuncuların eğitim i için -A ta tü rk 'ü n önayak o lm asıy labir D evlet K onservatuvarı kurulm uş, bu kurum yıllarca D evlet Tiyatrosu 'na değerli sanatçılar yetiştirm iştir. Pro fesyonel düzeyde oyunculuk saygı gören bir uğraştır. T i 503
I yatro adam ları da, sayıca az olm akla birlikte yol göster m ekte, tiyatro eylem ine yön verm ekte büyük katkıda bu lunm aktadır. Bunların en başında, kuşkusu z M u h sin E rtu ğ ru l gelir. M eşru tiyet dön em inde yaptığı bü yü k işlerden sonra, C um h u riyet dönem inde h er olum lu çab anın önderi o o l m uştur. Tiyatro oyu ncu lu ğu nun, sahn eye koyuculuğunun, yön eticiliğinin yanı sıra, bir tiyatro ciüşünürü olarak yazılarıyla, dersleriyle, gençleri y etiştirm esiyle, yeni yeni tiyatroların açılm asında önayak olu şuyla, C um h u riyet ti y atrosu nu n b ir n um aralı adam ıd ır o.
C um huriyet'in ilk yıllarında değişik bir görünüm de olan D ârülbedâyi'nin yanı sıra, çeşitli tiyatro toplulukları vardı. Sarsıntılar geçiren D ârülbedâyi ise, daha sonra - İ s tanbul Şehir Tiyatrosu adı altında tanınan en önem li top luluklardan biri olur. Önce, D evlet K onservatuvarı Ö ğ rencilerinin T atbikat Sahnesi adı altında A nkara'da tem siller veren topluluk, kuruluş yasasının çıkm asıyla, bir ge çiş dönem inden sonra, D evlet Tiyatrosu olarak 1949'da kurulm uş, A nkara'da ve başka illerdeki çeşitli tiyatrolar arasında en önem li kuruluş haline gelm iştir. Başlarda operayı, sonra baleyi de içerirken; 1970'ten sonra biri D ev let T iyatrosu G enel M üdürlüğü, öteki D evlet O pera ve B alesi G enel M üdürlüğü olm ak üzere, iki bağım sız kuru luşa ayrılır. İstanbul Şehir Tiyatrosu ve D evlet Tiyatrosu gibi iki ödenekli tiyatro yanında özel tiyatroların gelişm esi, 1951'de sanat yöneticiliğini M uhsin Ertu ğru l'un yaptığı ve bir bankanın desteğiyle kurulan K üçük S ah n e'y le baş lıyor. A z sonra, gerek İstanbul gerekse A nkara'da birçok önem li topluluklar ortaya çıkar. B u nların içinde ilk akla gelenler, K ent O yuncuları, G ülriz Su ru ri-En g in C ezzar T opluluğu, D ostlar T iyatro su, A nkara San at Tiyatrosu, U lvi U raz Topluluğu, D eve kuşu K abare T iyatrosu, D orm en T iyatrosu (1972'd e ka panm ıştır) ve başkaları...
504
I Bunlardan Ankara Sanat Tiyatrosu (A ST), yaşad ığı m ız çağa ve halka d önük bir tiyatro anlayışının onurlu m ü cad elesini, gü nü m ü zd e -h e m e n h e m e n - tek başına sürdürüyor.
N e var ki, özel tiyatrolara devlet elinin uzanm am ası, ço ğunu ucuz, sanat değeri olm ayan tem sillere iter giderek. C um huriyet dönem inde en iyi gelişen, oyun yazarlığı olm uştur. Ö zellikle 60'larda başlayan yıllarda yaratılan oyunlar önem li bir aşam a gösterir. Son yıllarda, oyunları Türk tiyatro ed ebiyatın a yep y e ni bir görünüm k azand ırm ış -o r ta ve genç k u ş a k - yazar lar arasında şunları görüyoruz: Aziz Nesin, Orhan Ke
mal, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Haldun Taner, Orhan Asena, Turgut Ozakman, Cahit Atay, Refik Erduran, Çetin Altan, Necati Cumalı, Saba hattin Kudret Aksal, Güngör Dilmen, Oktay Arayıcı, Nâzım Kurşunlu, Turan Oflazoğlu, Hidayet Sayın, Re cep Bilginer, Adalet Ağaoğlu, Yıldırım Keskin, Başar Sabuncu, Tarık Buğra, Güner Sümer, Sermet Çağan, Vasıf Öngören, Erol Toy, Ömer Polat ve ötekiler... C um huriyet dönem i, kendi tür ve konularını da birlik te getirir. Burada artık kom edya, m elodram , tragedya gibi türler yerine, oyunlar konularıyla birbirinden ayrılır olur. M üzikli tiyatro da gelişm e gösterm iştir. Burada, konu m uz dışında kalan opera alanında da Türk bestecileri bir takım başarılı örnekler verm işlerdir. O peret, m üzikli oyun türü ise çok zengindir. Ö zellikle Cem al ve Ekrem Reşit Rey kardeşlerin operetleri, M uhlis Sabahattin'in operet lerinin yanı sıra, H aldun T aner, R efik Erduran, Erol G ü naydın, T urgut Ö zakm an gibi yazarlar da son yıllarda bu alanda ilginç örnekler ortaya koym uşlardır. Ö zetle, C um huriyet dönem inde, tiyatrom uzda, her yö nüyle büyük gelişm eler görüyoruz. A ncak yazarlarım ız henüz ulusal bir tiyatroyu yaratam am ışlardır. Bazı yazar lar, geleneksel kaynaklarım ızı kullanarak ilginç denem e ler yapıyorlar yine de. Bunun gibi, tiyatro eğitim i, ilk baş 505
I taki yönelim de beklenen gelişm eyi gösterem em iştir. D ev let konservatuvarı için bir yenilem e, yeni bir atılım gerek lidir. Eğitim yolunda önem li bir adım , üniversiteye tiyat ronun girm esi olm uştur; A nkara Ü niversitesi Dil ve Tarih C oğrafya F akiiltesi'nd e bir tiyatro kürsüsü ile bir Tiyatro A raştırm aları E n stitü sü kuru lm uştu r. Ege Ü niversitesi'n d e de öyle. D evlet Tiyatrosu da, onca başarılı çalışm a larına ve zengin olanaklarına karşın, bütün tiyatro ey le m inde, dilde, oyun dağarında, sahne düzeninde öteki ti yatrolara örnek olacak bir ulusal tiyatro düzeyine erişe m em iştir. Türk tiyatrosunun sorunları Türk tiyatrosu, bugün büyük sorunları olan bir tiyatrodur. Tiyatro toplum ilişkileri, tiyatro ve devlet, tiyatro-sine m a ve televizyon ilişkileri, oyun yazarlığı, yönetm enlik, ti yatro oyunculuğu, tiyatroların parasal gereksinm eleri... Y ığınla sorun çıkarm aktadır karşım ıza. Ö yle ki, Türk ti yatrosunda, bir "y o zlaşm a", giderek bir "çö k ü ş"ten bah sedenler var. En azından, bir "b u n alım "ın yaşandığı bir gerçek. Aslında, Türk tiyatrosunun bugün içine düştüğü du rum, birdenbire ortaya çıkm ış değil; yılların getirdiği bir birikim in sonucu bu. Ve tek yanlı kolayca çözüm lenecek bir nitelik de taşı m ıyor. Tiyatrom uzun duraklam aya, yer yer yozlaşm aya götü ren nedenlerin tüm ünü burada ele alm ak olanaksız.2 A n cak, bir nokta, büyük bir önem taşıyor şu anda: Son yıllarda, ¿ilkemizde, kapitalizm in gelişm esine ko şut bir olgu olarak, tekelci serm aye, ekonom iye ve dolayı sıyla ülke yönetim ine de tek başına egem en olm a sürecine girm iş bulunuyor. Bu süreç, kültür alanına da olduğu gi bi yansım akta. Tekellerin kültür alanındaki faaliyetleri gi derek artıyor. Bu gelişim , değişik sanat dallarında, birbi rinden farklı özellikler taşıyor. Bu konuda ilginç bir değerlendirm e için bkz. Seçkin C ılı/oğlu, "K u rtu luş Savaşımıza Kağnılarım ız Kadar Katkısı Olmayan Tiyatrocularla Tulu'dan Guruba", Saııat/Edcbiyat 81, sayı 1, s. 33-35.
506
Ö rneğin, tiyatro alanında, son bir iki yıldır görülen Broadw ay tipi, sulu bulvar kom edilerinin mali kaynakla rını, kadrolarını kurcaladığım ızda ilginç şeyler çarpıyor gözüm üze. D enecek odur ki, tekelci serm aye, bir "serm a ye tiy a tro su " oluşturm ayı gündem ine alm ıştır. Ve serm a ye, ülkem izin en etkin gücüne sahip olan devletin olanak larını da -d ile d iğ in ce - kullanabiliyor bu alanda. Devletle iç içe geçm e süreçleri yaşıyor. Ne yapm alı? Tekelci serm ayeye karşı verilecek temel m ücadelenin bir parçası olan, "kü ltü r alanını d em okratikleştirm e" m ü cadelesi içinde bakm alıdır soruna. Bu m ücadele ise, sanatçı örgütlerinin güçlenm eleri, etkinleştirilm elerine doğrudan bağım lı. Tiyatro sanatım ızın bağım sızlığını sağlam anın ilk ve kaçınılm az koşulu da, bu noktada düğüm leniyor şim dilik. D A H A Ç O K BİLGİ Niyazi Akı, Çağdaş Türk Tiyatrosuna Toplu Bir Bakış, A nkara, 1968. M etin And, 100 Soruda Türk Tiyatrosu, İstanbul, 1970. M etin And, Tiyatro Kılavuzu, İstanbul, 1973. Metin And, 50 Yılın Türk Tiyatrosu (1923-1973), İstanbul, 1973. M em et Fuat, Tiyatro Tarihi, İstanbul, 1970. Sevda Şener, Çağdaş Türk Tiyatrosunda Ahlak, Ekonomi, Kültür Sorunları, A nkara, 1971.
OKUM A T İYA T R O M U Z U N Ö N Ü N D EK İ TEH LİK E: "SER M A Y E T İY A T R O SU " ...1979 tiyatro d önem inin sonunda, bütün tiyatrolar perd ele rini kapattığı sırada B road w ay tarzı yapım cılıkla ortaya çıkarı lan bir "Yedi Kocalı Hürmüz" sergilenm eye başladı. "C u m balı İstanbul evlerinin bu güzel d ilberlerin d en şarkılar dinleyip, oyu n lar izleyeceksiniz. Hem de göbek atm adan, kalça k ıvırm adan tu tu n da d ansözlere taş çıkartan türünden oyu n
507
la r!" -"K a d ın la r ham am ı sahnesinin bile yer aldığı bu şenlikli o y u n ..." gibi sözlerle reklam ı yapılan ve T ü rk tiyatrosuna em ek v erm iş kişilerin y ıllar y ılı halkın kafasınd an silm ek için ter d ök tü kleri "k arı oynatılan ku m p an y a" im gesinin altını in atla çize rek tanıtılan "Y ed i Kocalı H ü rm ü z", E gem en B ostan cı'm n d er led iği b ir kadro tarafınd an oynanıyordu. O yu n için gerekli y atı rım ı ise Hürriyet Gazetesi ile bağ lan tılı bir olu şum g erçekleşti riyordu. A lm an h aberlere göre, oyun b ırakın b ü y ü k kazançlar getirm eyi, zararı bile güç bela kapatm aya çalışarak sürdürüldü. Ç ok da k eyifli bir seyirci kalabalığı toplandı. A rd ından aynı ortaklık, "Hisseli Harikalar Kumpanyası"nı piyasaya sürdü... H ü rriyet G azetesi, M uhsin E rtu ğ ru l'a ölü m ün d en sonra b ir denbire sahip çıkıp bir "Muhsin Ertuğrul Ödülü" koydu... Bu arad a yin e H ü rriy et G azetesi ile ilişk ili çevreler, Şişli Ü m it T iy atro su 'n u n y en i olu şum u nd a y er aldılar. Bu tiyatro nun salonları, şim d iye dek örn ek len m em iş elverişli k oşu llard a b u lv ar tiyatro ların a verildi. Bilinçli dü zeyd e tiyatro y ap m ak is teyen to p luluklara oyu n alanı tanınm ad ığ ı bir ortam d a, İsta n b u l'u n irili u faklı salon ların ın h em en h em en tüm ü "seks tiyat
rosu" d iy ebileceğim iz gösteriler yapan, kabare ve show tü rü ne y ön elen ya da u cuz bu lv ar kom ed ileri o yn ay an to p luluklara d ağıtıld ı. Y ıllard ır tiy atro d an u zak k alm ış k işilere olan ak lar sağland ı... Bizde yapılan, içinde bu lu nan durum u gerçeğe bağlı kalarak y eniden yaratm ak ve eleştirm ek şöyle dursun, artık geride b ıra kılm ış b ir çağın konularını H ü rm ü z'lerle, K u m pan ya'lar Ia g ül dürü haline getirm ek u yutm acasm dan başka bir şey değil. Seyir ci bu yolla etkilenirken, kapitalist toplum sınıflam asında "lüm
pen" olarak tanım lanan tiyatro sanatçıları da başka kanallardan etkileniyorlar. B urada u ygulanan yöntem in tem elinde para ya da ün sahibi olm ak anlam ında "köşeyi dönme" görüşü var. B o yalı basının sayfalarınd a boy gösterm ek, b ir inanç doğru ltusu n da tiyatro y apm an ın bir ayda getireceği geliri b ir gecede kazan m ak, "köşeyi d ö n m e" tu tkusunun güçlü basam akları oluyor. O ysa, sosyalist gerçekçilik yöntem i, sanatçıdan yeten ek ve usta lığın yanı sıra, bu rju va toplum und aki sanatçı aydınların erişe m eyecekleri düzeyde -so sy a list görüş tutarlılığı, bencil o lm a m ak, çıkarlardan y ana olm am ak, estetik ve siyasal ilkeleri b irleş
508
tirm ek g ib i- ideolojik, psikolojik ve ahlaki nitelikler bekler. Bu n iteliklere sahip olm ay an sanatçılard an egem en sınıfın yararlanm ası, k ap italist d üzen d e sosyalist gerçekçi sanat yapm a u ğraşı verenlerin yolunu belki biraz keser. A m a kap italist d üze nin d evam ını sağlar m ı d ersiniz acaba? (Seçkin C ılızoğlu, "S erm ay e T iy atro su ", Sanat Em eği, sayı 28, s. 15-17)
SO RU LA R î . G elen eksel T ü rk tiyatrosu nu n nitelikleri ve belli başlı oyunları n elerd ir? Bunlar içind e K aragöz ve O rlao y u n ıı'n ıın önem i nedir? 2. T ü rkiye'd e, Batılı tiyatro ne zam an doğar ve hangi d ön em lerden geçer? 3. T an zim at tiyatrosunun özellikleri nelerd ir? Bu d önem de ünlü tiyatro topluluklarınd an hangilerini biliy orsu nu z? Bunlar arasında G üllü A gop 'u n yeri ve ön em i nedir? B u dönem d e ü n lü tu lu atçılardan kim leri tanıyorsu nuz? D ikran Ç u h acıyan k im dir? T an zim at dönem inin oyun yazarları kim lerdir? Ve ne gibi n itelikler taşır y azd ıkları oyunlar? 4. M eşru tiyet tiyatrosunu n n itelikleri nelerd ir? Bu dönem in başlıca tiyatro adam ları kim lerd ir? O yun yazarları o larak kim leri tanıyorsu nuz? Bu dönem in oyunları ne gibi türlere ayrılabi lir? İçlerind e en önem li olanları hangisid ir? 5. C u m hu riy et tiyatrosun da ne gibi gelişm eler olm u ştu r? Bu dönem de, önem li tiyatro adam larınd an kim leri tanıyorsu nuz? Bunlar arasında M uhsin E rtu ğ ru l'u n yeri ve önem i ned ir? C u m huriyet tiyatrosund a resm î ve özel, önem li tiyatro kuruluşları hangilerid ir? Bu d önem in önem li oyun yazarları kim lerdir? C um h u riyet tiyatrosu n d a o yu nların başlıca kon u ları neler ol m uştur ve olm aktad ır? 6. Türk tiyatrosunu n bugünkü sorunları nelerd ir? Bu soru n ların çözü m ü için ne yapm alıdır? 7. "S erm ay e tiyatro su " deyim i neyi an latm aktad ır? T iyatro m uzun ön ünd e n için b ir tehliked ir "serm ay e tiy atro su "? (O ku m a parçasını oku yu nuz.)
509
SİN EM A Fransa'da Lum ière Kardeşler'iıı 1895'te halka tanıttık ları "ciném atoghaphe”, dünyanın her yerinde olduğu gibi, T ü rkiye'd e de ilgi uyandırıyor. Aynı yıl, İstanbul'un ta nınm ış fotoğrafçılarından Vafidis, Lum ière K ardeşler'e başvurarak, bu yeni buluş hakkında bilgi ister. Ertesi yıl, onların dünyanın dört bucağına gönderdikleri alıcı yönet m enlerinden biri olan A lexandre Prom io, Tü rkiye'ye gelir ve bazı sahneler çevirir. 1897 yılının başlarına doğru, Y ıl dız Sarayı'n ın hokkabazlarından Bertrand, saraya sokar bu buluşu. Bunu, İstanbu l'da halkla yapılan ilk genel gös teri izler. Sinem a Tü rkiye'ye girm iştir artık. Ne var ki, 1908 yılm a değin, "g ezg in ci" olm aktan kurtulam az. 1908 yılında İkinci M eşru tiyet'in ilanıyla ilk "y erleşik " sinem a da açılır. G elişm esine de o tarihten sonra başlayacaktır. Türk sinem asının doğuşu ve gelişim i Türk sinem ası, doğuşundan bugüne, çeşitli dönem leri yaşayarak gelm iştir. Bu dönem leri -tan ın m ış sinem a ta rihçim iz N ijat Ö zön'den yararlanarak3- değerlendirm eye çalışacağız. a) Başlangıç y ıllan İlk Türk film i 1914 yılında çevrilir. Adı, Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı. O sm anlı İm p aratorluğu -A lm an larla b e ra b e r- I. D ü n ya Savaşı'na girm iştir. R usya'ya savaş ilan edilm iştir. S a vaşın ilk günlerindeki coşkun hava içinde, bir topluluk, İstanbul yakınındaki A y astefanos'a (Yeşilköy) giderek, oradaki bir R us anıtını yıkar. Bu, 1876-1877 Savaşı'n d a R usların bu raya dek ilerleyişlerini anm ak için diktikleri bir anıttır. A n ıt yıkılırken, - o sırada yedek subaylığım yapm akta o la n - Fuat Uzkınay da olayı alıcısıyla çevirir. Nijat Özön, Türk Sinema Kronolojisi, Ankara, 1968, s. 11-37.
S 10
1915'te, "M erk ez O rdu S in em a D a ire si" kurulur. Ba şında bir Alm an vardır: W ein berg . Yardım cısı da Fuat U zkınay. Türkiye'de, film yapm ak için oluşturulan ilk ku ruluştur bu. Savaşla ilgili çeşitli belge filim leri ve haber filim leri çevrilir. Ertesi yıl (1916) W einberg, "öykülü film " yapm ak ister: Himmet A ğ a’nın izdivacı'nı çevirm eye başlar. Ne var ki, az sonra oyuncular silah altına alınır ve çekim de yarıda kalır. Film i, savaştan sonra Fuat Uzkınay tam am layacaktır. 1916'da "M iid a fa a -i M illiy e C em iy eti" adlı -y a rı aske r i - b i r kuruluş, gelir kaynaklarını artırm ak am acıyla, film yapım ına başlar ve Sed at S im av i'y e ilk filmi çevirtir: Pen çe (1917) ile Casus (1917). Birincisi bir oyundan uyarlan m ıştır; İkincisi ise bir savaş ve casusluk film idir. Ama, asıl önem lisi, ilk "ö y k ü lü " film lerim iz oluşları. 1919'da, tanınm ış tiyatro oyuncusu ve yönetm eni A h m et Fehim E fen d i, M iirebbiye ile Binnaz'ı çevirecektir. Birin ci filmin bir özelliği de şu: işgalci güçlerce A nadolu'da gös terilmesi yasaklanarak ilk "san sü r" edilen film oluşu bizde. Yine bir tiyatrocu olan Sadi Karagözoğlu -sah n ed e biiyük bir başarıyla canlandırdığı "Bican Efendi" tipine dayana rak“ Bican Efendi Vekilharç adlı güldürü filmini çevirir. K urtuluş Savaşı sonunda, orduya aktarılan sinem a araçlarıyla İstiklal, İzm ir Zaferi (1927) adlı büyük bir belge filmi yapılır. Yine aynı yıl, T ü rkiye'n in ilk özel yapım evi olan "K em al Film " yapım cılığa başlar. 1922 yılında, Türk sinem acılığının ilk dönem i kapan m akta, yeni bir dönem başlam aktadır. Sekiz yıl süren bu başlangıç yıllarında, yeni bir sanat alanında ilk örnekler ortaya konm uştur. Başkalarında da, bu alanda çalışm a isteği uyandıran örneklerdir bunlar. A yrıca, bugün bile değer taşıyan birçok belge-filnı yapıl m ıştır. Ve üstelik bütün bu ilk adım lar, savaş yıllarının çe tin koşulları içinde atılır. Bu olum lu yanlarının yanı sıra, olum suz bir yanı da var bu dönem in; Türk sinem ası, asıl işleri sinem adan başka olan kişilerin, özellikle tiyatrocula rın ellerinde başlar ve sürdürülür. O dönem in altı filmi, aslında bir "tiyatro film i"dir. Bu özellik, 1922'den sonra başlayan ikinci dönem in ni teliklerini belirleyecektir. 511
b) Tiyatrocular dönem i 1922 yılında, Türk sinem asında yeni bir dönem başlar. Tiyatronun etkisini gittikçe daha fazla duyurduğu bir dö nem dir bu. "T iyatrocu lar dönem i" diye adlandırılışı da bu yüzden. 1953'e değin süren bu dönem in tek tem silcisi de ünlü bir tiyatrocudur: M uhsin Ertuğrul. Muhsin Ertuğrul, 1922 yılınd an başlayıp, sinem ayı k esinlikle bıraktığı 1953 yılına değin, T ü rkiye'd e 29 film yaptı. Bunlar arasında, en önem lileri şunlar: İlk T ü rk ka d ınlarını (Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir) beyaz p er d eye çıkaran Ateşten Gömlek (1923), ilk sesli Türk filmi olan İstanbul Sokaklarında (1931), daha sonraki bü tü n K u r tuluş Savaşı film lerine örnek olan Bir Millet Uyanıyor (1932), biçim açısından y enilikler taşıyan Aysel, Bataklı
Damın Kızı (1934). Yeni Türk tiyatrosunun kurucusu olarak kazandığı ünün büyüklüğü oranında, M uhsin Ertuğrul'un sinem a mız üzerindeki etkisinin olum suzluğu da büyük oldu. Bu alandaki yeteneksizliğiyle sinem am ızda çok kötü ve kolay kolay silinem eyen bir iz bıraktı. M uhsin Ertuğrul, her şey den önce sinem a dilini bilm iyordu. Ve hiçbir zam an öğre nem edi de bu dili. Kendisi tiyatrocuydu çünkü. Sinem a, onun için, ikinci derecede bir işti. Böylece, film lerinin h iç biri, "film e alınm ış tiyatro" düzeyini aşam adı. Çalışm a ar kadaşlarının hepsi de "Şeh ir Tiyatrosu "ııd ak i m eslektaş ları olduğundan, bu "tiyatro kokusu" kendisini daha çok gösteriyordu. Böylelikle, sinem am ızın on yedi yıl süren bu dönem i, sinem aya çok aykırı düşen yönetm enlik anla yışı, oyunculuk anlayışı ve -y in e sinem aya çok aykırı dü ş e n - sahne oyunlarının uyarlanm asıyla, Türk sinem asının daha sonraki dönem lerinde de etkisini sürdüren yararsız bir geleneğin kurulm asına yol açtı. Bu dönemin, -p e k az da o lsa - kazanç sayılabilecek adım ları ise şunlar: İlk özel yapım evinin, yani "K em al Film " (1922) ile "İp ek Film "in (1928) kuruluşlarının yanı sıra, bugünkü film türlerinin ilk örnekleri köy filmi, polis filmi, 512
Kurtuluş Savaşı filmi, tarihsel film ler, dram , m elodram , g ü ld ü rü - bu dönem de ortaya konm uştur. Türk kadınları nın beyaz perdeye çıkışları da, bu dönem in bir onuru. Teknik yönden bir yenilik de yine bu dönem de: Ses ile gö rüntünün aynı zam anda alınm ası... c) Tiyatrocular dönem inden sinem acılar dönem ine geçiş Türk sinem ası, 1939'dan 1950'lere değin bir "geçiş dö n em i" yaşar. II. D ünya Savaşı'n ın koşulları ile tiyatrocuların ağırlı ğını om uzlarında taşıyan bir dönem dir bu. Ü stelik, bunlar yetm ezm iş gibi, geçiş dönem i sinem acılarının bir başka engel daha çıkar karşılarına: "S an sü r." Savaş olasılığının belirm esiyle birlikte yav aş yavaş alı nan sıkı önlem ler arasından en ağırların d an biri, fa şist M u sso lin i İtalyası'n da u ygulanan sinem a sansürünün y u rd u m u zd a
da
u y g u lan m ay a ba şla m a sı
o lm u ştu r.
1939'da sinem am ıza giren sansür, yurd u m uzd aki bütün iktid ar ve rejim d eğişikliklerine, tek partili yaşam d an çok partili yaşam a geçişe karşın -ö z ü n d e bir d eğişiklik olrnad a n - uygulanacaktır.
Bütün bunlardan dolayı, geçiş dönem i sinem acıları or taya önem li bir şey koyam adılar. Ne var ki, aşılm ası zo runlu bir dönem di bu. Ve T ü rk sinem asına -h e r şeye kar şın -b irta k ım yararlan dokunm uştur: Ö zellikle tiyatrocu ların, Türk sinem asında kurdukları tekel bu dönem de yı kılır. Bu dönem in yönetm enlerinin hepsi işe, doğrudan doğruya sinem acılıkla başlam ışlardı. Sinem acılık eğiti m inden geçm işti içlerinden çoğu. Ne var ki bu eğitim , da ha çok, sinem anın teknik kollarındaki bir eğitim di. Öyle de olsa, başka teknikçilerin yetişm esinde önem li rol oyn a dı bu bilgiler. A yrıca, bu dönem in yönetm enleri, kendile ri gibi doğrudan doğruya sinem ayla işe başlayan yeni bir oyuncu kadrosu yetiştirdiler. Y önetm enlerin bazılarının bağım sız çalışm aları, kendi yapım evlerini kurm aları, yeni 513
yetişenlere olanak tanım aları, eski kadronun egem enliğini iyiden iyiye sarstı. G eçiş dönem inin en önem li yönetm enleri olarak, Faruk Kenç, Baha G elenbevi, Şadan K âm il, T urgut D em irağ, Şakir Sırm alı, Çetin K aram anbey, A ydın A rakon ve Orhon M . A rıburnu'nu görüyoruz. Şad an K âm il'in, haksız yere cinayetle suçlandırılan bir gencin başın dan geçenleri anlatan K a çak'ı (1954-55) ya da baştan çıkarılan bir hizm etçi kızın serüvenini ele alan Bir A şk H ikâyesi (1955); Şakir Sırm alı'm n, dağa çıkm ak zo ru n da kalan insanların öyküsünü insancıl yön d en işleyen Efelerin Efesi (1952); A ydın A rak o n 'u n , K u rtuluş Savaşı'n d a pad işahçılar safınd an m illiyetçiler safına geçişi an latan Vatan İçin (1951); O rhon M . A rıb u rn u 'n u n y in e K u r tu lu ş Savaşı'nı kon u alan Yüzbaşı Tahsin (1951) ile d ü ş m anla işbirliği y aptıkları için bu savaşın sonund a yurtdışına kaçm ak zorunda kalanların durum unu anlatan Siirgün'ü (1952), bu dönem in kalburüstü film leri arasında.
d) Sinem acılar dönem inin doğuşu: Liitfi A kad 1948 yılında, yerli film lerden alınan "beled iye eğlence resm i"n d e yapılan indirim , film yapım ının birdenbire art m asına, yapım evlerinin çoğalm asına yol açar. Türk sine m asında yeni bir dönem in başladığının ilk göstergeleridir bunlar. N e var ki, bu aşam ada, kendini sinem ada bütün ağırlı ğıyla duyuran iki olay vardır: gericilik akım ları ile ikti sadi sarsıntılar. 1950'de D em okrat Parti iktidara geçm iştir. Gericiliği, iktisadi çıkm azları ve em peryalizm in etkilerini de berabe rinde getirir: G e rici ak ım , sinem aya sıçram akta gecikm edi. D insel film ler, daha doğru su din duygularını söm ürücü film ler bü yü k bir artış gösterdi. Ezan, m evlit okum a sahneleri, dua sahneleri, daha önceki y ılların şarkılı göbekli sah n e leri k ad ar gereksiz, bol bol ve onlarla birlikte yer alm aya
514
başladı. A ynı gericilik akım ı, 1969'd an sonra, d aha azgın ve daha örgütlü olarak y en id en baş gösterecektir. E m peryalizm in etkisine örnek, yabancı film ler piyasa sının -h em en h em en b ü tü n ü y le - Birleşik Amerika'nın eline geçm esidir. Ü stelik A m erikan sinem ası, en kötü ör nekleriyle izlenir. B irleşik A m erika ile -h e r y ö n d e n - içli dışlı oluşun sinem adaki b ir sonucu da, yalnız "A m erik an H aber B ü ro su "n u n onayından geçebilen A m erikan film le rinin perdelerim ize ulaşabilm esiydi. Kendi sansürüm üz yetm iyorm uş gibi, bir de A m erikan sansürü ortaya çıkar.
İşte bir avuç yönetm en, T ü rk sinem asını tiyatronun et kisinden kurtarm ak, sinem a dilini kurm ak görevini böyle bir ortam da gerçekleştirm eye çalışırlar. Ve gerçekleştirirler de. Bu yönetm enlerin başında Lütfi A kad gelir. L ütfi A kad, 1949'd a K u rtuluş Sav aşı'n ı konu alan bir rom and an Vurun Kahpeye film ini çevirerek işe başladı. A rk asınd an Lüküs Hayat (1950), Tahir ile Zühre'yı (19511952) ve Arzu ile Kamber'ı (1951-52) çevirdi: Sin em acı o la rak k işiliğini asıl belirten ilk eseri Kanun Namına'dır (1952). İstan bu l'd ak i gerçek b ir cinayet olayını ele alan bu eseriyle, A kad, T ü rkiye'd e ilk kez, salt b ir sinem acı çalış m ası gösterir: G ü n lü k b ir olayı ele alm akta, bu olayı tip leri, çevresi, dekoruyla - e n uygun b içim d e - y en id en k u r m aktadır. Akad, yine gerçek bir polis olayınd an m eyd an a getir diği Altı Ölü Var (1953) ile, A m erik an g angster film lerini and ıran Öldüren Şehir'de de (1945) aynı başarıyı gösterir. Y aşar K em al'in b ir senaryosuna d ayanarak çevirdiği Be
yaz Mendil (1955), A k ad 'm yalnız kent değil, köy çevresi ni de aynı ustalıkla y ansıtabileceğin i ortaya koyar.
Lütfi Akad, özellikle 1952-1955 yılları arasında eserleriy le, Türk sinem asında önem li bir yer tutar. Çünkü Akad, si nema anlayışı, sinem a duygusu, sinem a dilini kullanışı, tekniği, sahne düzeni, oyunculardan yararlanışı, konularını seçişiyle tiyatrocuların, özellikle M uhsin Ertuğrul'un tam 515
tersi bir kutbu temsil eder. M uhsin Ertuğrul'un etki bakı m ından tiyatrocular üzerindeki rolünü, Akad yeni sinem a cılar üzerinde oynam ıştır. Geçiş dönem i sinem acıları olsun, A kad'dan sonra ortaya çıkan yeni yönetm enler olsun, 1955'te onun bıraktığı yerden -ç o k kez onu tekrarlam aklaişe başlam ışlardır. Lütfi A kad 'dan sonra, büyük çoğunluğu doğrudan doğruya sinem acı olarak işe başlayan elliden fazla yön et m en çıkar ortaya. Ne var ki, bunlar içinde üstünde du rul m aya değer olanların sayısı bir düzineye bile varm az. Bu dönem in, 1960'lara değin olan bölüm ünde, A kad'dan sonra en önem li yönetm enleri M etin Erksan, A tıf Yılm az B atıbeki, O sm an F. Seden, M em duh Ü n ve M uharrem G ürses olm uşlardır. Sinem acılar dönem inin, 1960'lara değin süren on yılı büyük önem taşır. 1950-1960 arasındadır ki, sinem a terim leriyle düşünm ek, giderek sinem a diliyle anlatm ak çaba larına girişilm iş, bunun ilk örnekleri verilm iştir çünkü. T ü rk sinem asının daha önceki dönem leri, böyle bir dilden yoksundu. Son olarak, sinem a eleştirisinin, ciddi sinem a yayınlarının da bu dönem de başladığını; sinem acı-eleştirm eci-seyirci arasında -zam an zam an y a ra rlı- bağların da bu dönem de kurulduğunu belirtelim . Bütün bu nlara karşın olm ayan bir şey vardır gene de. N edir o? Savaştan çıkan A vrupa, Latin A m erika, Asya ve U zak doğu'daki irili ufaklı birçok ülkede ulusal sinem aların ve yeni sinem a okullarının ortaya çıkıp geliştiği bir dönem de, aynı olaya Tü rkiye'd e rastlanm az. O lm ayan bu. e) D evrim ci Türk sinem asının doğuşu ve Yılmaz Güney 1965 yılında, sinem am ız bir "y o l ay rım ı"n a gelir. N edenleri sosyaldir. G erçekten, 27 M ayıs'la beraber, ülkede dem okratik bir hava esm eye başlam ış; on yıllık DP dönem inde dile geti rilem eyen sorunlar gündem e getirilm iştir. Sol akım ların da yaygınlaşm aya başladığı bir ortam da, sosyal sorunları 516
dile getirm ek, sinem acılara da çekici gelm eye başlam ıştır. Bu nedenle de 1960-1965 yılları arasında, toplum sal ger çekçiliğim izi -ş u ya da bu ö lçü d e - dile getiren film ler ya pılm aya başlanm ıştır. Ne var ki, egem en güçler, bu film le re ve onların yapım cılarına karşı hayırhah bir tutum takınm am ışlardır. Ö rneğin, M etin E rk san 'm yaptığı Yılanların Öcü adlı film, an cak C u m hu rbaşkanı C em al G ü rsel'in uyarısı ile sansür engelini aşabilm iş; am a yine de oyn an m ası sıra sında, bir yığın en g ellem e ile karşılaşm ıştır.
K ıbrıs olayları nedeniyle başlayan ve giderek anti-em peryalist bir boyuta ulaşan gençlik eylem leri; TIP'in 1965 seçim lerinde sağladığı başarı, egem en güçleri yeni önlem ler alm aya götürm üş ve aldıkları önlem leri de -zam an g eçm ed en - uygulam aya başlam ışlardır. İşte bu durum da, düzenin sinem asına karşı direnm ek, gerçek bir sorun olup çıkar. Böylece, 1965'e dek, bir "b lo k " oluşturan yönetm en ler, bu tarihten sonra bir "y o l ay rım ı"n a gelirler. N edir onları yol ayrım ına getiren? G erçekliği kavram a ve yansıtm a yöntem i konusundaki görüş ayrılıkları. Bu nedenle, 1965'e dek, sosyal gerçekleri dile getirm e konusunda birleşen yönetm enler, bu tarihten sonra ger çekliği dile getirm e tem elinde birbirlerinden ayrılm aya başlam ışlardır. Bu ayrılm a, zam anla bir kutuplaşm aya dö nüşür: "T u tu cu " ve "d ön ü şü m cü " eğilim ler çıkar ortaya. Tutucu eğilimler, T ü rkiye toplum un un tem el soru nu nun "D oğ u -B atı çatışm ası" old u ğu nu ileri sü rm ekte; sınıf g erçeğini, gid erek sınıf çatışm asını redd etm ekted ir. B aş ka u lu sların kültü rlerine kapalı, salt yerli geleneklere y a s lanan bir sinem a an layışıd ır bu. Dönüşümcü eğilimdekilerin ön erd ikleri sinem a anlayışı ise, b ir çözü m önerisi g etirm eden, toplum sal yapıd aki aksaklıkları dile getir m ektedir.
Ve her iki eğilim , kendi içlerinde de ayrışm alara uğrar zam anla. 517
Tutucu eğilim lerin ayrışım ı "ırk çı" bir sinem a anlayışı na kadar varırken, dönüşüm cü eğilim in ayrışım ı, ilericidevrim ci bir sinem a anlayışının doğm asına neden olur. Sın ıf gerçeğini ve sınıflararası m ücadeleyi kabul eden, sahnede her şeyin bu bağlam içinde gösterilm esi gerekti ğini öneren bir sinem a anlayışıdır bu. B u eğ ilim in -ş im d ilik - tek tem silcisi Y ılm az G üney'd ir. Yılmaz Güney, sinem acılığım ızd a yeni bir satırın ilk harfidir. K end isin in de içinde yer aldığı "d ö n ü şü m cü " eğilim leri d aha ileri götürm üş; n iteliksel bir d eğişim e u ğ ratarak, "d ev rim ci" bir boyu ta u laştırm ıştır onları. B u n ed enle de o, sinem acılığım ızın bir "d ö n em eci"d ir.4
Yılm az G üney, katkılarını sürdürür ve giderek sinem a m ızı ulusal plandan uluslararası plana çıkarıp kabul etti rirken; son yıllarda, özellikle A tıf Y ılm az'm (Adak, Selvi Boylum Al Yazmalım, Talihli Am ele), bir Süreyya D uru'nun (Kara Çarşaflı Gelin, G üneşli Bataklı, D erya Gülü), bir Erden K ıral'm (Kanal, Bereketli Topraklar Üzerinde), b ir Şerif Gören'in (Endişe, A lm anya Acı Vatan), bir Ö m er K avur'un (Y u su f ile Kenan), bir K orhan Y urtsever'in (F ırat’ın Cinleri), bir Yavuz Ö zkan'ın (M aden, D em iryolu), kısa m etrajlı filim lerde bir Süha Arın'ın, son olarak bir A li Ö zgentürk'ün (Hazal) katkılarını görüyoruz. H epsi de, sinem am ızdaki büyük atılım ın örnekleridir. Türk sinem asının sorunları Bütün bu iç açıcı gelişm elere karşın, Türk sinem ası, b ü yük sorunları olan bir sinem adır. Sinem am ız, açıkçası, bir "b u n alım " içindedir ve çıkam am aktadır bu bunalım dan. G erçekten, Türk sinem ası, birkaç olum lu adım bir yana bırakılırsa, bugüne değin, halkım ızın çıkarlarına uygun, gerçek ve dürüst bir sanat kolu durum una gelem em iştir. N için? 1 Bu konuda ilginç bir eser olarak bkz. M ehm et Ergün, Bir Sinemacı ve A n latıcı Olarak Yılmaz Güney, İstanbul, 1978.
518
Sorunun kaynağında, ülkem izin sosyal yapısı yer al m aktadır. Başta ekonom ik yapı, birikim ve işleyiş yönünden, be lirli bir düzeyin üstüne çıkan film ler yapılm asına engel dir: Teknik düzeyi sağlayacak sanayi yatırım ları ya hiç ya pılm am ıştır ya da yetersizdir. M evcut kapkaçç] sanayiyi denetim i altında tutan güçler de (yapım cılar, dağıtım cılar ve tefeciler), halkın çıkarlarının ve sinem a sanatının karşısm dadırlar. Ekonom ik yapıya bağlı olarak siyasal düzen de sinem am ızın gelişm esine elverişli olm am ıştır hiçbir za man. Bu düzenin genel çizgilerini -b ir an iç in - bir yana b ı rakalım . Sadece "sa n sü r" adı verilen siyasal denetim bile, sinem am ızın bunalım dan niçin kurtulam adığını apaçık ortaya koyan bir kanıttır. Bu iki tem el nedenin zorunlu bir uzantısı da estetik ye tersizliktir. Ö zetle, kültürel açıdan, sinem a, T ü rkiye'de hiçbir za m an gerekli biçim de benim senm iş değildir. H alka itilen eğlence türlerinin içinde, sanata en uzak durum da olan lardan biridir. H er yıl yapılan yüzlerce filmin içinden yal nızca birkaçının bir değer taşım ası gerçeği değiştirm iyor. Sinem am ız çağdaş düzeye nasıl çıkarılabilir? U lusal film cilik m erkezinin doğru bir biçim de kurul m ası, sinem a kulüpleri ve sinem ateklerin çalışm alarının desteklenm esi ve geliştirilm esi, sansürün kaldırılm ası ya da düzeltilm esi, kaliteli film ler ve belgesel film ler için devlet desteğinin kanunla düzenlenm esi, sinem a okulları nın açılm ası ve üniversitelerim izde film oloji bölüm lerinin kurulm ası, akla ilk gelen önlem ler arasında... Ama, gerçekten çağdaş bir sinem anın kuruluşunun, düzendeki bir değişikliğe bağlı olduğu da unutulm am alı! D A H A Ç O K BİLGİ Z ahir G üvem li, Sinema Tarihi, İstanbul, 1960. N ijat Ö zön, Sinema El Kitabı, İstanbul, 1964. N ijat Ö zön, Türk Sinema Kronolojisi, A nkara, 1958. N ijat Ö zön, 100 Soruda Sinema Sanatı, İstanbul, 1961.
Türkiye Ansiklopedisi (1923-1973), “Sin em a" m addesi. 519
OKUM A
"S Ü R Ü " NE A N LA T IYO R ? "S ü rü ", D oğu A nad olu 'n u n bağrından kopup gelen b ir b ü yük fırtına, b ir önünde d urulm az rüzgâr, b ir acı çığlık, bir vahşi senfoni gibi insanı alıp götürüyor. H er türlü direnişi, ön veya art-yargıyı, eleştirm e çabasını, yaklaşım belirsizliklerini veya "re to rik " tartışm alarını göğüsleyen, göğüslem eye yeterli bir si nem a karşısındayız... Bir H elenistik duvar kadar sağlam , bir G olyat kadar ayakta bir yapı, bir olay-film ... Ö ncelikle susalım , sinem anın (Sine-Pop sinem asının bozuk projeksiyonund a bile kendini gösteren) gücüne bırakalım kendim izi; bu görüntüleri tadalım , bu sarsıcı destanı içim izde duyalım , bu m üziği yaşaya lım ... Film i duygu düzeyinde algılayalım önce. Sonra, tartışalım . "S ü rü ", Siirt dağlarınd a yaşayan V eysikan ve H alilan aşiret lerinin çatışm ası çerçevesin d e VeysikanTarın çöküşünü, d ağılı şını, V ey sik an'd an Şivan 'la, H alilan'd an B eriv an 'ın acılı sev gisi n i anlatıyor. "S ü rü " çok d eğişik plan lard a gelişen, zen gin d okusunda çok
çeşitli malzeme taşıyan, çeşitli yaklaşımlar g erektiren b ir film ... N erden başlam alı? F ilm in en önem li b ir yanı, çok iyi çalı şılm ış b ir senaryonun ana kaynağını olu ştu rd uğu bu zenginlik. Yılm az G üney (yazar Y ılm az G üney, ozan Y ılm az G üney, ü lk e sini, h alkını onca iyi tanıyan gözlem ci Y ılm az G üney), Berivan'la Şiv an 'm öyküsü çevresine b ir dolu zen gin lik serp iştir m iş... Sinem am ızdaki tek boyutlu, tek-çizgili öykülere kıyasla n asıl b ir zenginlik bu !.. N e çok hayat, ne çok gerçek insan yüzü beliriy or iki saat b oyu n ca: B erivan ve Şivan denli H am o'yu , k a rısını, Şivan'ın saralı kard eşi A bu zer'i, u çkuru na düşkün, m ağ a ralard an bulduğu U rartu eserlerini yok pahasına, "b ir kilo lo kum la bir kilo kuru ü zü m " karşılığı çerçiye satan d iğer kardeş Silo'y u , sonra H alilan 'ları, B eriv an 'ın kard eşlerini, ken te y erleş m iş, apartm an k apıcılığın a girip hayatını kurtarm ış, gazinoda a latu rk a d in ley ip " B a la r ıla n " m n esp rilerin e g ü lecek d en li "k en tlileşm iş" hem şeriyle karısını, sonra toptancı celebi, kasaba doktorunu, kentli doktoru... Trend eki, 'tü rk ü ' söyled iği için 'tu tu klu' devrim ci ozanı, topal fahişeyi, köy m eddahını... D aha k im leri tanım ıyoruz... H ep si sen ary o cu /y ö n etm en in ustalığıyla g erçeklik kazanm ış, hayatın içinden çıkm ış gibi duran kişiler...
520
"Sürü"nün asıl başarısı ise, bu zengin insan yüzleri galerisi ne toplumun dönüşüm noktasında olmasından gelen simgesel boyutları, "temsilci" niteliğini eklemiş olmasında... Feodal dü zenin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da süregelen alt yapısal ve üstyapısal süreçlerinin sonsal noktaya yaklaştığı bir dönemin dramıdır "Sürü". Feodalizmden kapitalizme geçişin kıskacına yakalanmış kişilerdir "Sürü"nün kişileri... Bu açıdan öykünün/filmin en önemli, en anlamlı kişisi kuşkusuz Hamo Ağa oluyor. Bu yaşlı Kürt beyi, film boyunca insanı iten, tedir gin eden acımasızlığını, hoşgörüsüzlüğünü, insan sevgisizliğini kişisel (psikolojik) değil, ekonomik nedenlerden alıyor. Düze nin sarsıldığını, ayaklarının altından yerin kaydığını duyuyor Hamo... Gideni durdurmaya, olaylara (eskisi gibi) egemen ol maya çabalıyor. Bu umutsuz çaba, onu zalim kılıyor, kötü kılı yor, insafsız kılıyor. Hamo'nun 'kötülüğü' anlam kazanıyor, temsil gücü kazanıyor, boyutlanıyor... İnsanlar hep sert, haşin zaten "Sürü"de... Kuşkusuz, tüm bu sertlik, bu acımasızlık, yalnız bölge insanlarının etnik yapıların dan, özelliklerinden değil, daha çok hayatın, düzenin kendisi nin acımasızlığından, zalimliğinden kaynaklanıyor... ...Ve "Sürü", edebî yapısıyla, sinemasal çalışmasıyla, anlatı mıyla, yerel öğelerin, çadırların, giysilerin, türkülerin, sazların kullanımıyla şaşırtıcı, sarsıcı, destan boyutlarına ulaşan ve des tansal anlamında 'epik' bir sinema olup çıkıyor. Diyalektiğini son denli sağlam kurmuş, temelde akılcı, ama seyircisine sesle nen yapısını, görsel yanını, sinemasal yanını, kimsenin ilgisiz kalamayacağı epik bir yapıya oturtmuş bir film... "Sürü", sine mamızdan kuşkusuz uzun zaman sürecek, konuşulacak ve tar tışılacak izler bırakarak geçip-gidecek... (Atilla Dorsay, "Sürü: Diyalektik Öykünün Epik Anlatımı", Cumhuriyet, 9 Mart 1979) "Sürü" filmi Locarno Şenliği'nde büyük ödülü aldı. Ayrıca Melike Demirağ da bir Alman oyuncuyla ortak olarak en iyi ka dın oyuncu ödülünü paylaştı. "Sürü"nün bu çifte başarısı, "Su suz Yaz"m Berlin'de 1963 yılında aldığı büyük ödülden (Altın Ayı) sonra Türk sinemasının aldığı en büyük ödül ve dışarda ka zandığı en büyük başarıdır... Böylece sinemamızm tarihine bir 521
)
Altm Ayı'dan sonra bir Altın Leopar da gelip eklenmektedir... "Sürü" büyük ödül kazanınca daha çok ülkede daha çok se yirci tarafından seyredilecek ve böylece Türkiye aleyhine daha çok propagandaya fırsat mı oluşturacaktır? Aslında tüm bunlar, hiçbir ciddi yanı olmayan varsayımlar dır, hiçbir biçimde üzerinde durmaya değmeyecek düşünceler dir, savlardır... Gerçekten de, en ilerici gözüken bazı çevrelerimizde bile "Sürü" gibi filmlerin tanıtma açısından işlevi üstüne yanlış ka nılar beslenmektedir. Bu kanılara göre bu tür filmler Türkiye gerçeğinin en acı, en olumsuz yanlarını sergilemektedirler; bu gerçekler vardır, evet, ama bunları yabancılara göstermek yan lıştır, çünkü aleyhimize "olumsuz propaganda"ya vesile ola caktır. Hele Türkiye'yi bu filmlerle tanıyacak veya ilk kez bir Türk filmi seyredecek kişiler üstünde bu filmlerin etkisi çok olumsuz olacaktır, vs. vs... "Sürü"yü olduğu gibi görmek gerekir; yani kuşkusuz belli bir öykü anlatan, belli bir kişinin (senaryo yazarının) bakışıyla bir öykü anlatan, ama film haline (baş